Mustafa Miyasoğlu ile Söyleşi

“Kendiliğinden olmayan, her estetik modanın peşinde oluşturulan eserler bir çeşit yabancılaşmanın ürünüdür. Bu yüzden de bazı sanatçılar orijinal olayım derken marjinal duruma düşüyorlar”

Son romanınız Yollar ve İzler. Kaybolmuş Günler yayınlandığında sanki Mustafa Miyasoğlu’ndan hep romanlar bekledik. Ama öyle olmadı. Denemeler ağır bastı. Bu yolun açılmamasında farklı alanlara yoğunlaşmanın etkisi var mı?

Roman biraz dolaylı ve oluşması çok zaman gerektiren bir edebiyat türüdür. Her yıl bir roman yazabilenlerden olmadığım için, toplumun yaşadığı olağanüstü dönemlerle gelişmelere suskun kalamadığım zaman yazıyorum. Gazetelerle haftalık dergiler hikâye ve roman türlerine kepenklerini kapattığından, deneme yazıları sanatçıların toplumla, okuyucumuzla iletişim kurmanın en kestirme yollarından biri oluyor. Bunu farklı alanlarda yoğunlaşma olarak algılamamak gerekir. Ben yine kendi alanımda eser vermeye çalışıyorum; çünkü zihnimde sürekli roman ve hikâye kurgulayan bir taraf var. Bazı hikâye ve roman çalışmalarımın epeyce uzun bir zaman içinde ortaya çıkabildiğini, mesleki meşgalelerin yanında “farklı alanlara yoğunlaşma”nın da romanı engellemediğini ama geciktirdiğini ifade etmeliyim. Demek ki, 30 yıl içinde ancak beş romanın ortaya çıkabilmesinde üç ayrı etken var: Birincisi, ben romanlarımın her birinde o romanın konusuna özgü farklı bir dil kullanmak istediğimden ötürü, uzunca bir zaman yazdığım metin üzerinde çalışıyorum. Bazı romanları iki-üç kere yazdığım oluyor. Yani romanı, genel olarak da sanat eserini çok önemsiyorum. Bu da o esere başlayıncaya kadar ciddi bir hazırlık dönemi geçirmemi gerektiriyor. Romanımı bitirdikten sonra hemen yayınlamak istemiyorum ki, daha sonra değişecek veya eskiyecek bilgi ve görüşlerden arınmış olsun; bir edebî eserin kalıcılığı biraz da buna bağlı. İkinci husus, sizin de belirttiğiniz “farklı alanlara yoğunlaşma” zorunluluğu: 1982-88 yılları arasında beş cilt yayınladığımız Suffe Kültür Sanat Yıllığı ile aynı dönemde beş kitaplık biyografik inceleme çalışması da o dönemde romanlarıma yoğunlaşmamı engelledi. Bununla bir kültür ve sanat anlayışını öne çıkardık; bazı meseleleri dergi ve kitaplardan yıllık sayfalarına taşımaya çalıştık. Sanıyorum bunun o dönemde epey önemli etkileri oldu; belli konular etrafında asgari müşterekler arandı, seviyeli tartışmalarla soruşturmalar düzenlendi. Ben bunu gerçekleştirmenin rahatlığı içinde, sanat çalışmalarıma yeniden dönebilmek için Milli Eğitim ve YÖK adına yurt dışı görevi istedim. Pakistan’dan ülkemize, dünyaya ve insanlığa bakmaya, kültürel meseleleri farklı bir gözle değerlendirmeye çalıştım. Bu arayışı biraz da içinde bulunduğumuz sanat ve kültür hayatındaki ufuk darlığının sebep olduğunu, bunun da sanatçının dünyasını çok kısır bir hâle getirdiğini ifade etmek istiyorum. Zügüdar adlı gezi notlarım bu ufukların ötesini kurcalayan bir romancının eseri olarak yine epeyce emek verilerek ortaya çıktı. Orada hikâyeler de yazdım, daha önce başladığım yeni romanlarımı geliştirmeye çalıştım. Tabii şiirler de yazdım… Sanatçı, gazetecilerle politikacıların çizdiği sınırlar içinde, ideolojik söylemlerle eser vermediği için, çizilmiş sınırların ötesine geçmeyi her zaman ister… Ben romanı biraz da bütün edebî türlerin bileşimi olarak gördüğüm için, sanat çalışmalarımın bütün imkânlarını seferber etmeğe çalışırken acele etmiyor, nehir roman olarak yazdığım tasarılarımı geliştiriyorum.

Şiir kitapları var… Fakat şiir konuşulurken şair Mustafa Miyasoğlu gündemde yok. Bunu açık yüreklilikle soruyorum, sebep nedir?

Şiir bana göre çok özel bir tür; şairin kendini doğrudan ifade biçimidir. Başkalarını da ilgilendirecek bir niteliğe kavuştuğu zaman ortaya çıkar. İlk gençlik çağımda yazdığım şiirler ayrı bir defterde durur. Yayınlanan ilk eserim bir şiir kitabı: Rüya Çağrısı… Hocam Mehmet Kaplan bu şiirleri beğenmiş ve Hisar dergisinde yayınlamamı tavsiye etmişti. Bazıları Hisar şairleri tarafından da çok beğenilen bu şiirler kitaplaşırken Hisar dergisi yayını olarak çıktı: Yıl 1973. Behçet Necatigil bu kitabı o dönemin önemli şiir kitapları arasında zikretti, 60 sonrası Türk şiiri arasında değerlendirdi ve hakkında pek çok yazı yayınlandı. Daha sonra çoğunluğu Edebiyat ve Yeni Sanat dergilerinde yayınlanan şiirlerden oluşan Devran (1978) yayınlandı. Bunların ardından, İslâm dünyasındaki uyanışlarla Hicrî 1400. yıl münasebetiyle oluşan duyarlıktan yola çıkan şiirlerle bir yarışmada derece alan destan denemesinden oluşan Hicret Destanı (1981) adlı şiir kitabım yayınlandı. Bunlar 1980 öncesi sanat anlayışıyla oluşan şiirlerdir ve onları bir araya getiren kitaplar defalarca basılmıştır. Bu üç kitabın Şiir Anlayışım başlıklı ön sözle basılan Şiirler (1983) de o dönemde alaka gördü. İlaveli ikinci toplu şiirler kitabım olan Bir Gülü Andıkça (1997) kısa sürede ikinci baskı yaptı. Ben hiç bir romanımdan almadığım telif ücretini bu kitabımdan aldım. Ardından 28 Şubat geldi ve 12 Eylül’ün yapamadığını yaptı: Sanat ve edebiyat hayatında inanılmaz durgunluk… Son yıllarda çokça yapılan şiir günlerine pek katılmak istemediğim için şair kimliğim gündeme gelmemiş olabilir. Hâlbuki yıllarca önce yayınladığım Çağdaş İslâmî Şiirler Antolojisi bu toplantılarda elden ele dolaştı. Hayatlarında hiç şiir kitabı görmemiş insanların önünde çıkıp şiir okumak bana pek de hoş bir şey olarak görünmüyor. Öte yandan, 80 sonrası şiiri ile fazla bir ünsiyetim olmadı. İkinci Yeni şairleri ölürken hayranları çoğaldı. Bu şiirin hortlatılmasından pek de hoşlanmadım. Beğenilmek adına sevmediğim bir şiir atmosferine girmek istemiyorum, ama kendi şiirimi sürdürüyorum: Geçen yıl yayınlanan Kalbimin Coğrafyası, benim dördüncü şiir kitabımdır. Yeni şiirlerim yanında Çanakkale Destanı denemesini geliştirmeye çalışıyorum. Bunlar tamamlanınca yayınlayacağım. Ben şiir kitaplarımın her birinin de -romanlarım gibi- ayrı birer atmosfer oluşturmasını istiyorum. Sonuçta, sel gider kum kalır sözüne itibar ederim. Şiirim kendine göre bir iklim oluşturursa okuyucusunu bulur, o zaman gündeme gelir tabii.

Sizin bir de fikir adamı yönünüz var. Devlet ve Zihniyet bunu ortaya koyuyor, ama Kaybolmuş Günler, Edebiyat Geleneği ve Bir Gönül Medeniyeti gibi kitap isimleri de bizde farklı çağrışımlar uyandırıyor. Mustafa Miyasoğlu medeniyetler buluşması, Büyük Ortadoğu Projesi ve benzeri konular hakkında neler düşünüyor, bunları da öğrenelim.

Bu ülkede yaşayıp da olup biten şeyler hakkında fikir sahibi olmayan veya bunu ifadeden çekinen sanatçının sorumluluğundan söz edilemez. İki yüz yıldır Batılı ideolojiler savaşının arenasına dönen ülkemizde sanatçıların da ister istemez bir zihniyetin sözcülüğünü üstlendiğini düşünüyorum. Tarafsızlık bile en azından mevcut düzenin sürüp gitmesinden yana olmak gibi bir anlam taşır. Bu ortamda sanatçılardan bir kısmının da bazı ideolojilerin sözcüsü olmasını tabii gören bulunduğunu görüyoruz. Tevfik Fikret ve Nâzım Hikmet gibi Pozitivist veya Komünist anlayışların propagandasını yapanların karşısında, Mehmet Âkif ile Necip Fazıl’ın İslâmî dünya görüşünü benimsemesini benzer bir tavır gibi görenleri her zaman yadırgamışımdır. Hâlbuki Fikret ile Nâzım yabancılaşmayı savunurken, Âkif ile Necip Fazıl İslâm’ı kendilerine göre yorumlama çabasını sürdürüyor, toplumu ve insanlığı bu yönde aydınlatmaya çalışıyordu. Denebilirse ilk ikisi aydınlanma düşüncesi adına toplum mühendisi rolüne soyunurken, ikinci gruptakiler yerli ve millî bir dirilişin ancak kendi köklerimize dönmekle mümkün olduğunu savunuyorlardı. Eve dönüşü savunan Yahya Kemal bir yana bırakılırsa, Peyami Safa ve Tanpınar ile birlikte pek çok çağdaş Türk sanatçısı, bu arada Kemal Tahir ile Oğuz Atay da iki zıt kutup arasında estetik bir yol bulmaya, kendilerine göre bir çözüm aramaya çalıştılar. Böylece Cumhuriyet döneminde Sezai Karakoç gibi her önemli sanatçı biraz mütefekkir olmaya mecbur kaldı. Ben de sanat ve edebiyatı bir zihniyet meselesi olarak gördüğüm için, sanat eserini ideolojik çatışmalardan çok dünya görüşünün tabii yansıması biçiminde değerlendirdim. Bu yüzden, tabii olarak yaşadığımız günler de benim neslimin gözünde bir Kaybolmuş Günler’e dönüştü. Çünkü bir “edebiyat geleneği”nden kopan sanatçının yabancılaşması, kendi toplumunu içinden anlatabilmesi mümkün değildi. Bu bir vetiredir ve çok az sanatçı bunun dışında kalabilmiştir. Böyle bir ortamda Fikret ile Nâzım gibi ideolojik görüşün propagandasını yapan sanatçılar bazı sanat çevrelerinde idol haline geldi. Bu yabancılaşmış sanat çevrelerinde Âkif ile Necip Fazıl ve Sezai Karakoç gibi ülke meselelerine özgün yorumlar getiren sanatçılar da “gerici” görüldü. Kendiliğinden olmayan, her estetik modanın peşinde oluşturulan eserler bir çeşit yabancılaşmanın ürünüdür. Bu yüzden de bazı sanatçılar orijinal olayım derken marjinal duruma düşüyorlar. Bu türden yanlışlıklardan kurtulmak için bu toplumun sözcüsü olacak sanatçıların geçmişin kültür mirası üzerinde kafa yorması, kendine göre bir devlet ve medeniyet tasavvuru geliştirmesi gerektiği kanaatindeyim. Ben bunları denemelerimde ortaya koymaya, Bir Gönül Medeniyeti rüyasını ifade etmeye çalıştım. Yani benim fikir adamı yönüm tamamıyla estetik bir temel arayışından kaynaklanmaktadır. Tabii olarak da sanat eserlerimin geliştiği zemin, ortaya koymaya çalıştığım zihniyet, dışardan empoze edilmiş ideolojik bir doktrin, verili bir söylem değildir. Bu toplumun sanatçısı yaşadığı ülke ve dünya hakkında kafa yormazsa, bu bölgede egemenlik kurmak isteyen büyük devletlerin Büyük Ortadoğu Projesi ve benzeri konular hakkında fikir üretmesine verecek bir cevabı da olmaz. Batılı devletlerin kamuoyu yörüngesinde eser veren kültür çevrelerinin Büyük Doğu fikriyatı oluşturan Necip Fazıl’ı neden sevmediği bilinirse, bu konularda Batı kültürüne teslimiyetçi tavırlar ortaya koyanlara verilen ödüller de anlaşılabilir.

Ve denemeler, günlük yazılar, bilhassa dergilerde yayınlananlar. Bir Mustafa Miyasoğlu külliyatı olmalı bence… Sepetçioğlu ile alakalı yazınızı okuduktan sonra, hakkında yazdığınız isimlerden oluşan bir eser olmalı diye düşünmüştüm… Olabilir mi?

Bir değil, en az iki portre kitabı şimdilik dosya hâlinde gelişiyor. Birincisi, Kendi Şarkısını Söyleyenler, ikincisi de Ruh Akrabaları – Galeri ve Portre… Bunların önemli bir kısmı dünya görüşünü veya sanat anlayışını benimsediğim şahsiyetleri anlatan portre yazılarıdır. Önemli bir kısmı onların sağlığında yazılmış veya günlüklerimde özellikleri not edilmiş dostlarım. İkinci kitap daha yakın dostluklar kurduğum veya çeşitli dönemlerde şahsiyetimin gelişmesinde önemli yerleri olan insanlar… Bunların ortak paydası benim dünyamı ortaya koymaktadır. Bir de 40 yıldan beri dönem dönem yazıp yayınladığım veya notlarımda kalan günlükler. Bunlarda başka günlüklerden farklı olarak dikkati çeken özellik, düşünce günlüğü oluşlarıdır. 40 yıllık dergi yazarlığımda, Millî Gençlik ve Tohum’la birlikte Hisar, Yeni Sanat, Türk Edebiyatı, Edebiyat ve Mavera gibi pek çok derginin yeri ve başarısız bir deneme olarak Sedir’in unutulmaz hatırası var. Daha sonra bizim çevrede ilk yıllık denemesi olan Suffe Kültür Sanat Yıllığı’nın hazırlandığı günleri hatırlıyorum. Bunlar benim için pek çok sanatçı ve fikir adamıyla görüşüp konuşmama, yazışıp tartışma ortamı sağlamama imkân verdi. Tabii böylece sosyal ve siyasal hayatta ifadesini bulan, ama fikir ve sanat alanında sesini duyuramayan Anadolu insanının topluca bazı gündemlere yoğunlaşmasına yol açtı. Batıcı kültür ve sanat çevreleri, görmezlikten gelmeye, yok saymaya çalıştıkları yerli ve millî dünya görüşüne sahip sanat ve fikir adamlarının farklı anlayışlarla ortaya koydukları eserleri bir arada görünce hayli şaşırdılar. Bu dönemde beş biyografik inceleme yayınladığım gibi, beş yıllıkta 10 kişi için özel bölümler hazırlamıştık. Şimdi bütün bunları ve dergilerde parça parça yayınlanan portreleri bir araya getirmeye çalışıyorum. Böylece, yerli ve millî bir kültürün evrensel boyutları ortaya çıkmış olacak. O yüzden de Yedi İklim, Umran, Sarmaşık, Kültür ve Berceste gibi bugünlerde yazı verdiğim dergilerde yayınlanan yazılarda, tıpkı Devlet ve Zihniyet gibi önceden planlanmış kitaplara ait yazılar ağırlık taşıyor. Binbir Günlük bu yazılardan günlüklerin genel adı. Bu arada, dergilerle gazetelere yazdığım yazıların hepsinin birer kitaba girme kaygısıyla ortaya çıkması beni çok disiplinli olmaya zorluyor. Bu da elbette bir külliyatı oluşturacak bütünlüğü ve mükemmelliği gerekli kılıyor. Doğrusu, böyle bir çalışma epeyce de yorucu oluyor. Bazen ben de birçokları gibi yazdıklarımı boşluğa atılmış taşlar gibi düşünerek önüne arkasına bakmadan yazmak istiyorum, ama yaşadığımız çağın ve şartların bizden beklediklerini hatırlayınca yapamıyorum. Özgürlük sorumsuzluk değil tabii…

Gezi var, hikâye var, inceleme var, konuşmalar var… Ve tiyatro… Severek okuyoruz yıllardır… Mustafa Miyasoğlu ehli kaleme ne tavsiye ediyor?

Ehl-i kalem kelamın şartlarını bilir, ama yine de -öğretmenlik tecrübesiyle- bu işe merak sarmış gençlere bazı şeyler söyleyebilirim: İlk olarak bir sanatçının bilmesi gereken şey şu: Sanatın ne yaşı vardır, ne de önceden vazedilmiş kuralları… Sanat ve kültür çevreleri sanatçıları teşvik ettiği ölçüde şartlandırırlar da… Bir sanatçı önce bu şartlanmışlıklardan kurtulmasını ve ideolojik tarafgirliklerle ahbap-çavuş ilişkilerinin kötü yazılmış bir metni kurtaramayacağını iyi bilmeli. Velâyet başka bir şey, şiir kabiliyeti başka bir şey olduğuna göre, dostluk ile estetik gerçek de birbirinden farklıdır. Bir dönem gündemde olmak yerine, hakikate talip olmak çok daha önemlidir. Bu işin özüne ait bir mesele, biçimiyle ilgili olarak da şunu bilmeli: Her yazı türünün kendine göre bir formu ve ona uygun bir dili var. Sanatçı, anlatacağı şeyin hangi türe uygun olduğunu ve seçtiği konunun ne türden mesajlar taşıdığını dikkate alacak bir temel sanat bilgisine sahip olursa, ona yön verecek hiçbir tavsiyeye ihtiyacı olmaz. Ben de böyle yaptım; her sanat eserinin bir keşif faaliyeti sonucunda ortaya çıktığını dikkate aldığım için, benimsediğim türün büyük örneklerini dikkatle okudum. Melez türlere pek fazla itibar etmedim, ama tür sınırlamalarını da aşılmaz engel gibi görmedim. Gezi yazısında ve hikâyelerde her zaman türün sınırlarını zorladım, ama röportaj sığlığına ve gerçekçi olacağım diye günlük hayat gerçeklerinin tuzağına düşmedim. Belli kalıpları kırmadan ve bir riski göze almadan yenilik yapmanın imkânı yoktur, ama sırf yenilik olsun diye de sanat faaliyetini şova dönüştüren tavırlardan da uzak durdum. Propaganda metinleri ile duygu ve adetleri eğiten sanat eserlerinin farkını her zaman önemli buldum. Gençlerin dikkatini çekmek için üzerinde duracağım öteki hususlar da şunlar: Önce, denenmişi denememek ve bir işe girişince o konuda yeterince donanıma sahip olmak gerekir. Şiirimizin gerçekten orijinal eserler vermiş büyük şairi Şeyh Galip orijinal bir eserin anahtarını da veriyor: “Hâyide edâya -yani kullanılmış tavra- el sürme”… Bir de sanat faaliyetini ekmek kapısı görmemek lazım. Bu konuda Fethi Gemuhluoğlu bizim gibi genç sanatçılara şöyle derdi: “Eserinize çocuğunuz gibi bakın. İnsan çocuğunu satarak yaşamayı düşünebilir mi?” O yüzden ben hiçbir eserim için telif pazarlığı yapmadım, onu yayınlamak isteyenin samimiyeti ölçü oldu benim için. Eserimin istismarına da izin vermedim tabii. Yayıncılar elbette eserin mesajını benimsemeli. Ölçüsü de şu olmalı: Eserinizin telif geliri olabilir, ondan ummadığınız kadar para kazanabilirsiniz, ama para, şöhret ve ödül kazanmak için eser vermeye çalışırsanız, büyük sanat eserinin olmazsa olmazı olan samimiyeti kaybeder, esnaf durumuna düşer, eserinizi “siyasa ve piyasa” şartlarına kurban edersiniz. Bu da tabii iğne ile kuyu kazan bir sanatçının başına gelebilecek en kötü şeydir; şeytana uymaktır. Bozuk düzenin sözcüsü olmak gibi, ona ses çıkarmadan zulme rıza göstermek de ruhen soylu tavırlar beklenen bir sanatçıya yakışmaz. Şuara Suresi bunlara gerekli dersi verir. Burada eleştirilen şairler, aslında tarih boyunca Hakkın tebliğine karşı çıkan kanaat önderleri ve kamuoyu sözcüleridir. Onlar resmî ideolojilerle fikirleri öldürürler. O yüzden böyle yasak koymak insanlık şerefine aykırıdır, çünkü Rabbimiz yarattığı insanı istediği dine inanmakta serbest bırakırken  kimsenin  insan düşüncesine pranga vurmaya hakkı yoktur. İnsanların zihnine baskı yapan Batılı ideolojiler egemenliğinde, özgürlük düşüncesi sadece isyana mahsus bir hak gibi görülürken, İslâm insana hiçbir beşeri doktrinin vermediği özgürlüğü layık görür. Fakat bu özgürlük de elbette sorumsuzluk değil. Seçtiğiniz değerler size sorumluluk da yükler. Bunun karşısında özgürsünüz. Bir medeniyet krizi yaşamış olmamız sanatçının Batılı değerleri kendi kültürüne tercih etmesine elbette kapı açmaz. Bizim gibi bir kültür ve medeniyet kavgası yaşamayan sanatçı, Fuzûli ve Şeyh Galip gibi bir temada derinleşen eserler verebilir. Fakat Yunus Emre ile Mevlâna’nın yaşadığı çağın benzeri bir dönemde yaşayan sanatçının sorumsuzluluğu farklı. Aslında büyük davaların insana yüklediği sorumluluk büyük eserlerin de anahtarlarını verir. Toplumunun manevi ve kültürel değerlerini yüceltmek gibi bir misyonu benimsemiş sanatçının toplumuna ve okuyucusuna vereceği mesaj, onun işini alabildiğine ciddiye alarak hariçten gazele kulak vermesini mümkün kılmaz. O zaten 24 saat işinin başındadır ve kimse ona sözde tavsiyelerle yol gösteremez; o ne yapacağını iyi öğrenmiştir, bilir. O yüzden bir yerde şöyle demiştim:

İşini iyi yapan kendi şarkısını söyler.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Şafak Tatmış Ağız Kekre / Alâaddin Soykan
Sırrın Ağzı / Mehmet Öztunç
Zamana Bir Velvele Salmak İstese de Yüreğim / İsmail Bingöl
Yirmi Beş Issız Gece-4 / Mazlum Civan
Yedinci Yıl Nobel ve Karışık Kafalar / Ay Vakti
Tümünü Göster