Geldi ramazan ayı, ey yâr-ı kamer-sîmâ,
Ol sâim-ü az uyu, tâ kalbin ola bînâ.
Erzurumlu İbrahim Hakkı
Ramazan bu yıl da, her yıl olduğu gibi, gönülleri fetheylemek, Müslüman yüreklere tatlı bir âlemin rayihasını duyurmak üzere geldi. Belki bu hoş rayiha, inanca karşı duyulan bu içten samimiyet; şehirlerimizde her daim vardı. Ama bu varoluş, Ramazanda daha bir kendini göstermekte, daha bir aşikâr olmaktadır. “On Bir Ayın Sultanı” şehirle merhabalaştığında, caddelerinde, sokaklarında ve özellikle evlerinde açıkça göze çarpan o fevkaladelik, bu duruma aşina olanlarla birlikte herkesi kendine hayran etmektedir.
Bir güzel telaşla semtimize, şehrimize düşen Ramazan, kendine tanınmış ayrıcalıktan da mütevellit, inanan kalpleri adeta lahuti bir âlemden getirdiği kokularla, hislerle başkalaştırır, ruhlara taptaze bir heyecan ve gönüllere bir naziklik, nazeninlik kazandırırdı. Hele de kalabalık bir ailede evin en küçüğüyseniz, insanların tavır ve davranışlarındaki bu değişim sizin için farklı bir durum ifade ederdi ve çocuk ruhunuzla Ramazanı daha çok sevmeye ve bir an önce oruç tutmaya başlardınız.
Söz çocukluktan açılınca, insanın “Ramazan geldiğinde hatıralardan başka ne anlatılır ki?” şeklinde düşüneceği geliyor. Hele de bir Anadolu şehrinde ikamet ediyorsanız ve Ramazanın oradaki yaşantıya kattığı güzelliklerin her biri, büyük şehirlere oranla, hâlâ daha tadına varıla varıla ve topluca yaşanılıyorsa, şimdi mazinin bir parçası olmuş o eski günlerden bahis açmak daha kolay ve tatlıdır.
Tadı ağzımızda kalmış, lezzeti dimağımıza çıkmamacasına yerleşmiş eski Ramazanların yanında, bugünün koşuşturulan, telaş içerisinde geçirilen ve anlamı üzerinde bile yeterince düşünülemeyen Ramazanlarının gelecekte anlatılacak yönleri herhâlde daha azdır. Yoksa; “… her kaybettiğimiz şey gibi o da mı bize güzel geliyor? ” Gerçi bu düşüncemizi, “Hep eski Ramazanlar diyerek nereye varmak istiyorsunuz? Şimdilerde çocukluğunu yaşayanların Ramazan hatıraları daha mı renksiz, neşesiz ve tatsız olacaktır o hâlde…” diyerek eleştirenler de çıkabilir. Bu karşı çıkışta haklı noktalar mutlaka var. Ancak, bizim büyüklerimiz için de öyle değil miydi? Şimdi geçmişin dünyasında kalmış, o zaruret, o yokluk ve kıtlık yıllarında tuttukları oruçları anlatırken bile, ön plana bir güzellik gelip yerleşmez miydi ve biz onları ağzı açık dinleyip heveslenmez miydik. Bizden sonra gelecekler için de, bu kadar olmasa bile, yine buna benzer sahnelerin yaşanacağını sanıyoruz. Fakat şurası bir gerçek ki, eskinin durağan, ilişkileri daha sağlam, daha inandırıcı, daha samimi dünyasında tutulan oruçların, yaşanan günlerin tadı elbette ki bir başkaydı.
Hemen çoğu kişi, her Ramazan geldiğinde, geçmişin perdesiyle kaplanmış günlerdeki oruçlara, aldığı iftarlıklara, çocuk ruhunda bir başka yer tutmuş ezanlara, teravih namazlarına, bin bir nazla kalkılan sahurlara ve en önemlisi; o günlerde gördüğü sevgiye ve şefkate, komşuluk ilişkilerine yeniden döner. Hatıralar şeridini geriye alarak, yeniden seyreder geçmişe gönderdiği, hüzünle ve hasretle andığı zamanları… O günleri bir daha yaşayamayacak oluşuna üzülür ve “Ah Ramazan günlerinde gördüğüm sevgi ” diyerek, duygularına mısraları tercüman kılar.
Çocukluğumun Ramazanları karlı vakitlere dayanır. O yıllarda, karıyla, soğuğuyla, buzuyla ortalığı velveleye veren büyük kışlar yaşanırdı. İlk hatırlayışlarımın böyle günleri akla getirdiği orucu, tam olarak tutmaya kaç yaşında başladığımı hatırlamıyorum. Belki de bunun yegâne sebebi, yediğimi hatırlamadığımdan olsa gerek. Dedenin, babanın, kardeşlerin, ablaların, eniştenin ve gelenin gidenin çok olduğu bir evde, herkesin iftar vaktine odaklandığı ve bütün hazırlıkların, iftar edeceklere yönelik olduğu bir zamanda, ne bulursanız onunla karnınızı doyurmak zorundasınızdır. Böyle yapınca da, akşam olduğunda sofrayı dolduran yemeklerden yeme şansınız azdır. Onun için de, bu hevesle, yarım yamalak da olsa, oruca niyetlenmek ve sonrasında da, ara sıra tutmak suretiyle oruca hazırlanılırdı. Siz farkında olmasanız bile, bu yapılan büyüklerin kontrolü altında gerçekleşirdi yine de. Onlar bu dikkatle, Ramazan’ın çocuk ruhunuza yerleşmesine ve oruca daha kolaylıkla alışmanıza yardımcı olurlar. Orhan Okay hoca “Ah o eski Ramazanlar” başlıklı yazısında oruca başlayışını bakın nasıl anlatıyor:
“ Malum, her çocuk gibi beni de önce yarım oruçla kandırdılar. Yani sahura kalkmak, sonra ya öğünleri tam yiyip aralarda yememek veya öğleye kadar tutmak gibi. Bu, doğrusu işin eğlenceli tarafıydı. Oyuna da engel olmuyordu. Fakat yine çocuk yaşlarda, kendi isteğimle tuttuğum ilk tam orucumu iyi hatırlıyorum. Öğle vaktini biraz geçtikten sonra anneme sık sık, iftara ne kadar kaldığını, iftar yaklaşınca da babama, bayrama kaç gün kaldığını sorduğumu da unutmadım.”
Ramazan’a dair hatırlanacak o kadar çok şey var ki, şimdi uzak bir hayal olan çocukluk günlerimizden aklımızda kalan… Horoz şekerleri, tapa tabancaları, fırında pide kuyruğunda yapılan kavgalar, ağız dalaşları, uykulu gözlerle eşlik ettiğimiz sahurlar, yanık sesli hafızların nidalarıyla ruhumuzu alıp bir başka diyara götürüşleri, bizim için adeta birer eğlence olan teravih namazları, eli sopalı müezzinler ve daha neler neler…” Ramazan ayı çocuklar için, hayatın belki de en tatlı günlerini getirir. O günlerde çocuklar ailelerinin birlikteliğine tanık olur, onların mutluluklarına eşlik eder. Ramazan eğlencelerinde hafızasına unutulmaz güzellikler nakşedilir.” (Adem Özbay)
Günümüzde bazı yerlerde yaşatılmaya çalışılan bu güzel adetlerden biri Ramazan topu, diğeri Ramazan davulu, bir başkası ise; hikâye ve destanların anlatıldığı, âşıkların çalıp söylediği kahvehanelerdir.
“Ramazan Topu”nun bir sembol, çocukluğumuzun Ramazanlarının vazgeçilmez sesi olduğunu bilir ve horoz şekerlerini kaçamak yaladığımız oruç akşamlarında, sokakta akşam ezanından çok, “Ramazan Topu”nu beklerdik…
Yumurtalı, bol susamlı, mis gibi kokan Ramazan pideleri ellerin üzerinde zevkle taşınıp, evlerden evlere tabak tabak, sini sini yemekler götürülürken, biz, yani mahallenin çocukları, büyük bir heyecan ve sabırsızlıkla “Ramazan topu”nun atılmasını beklerdik. Muzırların patlattığı tapalar kulaklarımızı, ama en çok da kahkahalarımız çınlardı sokaklarda… Kanatlı kapılardan, merdivenlere, merdivenlerden sofalara ayak sesleri taşınırdı… Mutfakta bir hareket, bir hararet… Sormayın gitsin… Ve biz, yani çocuklar, mahallenin çocukları… “Bumm” sesini duyduğumuzda, olanca hızımızla evlere koşmaya ve büyüklerimize iftarlarını açabileceklerini haber vermeye giderdik. Sanki biz topun patladığını söylemezsek, oruçlarını açamayacaklarmış gibi… Ardından “… birkaç sâniye içinde yolların, sokakların, hatta bütün şehri terk edilmiş gibi ürkütücü bir tenhalık” sarardı.
Ya sahurda çalınan davul… Onun Ramazan gecelerimize kattığı güzellik bir başkaydı. Gerçi hâlâ çalınmaya devam ediyor bazı yerlerde ama, hem davulcu ve hem de davulun çıkardığı ses, o eski ahengi, o heyecanı hatırlatmaktan çok uzak… Sadece “güm güm” diye vurmaya devam ediyor davulcu davula… O kadar…
Oysa eski mahallelerde davulun sesi daha başka ve daha güzel çıkıyordu sanki. En azından “davulun sesi” sadece uzaktan hoş gelmiyordu, yakına gelince de bu hoşluğunu muhafaza ediyordu.
Her gece beklerdik davulcunun geçişini… Adeta tanıdık olunurdu Ramazan’ın sonu gelinceye kadar… Zaten çoğunlukla ayakta olduğumuzdan, sesini duyunca hemen koşardık sokağa… Biz gidinceye kadar daha büyük sevdalıları başını sarmıştır bile… Öyle, “dan dan” vurup ve geçip gitmek olmazdı hem. Yani; davula vuruşu, zaman doldurma, yasak savma bâbından değildi. Durup adam gibi çalardı ve ancak bundan sonra gitmesine izin verilirdi davulcunun… Hatta, küçük bahşişler karşılığında “kurtlarını dökenler” bile olurdu bu “sahur sefası” sırasında… Meraklılarının elinden zor kurtulduğu bile söylenebilir zavallının(!). Bu arada evlerin lambaları yakılmıştır. Bazıları da bu şenliğe pencerelerinden eşlik ederlerdi. (Birlik ve bütünlük içindeki o eski mahalleli, şimdi kim bilir nerelerde geçmişteki hatırlarıyla avunuyordur. Epeydir, apartmandaki kapı komşumuzu dahi tanımıyor hâldeyiz de…)Davulcu ve onu sahur vaktine kadar dört gözle bekleyenler açısından Ramazan’ın kışa rastlaması pek arzu edilir bir durum değildir. Zira davulcu, hava soğuk olduğundan, şöyle keyifle ve rahat rahat çalamaz davulunu; dinleyenler ise, davulun derisi soğuktan etkilendiği için, çıkan sesi pek sevemezler. Yazar Refik Halit Karay, “Eski Zamanlarda Ramazan Hazırlığı” adlı yazısında bu durumu kendince şöyle dile getiriyor:
“Benim çocukluğumun Ramazanları kara kışa rastlamıştı. Onun içindir ki, kulağımda kalan ilk davul sesi oldukça kof ve hayli neşesizdir. Zira deri, rutubetten pörsümüş bulunurdu; ayrıca kapalı camlar ve kafesler ardından ses, içeriye boğuklaşarak girerdi.”
Ya kahvehaneler? Oralarda anlatılan hikâye ve destanların, aşıklar tarafından çalınıp söylenen deyişlerin, mekânı dolduranlarca nasıl can kulağıyla dinlendiğine az da olsa şahidizdir. Ramazan’da bu mekânlar, aşıkların diliyle aşk, sevda, dostluk ve başka temalar üzerine söylenmiş mısralarla şenlenirken, bir yandan da “halk kendince gülüp eğleneceği nükteler de üretirdi. Mesela; oruçtan hiç şikâyet etmeyip keşke bitmese de devam etse, diyen yaşlı annesine “Anne, müftülükten bir açıklama yapıldı, Ramazan bir ay uzatılmış, bir ay daha oruç tutacağız.” tarzında espri yapan oğluna kızan annenin “Toprak başlarına, ben daha tutmam.” demesi gibi. ” (Ömer Özden,Türk Kültüründe Ramazan)
Her kavuştuğumuz Ramazan, “… içimizdeki çocuğu uyandırıyor ve artık unutulduğunu sandığımız eski heyecanları kadîm bir dost çehresi gibi karşımıza çıkarıveriyor. (…) Ara sıra kendinizi de hoş görün; oruçlu ikindilerde kitaplı kaçamakların meşru serseriliğini görmezden gelin: İçinizdeki çocuğa da iftarlık almayı unutmayın! ” (Ahmet Turan Alkan)
Tam olarak anlatamasak da, günlerin dünyamıza, şehrimize, semtimize bir başkalığı, değişik bir aydınlığı getirdiğini sezerdik ve çocuk yüreğimizi tarifsiz bir coşku, bir sevinç kaplardı Ramazan geldiğinde… Yağmurlar bir bereketi taşır, sokaklar o ürkütücü sessizliğinden uzaklaşır, mekânların kapıları ardına kadar açılırdı. “On bir ayın Sultanı” geldiğini her hâliyle belli ederdi. Gönüllerden gönüllere pencereler açılır, her yanımızı ve her anımızı bir sevgi halesi kaplardı. Nuranî çehreler; elleri, belleri, dilleri kötülükten uzaklaştırmanın güzelliğinden söz eder, insan olmanın erdemi hâkimiyetini ilan ederdi. İşte böyle nice nice Ramazanlar, bayramlar geçip gittiler. Arkalarında, onun uhrevî havasına, bereketine doyamayanların gönüllerinde hüzünle karışık hatıralar şeridi bırakarak… Ahmet Rasim’in bir Ramazan sohbetinde dediği gibi;
“Daha ne günler, ne seneler, ne asırlar, ne devirler gelip geçecek ve bizden sonrakiler de, bu geçenler hakkında:
– Göz yumup açıncaya kadar!… diyecekler… Nasıl ki, bizden öncekiler de böyle demiş, biz de böyle diyoruz!… Umumi, ezel! bir kanun gereği… Rıza ve tevekkülden başka elimizden ne gelir?”
Hatıraların girdabına düştüğümüzde, güzellikleri de, çirkinlikleri de abartırız. Bu da öyle bir şey mi yoksa? Belki de, bir Ramazan gününde, geçmişin at arabalı, faytonlu sokaklarında görüp geçirdiklerimizi şu iki mısra daha iyi anlatıyor:
“Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedim,
Bir peri suret görünmüş, bir hayal olmuş sana…”