Bir Vicdanı Tahattür Mehmet Akif

Fikir ve şiir dünyamızda eşine az rastlanan bir vicdanın aramızdan ayrılışını hatırlamak ve onu sevgiyle yad etmek, Asım’ın nesli olan gençlerin görevi olmalı. Büyük şahsiyetleri tanımanın  yolu nedir? Kanaatimizce bu şahsiyetleri  hatıralarıyla tanırsak hafızamızda  daha kalıcı olacaklardır.

Haşim’in “Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz.” Sözü aklıma geliyor. Büyük şair,  dava adamı ve dahası bir vicdan abidesi  olan Mehmet Akif’in bu sözü doğrularcasına hatıraları var.

Bu hatıralardan ilki pek bilinmez. Hepimizin malumu ‘şairimizin İstanbul Fatih’te, Sarıgüzel Mahallesi’nde doğduğudur.’ Fakat aşağıdaki hâl tercümesini okuduğumuzda;

“Mehmet Akif Efendi, Fatih Ders-i  ‘âmlarından İpekli Müteveffa Tahir Efendi’nin mahdumudur. Bin iki yüz doksan sene-i hicriyesinde Kal’a-i Sultaniye sancağına mülhak Bayramic kasabasında tevellüd ettiği Tezkire-i Osmaniye-i sûre-i musaddakasında muharrerdir…”

Burada ister istemez Kal’a-i Sultaniyye’nin neresi  olduğu sorulacaktır. Burası Çanakkale ilimizin eski adı olup Bayramiç kasabası da  hâlen eski ismiyle anılmaktadır. Kanaatimizce Akif’in  babasının bir evi de Bayramiç kasabasında olduğudur. Nitekim Bayramiç Arnavut kökenli vatandaşlarımızın yaşadığı yerlerdendir. Hatta “Bayramic” kelimesi de Arnavutça’ya geçmiş Türkçe bir kelimedir.

Mehmet Akif’in babasının vefatı  üzerine ekonomik kaygılar sebebiyle baytar mektebine yazıldığını hepimiz biliyoruz. Hatta şairin baytar mektebinden önce Beyâzıd Camii avlusunda tesbih sattığı rivayet edilmektedir.

Mehmet Akif, her ne kadar baytar mektebine yazılmışsa da gönlünde edebî ve sosyal ilimleri okumak vardı. Çok küçük yaşlarda başladığı hafızlık ilmini tamamlar, bir yandan Mesnevi ile Mevlana’yı, diğer yandan ünlü şair Hafız’ı okumaktadır. Burada klasik edebiyat zevkini tadar, Farsça’sını ilerletir. Sonraları Baytar mektebinde Fransızca’sını ilerletir, hatta bu ilerletme Fransız ediplerin eserlerini çevirecek derecededir.

Mehmet Akif memuriyet hayatına hâliyle baytarlıkla başlar.Umur-ı Baytariye’de müdür yardımcısı ve müfettişlik yapar. Onun yine bu görevi vasıtasıyla Edirne’de bulunduğu yıllarda aynı şehirde kitapçılık yapan Rizeli Taşçıoğlu Süleyman Efendi’ye verdiği bir defterde bazı manzumeler ve mektupları var. Yukarıda hâl tercümesinin de içinde bulunduğu bu defterde bazı manzumeler ile birlikte üç mektubu da bilinmektedir. Bu mektuplardan birisi:

Leh’ül-hamd buraca işlerim yoluna girmektedir. İnşallah iade-i memuriyet-i kadîmeme muvaffak olacağım. Ve ma tevfik-i illa billah bizim Bekir Efendi orada ise göndermiş olduğum parayı kendisine teslim ediniz. Eğer hasbel-vazife kıra çıkmış yani Edirne’den ayrılmış ise lütfen fakirhaneye kadar şedd-i rahl eder ve bizim ihtiyar valideye eşyayı toplamasını söylersiniz. Gönderilen para, ev kirası ve şömendöfer navlumudur. Bekir Efendi bulunmadığı takdirde onları şömendöfere yükletmek tabii sizin himmetinize kalacaktır….”

İstanbul’dan gönderildiği anlaşılan 8 Şevval 1312 (24 Mart 1896) tarihli mektupta, ev kirasından annesine alınacak tren biletine kadar Edirne’ye para yollandığını anlıyoruz. Yine onun  başka bir mektubunda İzmir’de görev yaptığını öğreniyoruz.

“Bismillah…

Süleyman Efendiye

Azizim,

İstanbul’da iken almış olduğum mektubu işte İzmir’den cevap verebiliyorum. Hayvan mübayasına memur olarak Anadolu vilayet-i şarkiyyesine azimet üzre bulunduğumuzu gazete (orijinal nüshada burası okunmuyor.) behemahal görmüş olacağınız cihetle nasıl olup da İzmir’e geldiğimi beyana hacet göremem

Âkif’inizi gönülden  çıkarmayınız. Duadan unutmayınız ki bu müfarakatın beynimizdeki vedud-ı vifaka kat’a tesiri olmasın. Allah’a ısmarladık azizim Süleyman.

Fi 29 Mayıs sene 312

Kardeşiniz Mehmed Âkif

Kaya Bilgegil, Mehmet Akif Basılmamış Bazı Mektupları,  Atatürk Ü. Edebiyat Fak. Arşt. Dergisi Ekim 1971 Sayı 3 s.3-32

Yine Bursalı olup İstanbul’da tavuk üretimi ve yumurta ticareti ile uğraşan ve Akif’in hayranlarından olan Hüseyin Cahit Bey, bir tesbih alışverişi sırasında bahriye nazırı Salih Paşa’ya iğneleyici bir beyit söylediğini, Paşa’nın bir altın vererek işin içinden sıyrıldığını bildiriyor.

Kaya Bilgegil hocamızın naklettiğine göre bu zatın oğlu Ali Taşçıoğlu, İstanbul -Bakırköy’de ikamet etmektedir. Bu defterle birlikte birkaç mektup daha Kaya Bilgegil’e  verilmiştir. Taşçıoğlu,hatıratında Mehmet Akif Edirne’deyken babasının kitapçı dükkanına uğradığını, kendisini  okşayıp sevdiğini söyler. (Hatıra 1972 de derlenilmiş..)

Kardeşiniz Mehmed Âkif

Bu görevler dolayısıyla bir süre Anadolu’nun muhtelif illerini gezen Mehmet Akif, daha sonra Halkalı Ziraat Mektebi’nde hitabet dersleri hocalığına getirilir.  Buradan çiftçilik mektebinde edebiyat hocalığına geçti, edebiyat derslerinde ihtisası o zamanlara göre çok öndeydi ve Darülfünûn edebiyat fakültesinin dikkatini çeker.

Âkif’in Darülfünûn’a gelişi de ilginç bir hatıra ile başlar. Edebiyat tarihimizi akademik anlamda inceleyenlerin tanıdığı Hacı İbrahim Efendi, Darülfünun Fünûn (İ.Ü) Edebiyat Fakültesi’nde edebiyat-ı Osmaniyye  dersleri verir. Mehmet Akif  de Edebiyat Fakültesi’ne tayin olununca  hocalar arasında ders paylaşımı yapılır ve edebiyat-ı Osmaniyye dersleri Hacı İbrahim Efendi’den alınıp Mehmet Akif’e tebliğ edilir. H. İbrahim Efendi, hem bu ders için öğrencilerle vedalaşmak hem de Mehmet Akif’i takdim için onunla sınıfa gider. Hacı İbrahim Efendi, bıyığı daha yeni terlemiş Mehmet Akif’i  biraz süzdükten sonra “Arkadaşlar, bundan sonra Edebiyat-ı Osmaniyye  derslerini Mehmet Akif Bey verecek. Ben de bilahare gelir yine size anlatırım.” der. Bu sözün sahibi olan zat o dönemde edebiyat tarihinde otoriter bir zattır. Dönemin Servet-i Fünûn dergisinin karşısında Malumât dergisini çıkarmış ve Batı düşüncesi karşısında direnen ediplerin lideri durumunda. Belağât-ı Osmaniyyeyi en hararetli savunanların başında gelir ve yine Servet-i Fünûncular’ın fikir babası olan Recaizâde’nin Ta’lim-i Edebiyat’ı üzerine elli küsur eleştiri yazısı yazmış adamdır. Mehmet Akif’i zamanla çok seven bu zat, millî şairimiz üzerinde derin izler bırakır.

Edebiyat Fakültesinde Mehmet Akif’in öğrencileri arasında  sonradan Çalıkuşu, Yaprak Dökümü, Dudaktan Kalbe adlı romanlarıyla haklı bir şöhret kazanan Reşat Nuri Güntekin de vardır. O, Mehmet Akif’e dair ilk intibalarını şöyle anlatıyor.

“Derken kapı açılıyor; içeriye orta boylu, kara, top sakallı kalender bir zat giriyor. Şemsiyesiyle lastiklerini kapının arkasına bıraktıktan sonra talebe sıralarına gideceği yerde muallim kürsüsüne doğruluyor. O zaman yanımdaki arkadaştan öğreniyorum ki bu zat edebiyat muallimimiz Mehmet Akif’tir. Akif, derslerinde manzumeler yazdırıp izah etmiştir.” O sırada bu öğretim tarzını Darülfünûn için basit bulan Reşat Nuri, Maarif Vekaleti (MEB) müfettişi iken yazdığı makalede Akif’i haklı görerek “Aradan geçmiş bunca seneden sonra anlıyorum ki Âkif, o zaman bizim için yapılacak şeylerin en iyisini yapmıştır. Onun sağlam mantığı,samimi ve pratik zekası çürük temel üzerine kurulacak nazariyelerin boşluğunu anlamış, bir hoca için en iyi usulûn -planı programı bir yana bırakarak- talebeyi hangi seviyede bulursa orada alıp yürütmek olduğunu gayet iyi takdir etmiştir.” diye hatıralarında nakleder.

Akif, Darülfünûn’da ders verdiği dönemde klasik edebiyat tarzında şiirler beğenir ve yazar. Bu, onun gençlik dönemi şiirleridir. Bu dönemdeki şiirleri ilkin Hazine-i Fünûn dergisinde yayınlanır. “Allah’ını seversen nazarımdan güzâr etme”  dizesiyle başlayan bu şiirinin de bir hikâyesi vardır.

“Uzun bir zaman güzâr eylediği hâlde mazhar-ı telâkîsi olamadığım yâr-ı kadîmime bu gice  (30 Teşrin-i sâni) rü’yamda mülâki oldum. Sirâc-ı Kudret’ten bir lem’a olan o çehre-i furûğ-efşanın temâşây-ı cezbe ferması beni saatlerce gaşy eyledi. Dil-beste-i sevdası bulunduğum hengâmda kendinden sitem ve azardan başka bir hâl görmemişken -her ümidin fevkinde olarak gûn-â-gun iltifâtlarına, nüvâzişlerine mahrem oluşum gönlümde meserret ve hayretle memzûc bir his peyda eyledi. Nihayet, ihtiyarım idrakimle birlikde elimden giderek o rûh-ı mücesseme şu vadide niyâza başladım.-Cânânımın, eshar-ı baharda bile göremediğim, sabâhat-ı âleminde o kadar vâlihâne vakf-ı istiğrak olmuşum ki bîdâr olub da cihân-ı zulmete avdet eylediğim zamân bile bir müddet evvelki ân-ı şevk-a-şevkı tahayyül etmekten kendimi alamadım…. Mehmed ÂKİF ”

Allah’ı seversen nazarımdan güzer etme

Müştakım başın içün olsun heder etme!

Kurban oluyor bir nigeh-i hışmına ruhum

Sevdâ-zededen böyle dirîğ-i nazar etme!

Ey mâh yetiş bezm-i safâ zulmet içinde

Herkes uyuyor gayrdan aslâ hazer etme!

Âşkın ne azab olduğunu sen de bilirsin

Gel hâtırımı beni pür-keder etme!

Ben kûyunu terk eyleyemem ah garîbim

Bâbındaki nevmîdini me’yûs-ter etme!

Tard etme kapından şu ciğer-sûzu yazıkdır

Hûn-âbına rahm et de anı der-be-der etme!

Ey nur-ı dü çeşmim! Bu temaşaya doyulmaz

Allah’ı seversen nazarımdan güzer etme!

A.g.e

İ.Ü. Edebiyat Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü “Türk Tenkit Tarihi” Ders Notları

Reşat Nuri Güntekin Hatıralar

2.1.1939 Tan Gazetesi’nden naklen, Eşref Edip…

Hazine-i Fünun 1. sene s.200 16 Kanun-ı evvel 1309, İstanbul

A.g.e

Bu dönemde M. Akif,  Ziya Paşa ve  Muallim Nâci etkisindedir. Nitekim Darü’l-fünûn’da öğrencisi olan Reşat Nuri Güntekin hatıralarının devamında şunları nakleder. “Darülfünûn’da hocamız olan  Mehmet Akif, üçüncü derste bize ‘siz gidin Sahaflar Çarşısı’nda yüzer paraya bir terkib-i bend ile terci-i bend alıp getirin. Onu okutayım.’ demişti.”

Bu hatıradan da anlıyoruz ki Âkif’in Ziya Paşa’ya olan hayranlığı öteden beri bilinmektedir. Hasılı, onun Ziya Paşa gibi  terkib-i bend ile terci-i bend tarzında şiirler yazdığı bilinmektedir. Prof. Dr. Kaya Bilgegil’in araştırmasıyla tespit ettiği  “terkib-i bend”inde Ziya Paşa üslûbunu hissederiz.

Terkib-i Bend’den

Sâkî! Getir ol bâdeyi kim rûh-i revândır.

Peygûle-nişinân-ı gama neş’e-resândır

Her katresi  erbâb-ı kemâl’in nazarında

Hurşîd-i hakikat gibi envâr-feşândır

Her müntesib-i sâgar-ı gül-reng-i müdâmın

Âyine-i ikbâli müdâmü’l-leme ‘andır.

Sâki içelim aşkına yârân-ı kâdîmin

Kim her bir kûşe-i firkatde nihândır

……………………………………………….

Eşref Edip, M. Akif Ersoy,

Dr. Kaya Bilgegil’in eline geçen defterde en önemli şiir bu terkib-i bendidir. Hatta sayın Bilgegil, bahsi edilen fakat bulunamayan terci-i bendin de bu olduğu nakletmektedir.

Cemal Kutay, Mehmet Akif-Tarih Konuşuyor, Ercan Matbaası,Tarih Yay. Müesesesi, İst.

Bu şiirlerden sonra Akif’in siyasi bir hatırası daha var. Enver Paşa tarafından kurulan Teşkilat-ı Mahsusa (istihbarat servisi)  kurulur.  Âkif I. Dünya Savaşı’nda Enver Paşa’nın yanında  bu Teşkilat-ı Mahsusa’nın şefidir. Burada başarılı görevlerde bulunur. Almanya, Ortadoğu, Balkanlar hemen her yeri gezer. Ayrıca Osmanlı dışında kalan Müslüman unsurlarla temasa geçer. Özellikle onun Doğu Anadolu’daki aşiret reislerini ziyaret ve Devlet-i Âliye’ye bağlılıkları hususunda gönüllü “Teşkilat-ı Mahsusa Alayları”nın  kurulmasına öncülük etmiştir. Bu alaylardan ilk üçü de Urfa, Mardin Diyarbakır ve Antep’de yaşayan ve Padişah Abdülhamid Han’ın -akrabalarımdır dediği, onlar için aşiret mektebi kurdurduğu- Kayı boyuna mensup Karakeçililer’dir. M. Akif, Urfa’da Teşkilat-ı Mahsusa adına aşiretin reisi Dree’ Bey ile görüşmesinden sonra aşiret üç alay ile başta Yıldız Sarayı’nı koruma görevinin yanı sıra  Balkan Savaşı’na katılmışlar. Geri dönüşlerinde Doğu’da ayrılıkçı unsurların özellikle de Ermeniler’in saldırılarına mukavemet ettikleri gibi Kuvay-i Milliye saflarına katılmışlardır.

Hatıralar, vicdanlara yüklendiğinde Âkif’in “Nev-i şahsına münhasır” şahsiyeti, genel kabul gören düşüncelere muhalefeti, onu tanımayanı oldukça güçleştirmektedir.  Şöyle ki, Akif’in çalıştığı büroya katip olarak giren ve üniversite öğrenciliği boyunca onun yanında çalışan, dolayısıyla Âkif’i yakında gözleme imkanı bulan M. Emin Erişilgil hususiyetle şunları söyler. “Bu adam, yaşadığı devirde de şimdi de türlü türlü tanıtılıyor. O devirde Akif, bazılarına göre zındık, gavur bir baytardı. Çünkü ölülerden şifa dilemeye kızıyor, yağmur dualarıyla alay ediyordu. Bazı ittihatçılara göre “Hüriyet ve İtilafçı”ydı. İtilafçılar’a göre “İttihatçı” idi. Bu memleket müstakil olmazsa camii kalmaz iddiasında bulunduğu, hele Balkan Harbi’nde “Medeniyetin yüzüne tükürün” dediği için bazı aydınlara göre çok geri bir adamdı. Mahalle Kahvesine hücum ettiği ve göreneğe kızdığı için oraya devama alışmış olanlara göre ise o bir züppeden başka bir şey değildi. 1908 Temmuzundan sonra “Yaşasın” diye bağıran miting kahramanlarını beğenmediği için sokak Meşrutiyetçilerine göre, hürriyeti anlamaz bir zavallı idi. Mütareke yıllarında Amarikan mandasının aleyhinde bulunduğu için bazı komisyoncuajanların gözünde “bizi orta çağa götürmek isteyen tehlikeli bir adamdı. İstanbul’da onu sarıklı sananlar çoktu… Mısır’da ise entarili gezmediği için gavurdu, Hristiyandı.”

Bu ilginç  anektod Akif’in portresi konusunda çok ilgi çekicidir. Ama o, bütün bu resimlendirmenin dışında Mithat Cemal’in ifadesi ile tam bir “Asr-ı Saadet” Müslüman’ıydı. Bu  inanç çerçevesinde yaşayan, hareket eden, eser veren bir insandı.

Bütün bunlarla paralel, Âkif, devletine faydalı biri miydi?

Yani resmî bir çerçevede ele alınan bir Mehmet Akif var mıdır? Elbette ortada böyle bir resim de bulunmaktadır. Bu resme göre Akif, millî mücadelenin destanı olan İstiklal Marşını yazan adamdır. Bu şiirine bir de Çanakkale Şehitleri şiiri eklenebilir. Ötesi üzerinde durulmaz. Zira ötesi ile ilgili resmi görüş menfidir. Bu menfilikle ilgili canlı bir şahsiyetin anlattıklarına kulak kesilelim. “Mehmet Akif Ersoy vefat ettiğinde tabutu Beyazıd Camii’nin avlusuna tek atlı bir arabayla getirilmiş ve sessizce musalla taşına bırakılmıştı. Bir tıbbiye öğrencisi tabuta iliştirilmiş küçücük bir yazıdan cenazenin büyük vatan şairi, İstiklal Marşımızın şairi Mehmet Akif’e ait olduğunu öğrenerek bu acı haberi tüm üniversiteye yayar. O zamanlar adı daha yeni İstanbul Üniversitesi olan Darülfünûnlu gençler üniversiteyi boşaltır ve akın akın Beyazıd Camii’ne koşarlar. Burada kılınan cenaze namazını kılarlar. Üniversite yönetimi o zamanlar Ankara’dan aldığı bir talimat gereğince, öğrencileri bu rejim muhalifi, mürteci şairin cenaze törenine katılmamaları için uyarır. Bütün bunlara rağmen gençler bir yerlerden Türk Bayrağı bulup Akif’in tabutuna İstiklal Marşı’ndaki mısraları eşliğinde:

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak!

O benimdir, o benim milletimindir ancak!

Türk Bayrağını örter. Ve cenaze, mahşeri bir kalabalığın omzunda Edirnekapı Mezarlığı’ndaki son istirahatgahına taşınır. Burada öğrenciler adına bir genç ateşli bir konuşma yapar ve İstiklal hep birlikte okunmaya başlar. Bu genç sonradan ülkemizin üçüncü edebiyat doktoru payesini alacak olan Abdülkadir Karahan’dan başkası değildir. Törenden sonra polis, Karahan ve arkadaşlarını tutuklayıp sorgulamaya alırlar. Kendilerine devletin tören düzenlemediği bir şahsiyete neden tören düzenlediği sorarlar. Gençler adına Karahan, şu tarihî ama manidar cevabı verir.

“Efendim, bize dediler ki İstiklal Marşımızın şairi ölmüş.Cenaze namazına gidelim. İstiklal Marşı devletimizin resmî marşıdır. Siz onu kaldırın. Biz de tören düzenlemeyelim.”

Hasılı Mehmet Akif, için edebiyattan siyasete, toplumdan ferde dahil bu hatıralar ışığında şu sonuçlara ulaşabiliriz: İstanbul-Fatih- Sarıgüzel mahallesinde doğduğu bilinen Âkif’in doğum yeri Çanakkale’nin Bayramiç ilçesidir. Şairimiz Baytar müfettişliği yaptığı Edirne’de annesi sağdır ve yanında kalıyordu. Âkif’in geçici bir süre ile baytarlıkla ilgili bir vazifeden dolayı İzmir’e gitmiştir. Edirne’nin dar muhitindeki mecmualara verdiği şiirlerinde şairliğini kabul ettirmiştir.

Âkif’in ilk şiirlerinde onun Muallim Naci ile Ziya Paşa tesirinde şiirler yazdığını biliyoruz. Daha sonra divan tarzında şiirleri bırakır. Bunun sebebi, ülkenin sosyal bunalımlar ve işgaller karşısındaki durumudur. Bir aydın olarak Âkif’in ister istemez gül ile bülbülden bahsetmesi etik olmazdı. Klasik edebiyat devrini tamamlamıştı artık. Edebiyatı toplumun hizmetine sokma arayışındaydı. Milletin var veya yok olma savaşını şairlikten önde tutmuş bir edibimiz olan Âkif yine de şairlik gücünü çağının olağanüstü olaylarının idrakine söyletmiştir. O isteseydi Fuzuli ayarında büyük bir lirik ve hüzün şairi olabilirdi. Kendi deyimiyle “ben gül devrinde gelseydim elbette bülbül olurdum.”   Hatta kadim dostu klasik şiirlerini kastederek “Bunları toplasak da bir kitap hâlinde neşretsek nasıl olur?” şeklinde sorduğu  sorudan Âkif’in bir hayli rahatsız olduğu ve “Onlar oldukları yerde dursun.”

O kurtuluş savaşımızın bir destan kalbi, bir destan dilidir. Cumhuriyet döneminin bir zihin ve beyin fırtınasıdır. Ölümünün yaklaşması o dar vakitlerde tarihî gölgeden üşüyen, öte yandan ölümün hamasi gölgesine sığınan bir garip, mahzun bir ruhtur. Ama ruhu hiçbir zaman üşümemiştir. İnsanımızın manen ve maddeten yeniden ihyası için bütün kültür, edebiyat ve irade gücünü harcamış büyük bir kahramandır Mehmet Âkif. O duasında kendini unutan adamdır.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Uyarı ve Yakarış Kitabı: Safahat / A.Vahap Akbaş
Suya Düş Kalışlar II / Celal Türk
Silahlar / Ay Vakti
Safahat’tan / Mehmet Akif Ersoy
Safahat’tan -2 / Mehmet Akif Ersoy
Tümünü Göster