Top Of The List Ölüm

Ölüm mü değdi bana?

Şöyle usulca dokundu.

Hiç ölmeyeceğimi sandığım şu dünyadan bu kadar çabuk mu ayrılacaktım?

Bu kadar çabuk mu defterim kapatılıp âlem-i ervah listesine adım yazılacaktı?

Öldüm işte!

Bir avuç suyla yudular, kefenlediler, gömdüler.

Dünya, arkasını dönüp gitti.

Sahi ben yaşadım mı?

Hiç olmayacak şeylere gözyaşı döktüm mü?

Çırpındığım şeylerin ahiretime faydası olmadığını hiç fark ettim mi?

Doğrusu hiç beklemiyordum. Ölüm, daha yapılacaklar listesinde yoktu üstelik. Daha kırklı yılların başında hem listede ne işi olacaktı ki?

O kadar çok iş vardı ki yapılacak. Çocuklar daha yeni büyümüştü. Ne kadar çok şey varsa yapılacak hep sonraya ertelemiştim. Sonra… Sonra… Daha sonra…

Bundan sonra kendi gelişimime daha çok vakit ayıracaktım. Bilgisayar kursuna gidecektim mesela. World’de yazı yazmak, email atmak vs. gibi birkaç ufak tefek şey dışında doğru dürüst bilgisayar kullanmayı bilmiyordum. Büyük oğlum, ben bilgisayar karşısında debelenirken öyle küçümseyici gözlerle süzerdi ki beni, ne bileyim işte kendimi resmen ‘ezik’ hissederdim.

Bilgisayar kursundan arda kalan günlerde de İngilizce kursuna gidecektim. Ee ne demişler “İki dil iki insan.” Yıllarca çırpınıp dursam da okullarda, iki cümleyi yan yana getirip konuşamıyordum. Hâlâ ‘her’ ile ‘his’i birbirine karıştırıyordum. Ezberlemeye çalıştığım kelimeler bir türlü kafama girmiyor, konuşmaya çalışırken de sesleri doğru çıkaramıyordum. Mesela ‘hour’ derken ‘h’ sesini çıkarmadan ağzımı çanak gibi açıp ‘aaur’ demeyi beceremiyordum. Çocuklar bile gülüyordu hâlime.

Tezhip ve ebru kursları da vardı sırada. Ben aslında ‘sanatçı ruhlu’ bir kadındım da ah şu çocuklar yok mu şu çocuklar, onlarla uğraşmaktan sanatsal faaliyetlere pek vakit ayıramamıştım.  Ama benim daha bir sürü hayallerim vardı, planlarım vardı. Zihnimde, kalbimde, masamın üzerinde, yarım kalmış kitaplarımda, defterlerimdeki darmadağın notlarda, çekmece içlerinde, her yerde ama yerde elinden tutup kaldırmam, başlamam, bitirmem gereken işlerim vardı.

Hiç bitiremedim ki işlerimi.

Hep alacak, verecek, yapacak, edecek işlerim vardı. Kendimi bir insan selinin o delişmen hızına kaptırmamak için ne kadar çırpınsam da bir türlü olmuyordu. Hep nefsim çıkıyordu karşıma, yapacağım güzel işlere engel oluyordu.

Baksana Muazzez daha üç yıl olmadan koltuk takımlarını değiştirmiş. Kapımı her çalışta benim on beş yıllık takımları süzer miydi, bana mı öyle gelirdi yoksa? Gönlümün “yapma” ve nefsimin “yap”ları arasında debelenip durdum. Ne onlar gibi olmak istedim, ne onlardan eksik kalmak…

Yıllar ötesinden takip ettim her birini. Perdenin modasına, halıların, son moda çay takımlarının, kahvaltı setlerinin, çatal-bıçak takımlarının, en gözde porselenlerin hiç birine yetişemedim.  İyi ki yetişemedim. Es kaza birini almaya muvaffak olsam modası çoktan geçip gitmiş olurdu.

Hayat bir yarış gibi duruyordu önümde. Ben mi onu kovalıyordum, o mu ardımdan koşuyordu çözemedim.

Öbür tarafa hazır mıydım? Hep “imtihan dünyası” dedikleri bu yerde ben imtihana çalışmış mıydım? Sorulara hazır mıydım? Ödevlerimi tam olarak yapmış mıydım? İmtihan da çıkacak değil çıkmayacak konulara yoğunlaşıp onlarla mı ömrümü tüketmiştim?  Bu soruları daha önce hiç sormamıştım kendime. Ne bileyim işte daha vakit vardı. Şeyyyy, daha doğrusu var sanmıştım. Annem, babam hayattaydı; eşimin annesi, babası da… Daha ben vagonun ortalarındaydım. Sıranın arka vagon yolcularında olduğunu sanmıştım.

Aman Allah’ım! Benim ödevlerimin hepsi –daha sonra tamamlarım- umuduyla- yarım kalmıştı. Ne çok oruç borcum vardı mesela. Hamileliklerimden kalma borçlarımı bitirememiştim daha. Böyle bir izin verilmişti neticede. Nasıl olsa ileride tutacaktım. Gerçekten istedim borçlarımı kapatmayı, ama yılın en kısa günlerini bekledim hep. O günler geldiğinde de oruç tutmak için yeterince kısa olmadığına karar verdim. Neticede kış günü, yağmurda, karda,  onca işin gücün arasında oruç tutmak öyle kolay bir şey miydi canım? Günler biraz daha kısa olsaydı tutardım elbet!!!

Peki ya namazlarım? Hani Rabbimin sık sık “Namazı ikame edin!” uyarıları. İkame edebildim mi gerçekten? Namazı ayağa kaldırabildim mi?  Dik tutabildim mi? Namaz beni dik tutabildi mi? Ben namazı kılarken namaz beni –insan- kılabildi mi? Diri kılabildi mi? Secdede sevgiliyle buluşabildim mi?  Ya “Feveylün lil musallin. Ellezine hüm  an salatihim sahun.” Ayetlerinin muhatabı olduysam? Ya hiç kılamadıklarım, kazaya bıraktıklarım, uykuya yenik düştüklerim…

Nasıl böyle emin olabildim borçlarımı kapatacağımdan?

Ama olmaz ki böyle. Ölüm hiç hesapta yokken, böyle sinsi bir düşman gibi sessizce yaklaşıp insanı arkasından vurmaz ki!

Olanla ölene çare bulunmaz demişler.

Hiç sevmezdim ya karı, çamuru, yağmuru,  bakın buz gibi şu havada, bardaktan boşanırcasına bir yağmurun altında kürek kürek toprağı nasıl da üzerime atıyorlar.  Beni toprağın bağrına gömmeye mi gelmişler? Sağanak yağmurdan mı yoksa yapılacak işlerini aksattığımdan mı yüzlerindeki bu memnuniyetsizlik?

Komşulardan Macide, elinde telefon ha bire bir şeyler yazıp duruyor.  “Bizim Feride ne münasebetsiz bir günde öldü diye.”

Tabi ya aceleleri var. Onları ölümle yüzleştiren şu manzaradan bir an önce uzaklaşmak istiyorlar. Onlar, içi yarısına kadar su dolmuş şu karanlık çukura hiç girmeyecekler. Arkalarında çoluk çocuklarını hiç bırakmayacaklar.

***

Eh, hak vermek lazım canım.

Tabii ya, onların da listeleri var.

Daha onlar yapılacak bir bir…

Çocuklar büyütülecek.

Okutulacak. –Hatta boğazlarına kadar borca batsalar da özel okullara gönderilecek-

Mezun olan çocuklara iş bulunacak bu sefer. Sağdan soldan torpil aranacak.

Bankadan kredi çekilecek. -Ama önce kredi için hayat sigortası yaptırmak lazım.-

Ev alınacak, araba alınacak.

Arabanın taksitleri tam bitecek ki bu sefer de modeli eskiyecek.

Hadi bakalım son model bir araba alınacak.

Bu sefer ev dar gelmeye başlayacak. Misafir gelince eve sığmıyoruz cinsinden mazeretler bulunacak. – Oysa hiç misafir gelmeyecek. Dostlar avm’lerde ağırlanacak.-

Emekli olunacak.

Çocuklar evlendirilecek. -Torun sevilecek.-

Çoluk, çocuk, torun torba, ev, araba, defterini kapatanlar emeklilik yıllarının tadını çıkaracak. -Kim bilir belki küçük bir dünya turu.-

Dünya turuna güç yetiremeyenler ahşap boyama, rölyef gibi kurslara katılacak. Musiki cemiyetlerine üye olacak.

Listelerine ölümü yazmak için hep ‘daha var’ olacak, ‘daha erken’ olacak.

Ama ölüm bu, liste mi dinlermiş, sıra mı beklermiş? Bir gün gelecek listenin en başına kurulacak.  İşte o zaman bütün listeler hükmünü yitirecek, ölüm liste başı olacak.

 ***

Sahi ne de koşturuyorsunuz.

Yoğunuz…

Yoğunuz…

Yoğunuz…

Öyle yoğunsunuz ki Dünya yoğurup bırakıyor işte.

Kimini pişmiş, kimini ham…

Bensiz her şey eksik kalır sanırdım.  Hayatın ritmi olduğu gibi devam ediyor.

Şimdi evlerine gidip güzelce kuruturlar saçlarını. Belki ardımdan birkaç sitemkâr söz ederler. “Rahmetli tam ölecek günü buldu, sırılsıklam olduk vallahi,” diye. Belki bir kahve içerler, belki de çay demlerler.

Perşembe altın günüydü, iptal ederler mi, yoksa hemen birini mi bulurlar benim yerime?

“Alo Nermin, ben Seher.  Malum, bizim Feride sizlere ömür, onun yerine güne katılmak ister misin canım? Haftada elli topluyoruz.

***

Ölüm değdi bana.

Saklambaç oynayan bir çocuk gibi bir görünüp bir kaybolan ölüm bu sefer bana dokundu.

Yaşadıklarımız bir rüya mıydı yoksa?

Her şey kapkaranlık bir perdenin ardında kaldı.

Bir varmış bir yokmuş oldu adım sanım.

Evimin duvarlarına annesizliğin kokusu çöktü. Koltukların üzerine, her Pazar kek kokuları gelen mutfağıma, balkondaki nergislere, sümbüllere… Ya çocuklarımın üzerine çöken annesizliğin kokusu nasıl tarif edilir ki?

***

Bahar gelmiş, çiçekler açmış.

Çocuklar bahar resmi yapıyor ellerinde sulu boyalar.

Bütün renkler birbirine karışmış.

Beyaz beyaz patlamış tomurcuklar.

Bu güneş, bu yağmur, bu çiçekler, kelebekler, arılar çiçekten çiçeğe konan, bu hava, ciğerlerine kadar çektiğin, bulutlar, gökyüzü, kuşlar, bu, bu… Nereye gittiler? Hani hep benimleydiler?

Omuzlarımızda hayat meşgaleleri, hayata hiç ölmeyecekmiş gibi asılmalar nereye gitti?

Nereye gitti telaşlı adımlarım?

Ölüm kokusunu bırakıyor değdiği her yere. Evi havalandırıyorlar, ölüm kokusu tez vakitte çıksın diye.

Patates kızartması ve taze çay kokusu yayılıyor odalara. Ölümün kokusu yavaş yavaş çekiliyor.

Kokumun kayboluşuna en çok çocuklarım mı üzülüyor? Koku azaldıkça hatıralar da etkisini kaybetmeye başlıyor sanki. Sabahları uyandıklarında kulaklarına çalınan ses git gide kısılıyor.

“Çocuklar, hadi kalkın kahvaltı hazır.” Sucuklu yumurta, iki dilim kaşar, birkaç zeytin. Sonra çocukların;

“Üf anne, yine mi yumurta yaptın?” mızmızlığı.   “Çayınıza o kadar çok şeker koymayın,” diye bağırışlarım…

Sesler yavaş yavaş azalıyor, sonra bir gün ansızın kesiliveriyor. Yaşanmışlıklar su gibi, yağmur gibi çekiliyor toprağa. Anılar defterine kaydediliyor oradan. Bir gün fışkırmak için topraktan. Büyüyüp serpilerek koca koca sarmaşık dallara dönmek için.

***

Ölüm değdi bana.

Dünya sırtını döndü.

Milyonlarca insanın arasından bu sefer beni seçti, tüylü kanatlarıyla gelip omzuma kondu.

Kokusunu, suretini, soluğunu bıraktı üzerime.

Bütün renkler birbirine karıştı. Sanki yaramaz bir çocuk suluboya yaparken bütün renkleri birbirine karıştırdı. Dünya hükmünü yitirdi gözümde.

Yalnız ıslak toprak rengi ve kokusu kaldı ellerimde. Biraz gri, biraz kahve, kızıl ve siyah bir de.

Yeni bir ayet nazil oldu gönlüme.

“O ki yarattığı her şeyi güzel yaptı. İnsanı yaratmaya da çamurdan başladı. (Secde,7)

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Nöbet Değişimi / Ay Vakti
Shakespearyn Draje / Kâmil Eşfak Berki
Karanlığı İçine Çeke Çeke Sabahlar / Selami Şimşek
Ölümü Erk’in / Ali Yaşar Bolat
Ey Ölüm, Çabucak Kucakla Beni! Yaşıyorum- İçimden;... / Ali Yaşar Bolat
Tümünü Göster