Evvelen şunu kabul edelim. Taşra, merkezin dışladığı ve dışında bıraktığı yerdir. Merkeze, şehre göre konumlanan ve bir yönüyle de ötekileştirilen mekânlardır taşra… Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak (2002) filminde taşradan İstanbul’a gelmiş Mahmut’un merkezden/İstanbul’dan ekmek, su ve sevgi beklemesini izlemiştik.
Üç Maymun’da (2008) merkezde kurulmuş taşranın yani varoşun içinde bir ailenin dağılmasını, boğulmasını ve hayat bulamamasını seyretmiştik.
Bir Zamanlar Anadolu’da (2011) taşrayı araba farları ile aydınlatan bir hikâyenin peşinde koşarak ezen-ezilen, bürokratik-hiyerarşik sınıflamalar üzerinden taşra acısını görmüştük.
Ceylan’ın yeni vizyona girmiş Ahlat Ağacı (2018) ise üniversite için şehre gitmiş Sinan’ın okulu bitirdikten sonra taşraya dönüşünü ele alıyor. Öyle ya taşra dönülecek yerdir.
Sinan, sınıf öğretmenliği bölümünü bitirmiş ve memleketi olan Çanakkale’nin Çan ilçesine dönmüştür. Bu küçük ilçede karşılaştıklarından birisi de lise arkadaşı Hatice’dir. O, şehrin ışıklarına, kalabalığına, sahte görkemine, beton duvarlarına özenmektedir. Bu da taşranın yadsınamaz bir gerçeği.
Şehir özentisine karşı Sinan’ın tavrı ise nettir: “Gördüklerinin hepsi boş.”
Öte taraftan taşranın acı ve sıkıntı veren halleri de ortaya çıkar bu hikâyede. Babası İdris’in at yarışı merakı ile borç batağına saplanmış bir öğretmen olması, aile huzurunun kalmaması, elektriklerinin kesilmesi ve başka problemler…
Sinan’ın ailesi tipik bir taşra ailesidir. TV karşısında vakit öldüren, para sıkıntıları ile boğuşan ve bundan dolayı sağlıklı bir iletişim geliştiremeyen bireylerdir. Hayat kolay değil. Hele ki taşrada. Ancak dertlerin, hayal kurduran bir yönü de var elbet.
Tıpkı baba İdris’in köyünde su çıkmaz denilen yere kuyu aşmaya çalışması, emekli olup köye yerleşmesi ve köpeklerle, kuzularla yani doğayla yaşaması hayali gibi. Bu durum bir yandan taşranın da taşrası olarak ilçeden köye geçişi ifade ettiği gibi aynı zamanda daha doğala, daha öze gidişi de simgeliyor.
Oğul Sinan’ın hayalleri ise edebiyata dair.
Kitap çıkarmak istemektedir. Taşrada varlığını kabul ettirecek bir mecra bulmak derdindedir. Ne de olsa öğretmendir ama atanamamıştır. Kendisini ispat etmenin yolu da kitabını çıkartmaktır. Bu da kolay değildir. İlçe belediye başkanının kapısını çalsa da eli boş döner. Başkan, Sinan’ı ihaleci bir kum ocağına havale eder. Onlar da yanaşmaz. Bu kez taşranın tanınan yazarı Süleyman beyle karşılaşır. Ve hayalini, kitabını anlatır. Biraz da ukalaca. Süslü cümleler, kendini kabullendirme çabaları da cabası.
Yine başaramaz… Taşra öylesine zordur işte.
Taşrada hayat yeniden sorgulatır insana kader nedir diye. Sinan, babasının kuyusuna yardım için köye gidip gelmektedir. Köyün imamı Veysel hoca ile komşu köyün imamı Nazmi hocayı elma aşırırken yakalar. Ve başlarlar din ve kader üzerinden konuşmaya.
Bilirsiniz, Türk sinemasının imam imajı berbattır. Bu Yeşilçam hastalığı devam etse de bu kez farklı bir durum söz konusu. Veysel ve Nazmi hocaların din anlayışlarındaki farklılaşmalar gün yüzüne çıkıyor. Bir tarafta tamamen geleneksel bir tavırla dini anlamaya çalışan Veysel hoca. Öte tarafta ise daha modern bir zihinle rasyonel bir bakışa sahip Nazmi hoca. Aralarında da Sinan. Din üzerinden bitmeyen tartışmalar…
Sinan, kitap derdine çareyi ise babasında bulur.
Nihayetinde babasının çok sevdiği av köpeğini gizlice çalar ve satar. Kitabını bastırır. Annesine, babasına hediye eder. Bir kısmını da kitapçıya bırakır, satılsın diye. Ardından askere gider…
Döndüğünde taşra yine aynıdır. Kitapları satılmamıştır. Annesi ve kardeşi TV karşısındadır. Babası ise emekli olup, borçları ödemiş ve köye yerleşmiştir. Kuzuları, köpekleri ile hayatına devam etmektedir.
İşin ilginci Sinan’ın kitabını okuyan da sadece babasıdır. Her sayfasını hem de satır satır…
Sinan, babasının yanında gider. Ona yardım eder. Herkesin dışladığı bu adamı yani babasını sahiplenir. Filmin finalinde ise babası, rüyasında oğlunun başından beri uğraştıkları kuyuda kendisi astığını görür. Gözlerini açtığında ise Sinan kuyuyu kazmaya devam etmektedir.
Taşrada hayat böyle gelmiş böyle gidecektir…
Ahlat Ağacı, ne bir taşra övgüsü ne de yergisi. Taşranın hallerine vâkıf bir film.
Taşra, başta sevmeyip hatta nefret edip sonrasında delicesine bağlanılan ve kopulamayan yerdir aslında.
Film bu kopamamayı baba ve oğul üzerinden işliyor. Sinan ve babası İdris’in filmin başından sonuna vardıkları nokta da tam burası. Babalar ve oğullar. Babalarını takip eden oğullar. Tıpkı Andrey Zvyangintsev’in başyapıtı Dönüş filmindeki gibi. Evlatlar, babalarının izini sürer.
Nuri Bilge Ceylan’ın taşrası müphemliği, can sıkıntısını, melankoliği, aidiyet sorunlarını ve bağlanmayı barındırıyor.
Ahlat Ağacı da taşranın izini sürüyor diğer filmleri gibi.
Ancak estetik farklarla. Fotoğrafın yerine daha fazla diyalogla, sabit kameraların yerine daha hareketli kameralarla, salt gerçekçiliğin yerine daha dramatizmle. Yönetmenin Kış Uykusu ile başlayan ve Ahlat Ağacı devam eden bir değişimi söz konusu…
Oyuncular içinde Doğu Demirkol (Sinan) ve Serkan Keskin (Süleyman) iyi bir performans sergilese de diğer oyunculuklar için aynı şeyi söylemek biraz zor.
Ahlat Ağacı’nda yönetmen, taşrayı terk etmiyor. Gitmiyor. Israrla bekliyor.
Dilerseniz siz de buyurun taşraya…