Gecenin demi yalnızlığa çökünce geçersin köşene. Yarım çayın, yetim şarkıların bir de kanayan yaraların…Gece daha da kanatır çünkü yıldızlar tuz serper yaralara… Kabuk bağlamaz yarandır sılaya hasretin, ailen… Onlarsız her yer gurbet, her yer ırak, her yer ayaz yahut çöl… “Ağlama anam ağlama/Mavi yazma bağlama” türküsünü dinlersin, biraz dolanırsın ortalıkta. “Baba bugün dağlar yeşil boyandı/Kim öldü kim uyandı” uzan havasıyla yığılır kalırsın orta yerde. Koştuğun çayırlar, çıktığın bayırlar gelir kardeşinle gözünün önüne. Kan ter içinde soluklanmanız çeşme başında bir de…
Güzel günler hep çocuklukta kaldı hep de ailenin sıcaklığında. Sana kalan bıçak gibi kesen soğuk ve artçı sıtmalar… Kat kat yorganlar alamaz titremeni artık… Uyku nöbet nöbet gelecek bedenine, balkonda buz tutan çamaşırlar gibi kaskatı kesilecek elin ayağın… Ayaz sırnaşık bir kedi gibi gelecek sonra… Baştan bir hoşuna gidecek ayaz, ısındım zannedeceksin. Lakin kanını, iliğini çekmiş sonra fark edeceksin… Uyur uyanık kâbuslar göreceksin. Çıkamadığın tepeler, düştüğün uçurumlar hararet yapacak dimağında. Gözlerinden volkan şelaleleri fışkıracak. Alışacaksın illaki uzağa, ayaza ve yalnızlığa… Geçmez denilen neler geçmedi ki hayatta? Yaralarını bağlayacak zaman, “Kaşımayacaksın!” diyecek işaret parmağı dudaklarında… Susacaksın, delilenip bıçak dürtmeyeceksin, tuz biber basmayacaksın, kaşımayacaksın şart bu… Hatırlatan ne varsa kaldıracaksın ortalıktan. Temcit pilavı gibi olup olmadık zamanlarda hatıraları gözünün önüne getiren zihnini ne yapacaksın? Zamanın sözü zihne işlemez, bilirsin. Kendi yatağında durgun bir sudur zaman. Titreyen bir göl mekân… Kalp yarasına, gönül sızısına ok atar anılarla… Annenin kevgirini, kalburunu hatırlarsın, babanın zımparasını, dülgerini de… Zaman rendeler acıları, ufaltır ilk zamanki gibi acıtmaz artık…
Öyle de bakalım; dolama çıktığında parmağında, rendelenmiş sabun ve yumurta anneni hatırlatmadı mı? Sargıydı, sezgiydi anne, hiç durmayan sızı… Şimdi kaçasın var evden, şu gurbet akşamında! Koşasın, duraksız koşasın var! Bisiklet sürmek belki de! Evet, bisiklet! Karne hediyesi olarak akşam kapının önünde gördüğün bisikletle ama! Babanın sürpriz yaptığı o sarı bisiklet… Pedal pedal kaçmak istiyorsun bu şehirden, bu yaban elden! Çan seslerini arkada bırakarak saba makamıyla için yıkansın istiyorsun. Şeb-i Yelda misali karanlığın artık aydınlığa dönmesini bekliyorsun. Babanın Kur’an tilavetiyle uyuyacağın, annenin türküleriyle uyanacağın sabahların heyecanı içinde yuvalanıyor ve doğacak vaat edilen güneşleri memleketin. İğde kokusuyla gereceksin göğsünü, papatyaları taç yapacaksın başına… Yuvarlandığın çimenler, kandığın çeşmeler, kırdığın kiremitler, düştüğün ağaçlar, atladığın çardaklar, yürüdüğün duvarlar…
Çocukluk; baba omzu, anne göğsü, kardeş eli en çok da… Omuzlarında uyuduğun geceler, kucağında şefkate doyduğun sabahlar, el ele koştuğun ovalar… Çocuk gülüşü kadar taze heyecanlar… Sırlar, meraklar, yorgunluklar can yarısı, ciğer parçası kardeşle paylaşılan… Bohça bohça çocuksu telaşlar, rüzgârgülleri, horoz şekerleri… Uçurtma olsun ailen; bir ucu hep elinde… Ne kadar uzaklaşırsan uzaklaş bad-ı saba gibi saçlarında, dua dua dudaklarında, bir nevakar beste kulaklarında…
“Uçurtmanın peşinde bir çocuk” diye başlıyorsun her hikâyeye. “Çocuğun peşinde bir uçurtma” diye düzeltiyorsun yüzünde gülücüklerle… Uçurtma gölge olsun, güneş olsun, ufuk olsun, gelenekten geleceğe ümit olsun… Uçurtma bir kanadı sevgi, diğeri saygı, yuvaya kanat geren bir kuş olsun; zümrüd-ü Anka olsun… Nefti ahengiyle kucaklasın huzur, çivit rengiyle yıkasın gökler… Yerdekiler sağ salim ve paklar… Devam ediyorsun bir kelime annenden, bir mana babandan;
“Şükür ki aidiyet ipiyle sımsıkı bağlandığımız ailemiz var, şükür ki akrabalık bağımız var Hakk’a götüren, hakkı getiren gönüllerimize… Bereketi, dirliği ile yenlik katan sıla-ı rahmimiz var yüreklerimize… Göklere bakma âdetimiz, uçurtmalara sevdamız bu yüzden… Annemiz, babamız, kardeşlerimiz gizli zırhımız, saklı duamız beden ikliminde… “Öf bile diyemeyeceğimiz” şefkat kanatları, ülfet adımları onlar… Yudum yudum hilm sütümüz, ünsiyet libasımız, iyiliği emreden yanımız onlar… Dirayetli duruşumuz, inayetli bakışımız, onurlu başımız onlar… Yaralamadan yontan, şekillendiren, keskin taraflarımızı körpüleyen onlar… İyiliklerimize teşvik, hatalarımıza set onlar…
Şükür ve şükran ile… Bin şükür ve bin şükran ile… Yuvamızın neşesi, ailemizin ihtişamı, hayatın huzuru ailem… Şükür ve şükran sebebim, Hakk’a bağlayan, hayata tutunduğum dal, doğruluğu bulduğum sarmaşığım, ben size aşığım…”