“Demiryolu Hikayecileri” üstad Oğuz ATAY’ın en beğendiğim öykülerinden biridir. Uzak bir dağ kasabası istasyonunda çalışan üç hikayeciyi konu eder. Yazarın ustalıklı kurgusuna esprili göndermelerine değinmeyeceğim. Bu öykünün son cümleleri benim sözümün ilk cümleleri olacak: “Nerede bulunduğumu nasıl anlatacağım? Bu sorun da beni düşündürüyor. Ama gene de ona yazmak, hep onun için yazmak, ona durmadan anlatmak, nerede olduğumu bildirmek istiyorum.Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” (1)
Bir bakıma Atay’ın gerçek yazar kişiliğiyle bütünleştirilebilecek öykü kahramanımız olan hikayeci yazar, okurunu aramaktadır. Böyle bir arayışa hakkı vardır. Üstelik buluşma için hiçbir ön koşul da ileri sürülmemektedir. Niçin böyle bir buluşma arzulanmaktadır? Görünürde düşler, düşünceler paylaşarak hiç değilse yalnızlığın ağır, sıkıcı havasını dağıtmak gibi bir amacın güdüldüğü söylenebilir. Böyle bir paylaşım insanı çoğaltır. Hem sonra sanatçı; varlığının coşkusunu paylaştıkça yaşar. Okur da aynı etkiler altındadır. İyi ama yazar nerededir, okur nerededir? Anlam paylaşmak, birlikte düşünmek için yazarın da okurun da duruş yerlerini belli etmeleri gerekmez mi? Yaşama ve kendimize ilişkin tüm algı ve tasavvurlarımız, duruş yerimizi belirleyen başat etkenlerdir. Demek oluyor ki duruşumuzu ortaya koymak bir bakıma duyarlıklarımızı ortaya koymaktır. Atay, yazarın ve okurun yerini belirlemeye dönük arayışta hiçbir ideolojik hatta düşünsel kaygı gütmez. Ona göre önemli olan sevinciyle üzüncüyle hayatı olduğu gibi yaşamaktır. Aynı anları aynı zamanları birlikte yaşamak bizi kendiliğinden anlaşma zeminine götürecektir. Bir yönüyle anlamın da anlaşmanın da pratik karşılığı budur: Değişik uçlarından da olsa bir anı birlikte yaşamak, yaşantıya dönüştürmek.“ Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?“ diye soran yazarın tavrı gerçekten ilginçtir. Adeta kendi varoluşunu okura bağlamıştır. Ancak bu bağlanış saf, samimi dostluktan başka bir gerekliliğe dayanmaz. Yazar bırakınız okuru biçimlendirmeyi, onu küçümsemeyi; karmaşanın ayrıştırılmasında ondan yardım istemektedir adeta. Bu tam böyle değildir kuşkusuz. Çünkü yazarın kendine güveni de açıktır. İşte ben buradayım diyerek ortaya çıkmıştır. Saklama, saklanma gereği hissetmemiştir.
Saklanmamalıdır. Ortaya çıkmalıdır. Ne adına, kim adına? Kendi adımıza ve olduğumuz gibi.Öncelikle, sadece insan yanlarımızı kuşanarak birlikte anlam çoğaltmalıyız.
Sanatsal faaliyet bir anlamın izini sürmek demektir. Üslûp ve içerik olarak özgün izleğe ulaşmayı hem kolaylaştıran hem zorlaştıran çeşitli durumlar vardır. Bu durumlar nelerdir? Yapacağımız kritiğin önünü açacak başka sorular da sorulabilir: Genel anlamda sanatsal okumalar ne ifade ediyor, neleri gerekli kılıyor? Nitelik ve nicelik olarak anlamın artıp eksilmesinde yazarın mı okurun mu payı daha çoktur? Katılımcı ve çoğulcu okuma’dan ne anlıyoruz? Otokritik okumalar yanında otokratik okumalardan da söz edilebilir mi? Bir yapıt totaliter duyguların tatmin aracına dönüşebilir mi?
Bir sanat yapıtının bir tarafında sanatçı, diğer tarafında alımlamacı bulunur. Alımlamacı, yazılı eser karşısındaki konumuyla okur, yapıta kendi yorum ve yaşantısını katarak metnin anlam metaforunu genişletir. Tersi de olabilir doğallıkla; yani okur kendi zaviyesinden bakarken anlam alanını daraltabilir.
İç evrenimizi nasıl ki sadece sanat yapıtları belirlemiyorsa sanat yapıtının anlamını da sadece okur belirlemez. Eserin önemli bir boyutu olarak anlamın oluşmasında okurun edimleri, duygusal zenginliği, bilgi birikimi kısaca onun algı ve anlam(a) dünyası önemli etkenlerdir. Metin ile okur, yazar ile okur arasında kurulan ilişkinin baskın öğesi okurdur dersek düpedüz yazarı da metni de hesaba katmamış olmaz mıyız? Sanat yapıtının her alımlamacıda farklı algılamalarla karşılık bulması yazarın metne, metnin okura etkisini ortadan kaldırıcı, zayıflatıcı niteliğinden değildir. Her şeyden önce okur anlam çoğaltırken metinden yola çıkmıyor mu? Çıkıyor. Yani öncelikle menzili, güzergahı, ana çerçeveleri sanatçı belirliyor. Arayışa bu belirleyenlerin yol göstericiliğinde girdiğinizde düşüncenize, duruşunuza önünüzdeki eserin hiç olmazsa rengi, kokusu sinecektir. Zihnimizin gelişmişliği ölçüsünde sanatçılarla olan ilişki daha yapmacıksız, daha açık sürdürülmelidir. Hiçbir irdelemeye tabi tutmaksızın olur olmaz anlama biçimlerine kendimizi koyuvermenin, yeni duyarlıklara körü körüne direnmenin anlamı yoktur. Sonuç itibariyle tüm düşünsel, sanatsal faaliyetlerle yapılması gereken bireyselliğimizi inşa etme amacını gerçekleştirmektir. Bu amaca yönelik çabalar bizi heyecanlandırıyorsa kendimizi aşmaktan ve açmaktan artık ürkmüyoruz, bilakis içimizde nedense şimdiye kadar bize gizli ya da uzak kalmış yanlarımızı keşfetmenin muazzam zevkini tadıyoruz/tatmaya başlıyoruz demektir. Ancak bu erginlikte ve olgunlukta biri ‘açık okur’ olmuştur. Samimiyetle kendi hakikatini aradığı için açık okurun zihni değişik anlamlara açıktır. O zihinde tabular, kotalar, önyargılar kolay kolay yer bulmayı başaramazlar. “Sen ne dersen de ben istediğimi, istediğim gibi anlayacağım“ diyen bağnaz, yoz tiplerden değildir o. Yaratıcı üretkenlik içinde olan yazarınkine benzer bir serüveni o da kendi cephesinden yaşamaktadır. Bu serüvene yazarın açtığı çığırı izleyerek çıkması ilişkilerin daha tutarlı, daha verimli seyretmesine bile sebep olabilir. Açık okurlarını bulmuş açık yazarlar… İşte aydınlanma orada, duygu inkılabı orada, aşk devrimi orada olmaz da nerede olur? İmrenilmeyecek gibi değil.
Çoğu sanat eserinde ana hatlarıyla hissettirilen temanın ayrıntıları okura bırakılır. Biz bu alanlara ‘boş alanlar’, ‘karanlık alanlar’ diyoruz. O boşluklar, belirsizlikler okur için bilinçli olarak bırakılmıştır. Böylece alımlayıcının esere katılımı, metin boyunca yazarla yolculuğu, alışverişi daha sıcak, daha canlı sağlanmış olur. İşin içine özel yaşantılar, kişisel deneyimler de katıldığından gittikçe tazelenen hayret ve heyecan insanı varlığının ayrılmaz bir yanından tutup çeker, alıp götürür. Yol nereye? Gidiş nereye? Bu aşamada yazar adeta yolculuğun başlama noktasını, belki yönünü belirleyendir. Metin bir amaç, bir alan ortaya kor. Ortaya koymaz da İmgeler, çağrışımlar yoluyla o amaca işaret eder, o amacın ışığını yakar, düşünsel nüvesini oluşturur desek belki daha isabetli olur. Yazar ile okur algı düzeyinde farklı yansımalarla kimileyin ayrılsalar bile ortaya konan amaç ve alan fazla etkilenmez bundan. Bir bakıma okurun boş alanları doldurması, o amacı benimsemesi o alana katılması demektir. Her türlü tamlama/tamamlama eserin yorum alanını genişletir, zenginleştirir. Böylelikle eser karşılıklı beslenen zihinsel süreç içinde tamamlanmış olur. Bu anlamda en güçlü eser her yazılışında, her okunuşunda bize yarım kalmış, eksik kalmış bir yanımızı hissettiren eserdir. Gerçek sanat eserlerinin her yeni bakışta yeni güzelliklerin fark edilmesine yol açan mucizevi anlam zenginlikleri vardır. O eserlerde anlam dondurulmamıştır. Gündelik kaygıların hatta yüzyılların aşındıramadığı değişmez insan gerçeklikleri, varoluşsal hakikatler vardır onlarda. Bu gerçekliklere yakınlığınız veya uzaklığınız ölçüsünde o eserlerden yararlanırsınız. Onlar eskimeyen hep yenilenen, yenileyen eserlerdir. Zaman, gün geçtikçe değerlenen klasikleri onun için aşındıramıyor. Ve onlar bizim öznel değerlendirmemizi aşarak asıl anlamına kültür ve sanat tarihi içinde kavuşurlar. Doğrusu söz, şiir, yazı, resim; kısaca her bir sanat yapıtı gerçek değerine işte o asıl çerçeve içinde kavuşur.(2)
Bir sanat yapıtı sanatçının elinden eksiksiz olarak çıkmaz. Zaten beşer elinden çıkanlar mutlak mükemmellikte olamaz. Yazar olsun okur olsun ona yaşadıkça değişen kendi estetik yargı ve yaşantısını ekleyerek tamamlar.(3) İsterseniz bu tarzı ‘katılımcı, çoğulcu anlam(a) faaliyeti’ olarak kavramsallaştırınız. Sanatsal yapıtlar çokluk imajların, imge ve sembollerin ifade imkanlarını kullandıklarından zorunlu olarak kendimizi bu tarz anlama faaliyetinin içinde buluruz. Hepimiz biliyoruz ki,“ Şiirin şairdeki anlamıyla, okura ulaşanı arasında birçok ayrım olabilir. Olmalı da bence! Şiirin her ‘yer’de her ‘an’da her ‘ten’de can buluşu; değişik anlamlara bürünüşü başka nasıl açımlanabilir?“(4) Bu tamamlama süreci yaşadığımızın kanıtı olarak bitmeksizin sürüp gider. İyi ki de böyle sürüp gider. Böylece biz de tek anlamlılığın zevksiz, heyecansız hatta öldürücü tekdüzeliğinden kurtulmuş oluruz. Allah, her an yeni bir yaratma üzerindedir. Yaşadığımız evren ve biz her an yeniden oluşuruz. Kültürlü varlıklar olarak bize bahşedilen algı mekanizmaları, yeni durumları yeni oluşumuzla anlayacak, anlamlandıracak yetkinliktedir. Sonrasında bizde olanları, oluşanları paylaşmaya yöneliriz. Ayrı ayrı adacıklarımızda fark ettiklerimizi, müşahede ettiklerimizi paylaşırız. Anlam bütünü bu tür paylaşım ilişkileriyle de sağlanır. Bir sanat yapıtı zihne, sezgiye, algıya, yaşantıya, düşe, düşünceye seslenir. Bu seslenişe olumlu ya da olumsuz karşılık verildiğinde iletişim kurulmuş olur. Sonra bakmışsınız ki, çağrışımlarla çeşitlendirilen düşünsel paylaşım alanı kendiliğinden oluşuvermiş. (Şiirin ilk patlamalarla şairin iç dünyasına düşüşü ile başlayıp kağıt üzerine dizelenişine kadar kimileyin çok zor, sancılı, kimileyin keyifli, sırasında şairi bile şaşırtacak ölçüde gizli, bulanık, biraz karmaşık, belki tanımsız bir süreç izlenir. Benzer süreç okurda unutulmuş duyarlıkları(!) kışkırtarak yazarınkine yakın patlamalara yol açabilir.) Bir yakasında şair diğer yakasında okur olan, her ikisinin farklı açılardan farklı duyarlıklarla etkileyecekleri/etkilenecekleri bir ortak alan… Anlam bu alana girip gezinmekle kendiliğinden ortaya çıkar. Yeni ufukların, alanların açılışını sağlayan imkanlar hazırlanmış olur böylece.
Metin karşısında yazarla okurun konumu aynı statüde midir? Yazarla okurun metin karşısında dolayısıyla birbiri karşısında avantajları, rizikoları, ayrıcalıkları farklıdır. Ama doğrusunu söylemek gerekirse yazarın işi okurunkinden daha zor ve zahmetlidir. Okurun işi kolay mıdır? Değildir. Okur olmak satırlar, dizeler ardınca; metin boyu, kitap boyu düş kovalamak, düşünce üretmek; yerine göre belli belirsiz çerçevede o eseri tekrar yazmak gibidir ki, elbette kolay olamaz. Ciddi, seviyeli okur; metinle temasını sorumlu, sahici bir eleştiri zaviyesinden kurar. Okurun bu çabası yazarı da yönlendirir. Ama tüm yoğunlaşma eni konu metin içinde/ etrafında şekilleneceğinden okur bir bakıma baştan bağımlı, güdümlü bir konumdadır. Okur her ne kadar öznel yanlarını metne katarak, metinde kendi anlamını arayarak alımlamaya yönelse de sonuçta yönünü metin aracılığıyla yazarın işaret ettiği yere çevirmek durumundadır. Zaten sanatçı için önemli olan yolun, yönelişin, istikametin belirlenmesi, değiştirilmesi değil midir? Siz o yöne yöneldikten veya yönlendirildikten sonra, yürüyüş tarzınız amaçtan uzaklaştırıcı unsur değildir. Okura bırakılan yorum alanı, herkesin kendine özgü yürüyüş tarzıyla bağlantılıdır. Eğer bu alanlar okura bırakılmazsa esere tutkuyla, merakla, heyecanla katılım azalacak hatta olmayacaktır. Her yapıt okura bir mesaj bir anlam ulaştırmayı, okurda bir yaşantı yaratmayı en azından uyandırmayı amaçlar. Hiçbir yapıt, okurda hiçbir şey uyandırmamak için yazılmaz (yoksa yazılır mı, yazılıyor mu? Manasızlığı, boşvermişliği kutsayan, hiçliği özendiren kitaplar az mı, çok mu? Kim bilir belki de bu yüzden söz yerde sürünüyor. Belki bu yüzden insanlık kımıldamıyor. ‘Aşk artık burada oturmuyor’) Hiçbir söz boşa, boşluğa söylenmez. Ancak yapıt da; mesaj vermeyi, yazarın düşüncesini dayatmaya dönüştürüyorsa orada iletişimden, anlam paylaşımından, anlam çoğaltmadan bahsedilemez. Bu yazarlar okurda kimi yaşantılar, düşünceler uyandırmazlar. Sınırları kaprislerin, ihtirasların masif duvarları ile çevrili hapishaneler inşa ederler. Orada özgür akıl, özgür duygu tutuklanır. Bastırılmış düşler, bastırılmış düşünceler, bastırılmış duygular hapishanesi…İzinsiz tefekkür sakıncalı, düşlerin izin verilen sınırlar dışına taşması yasaktır. ‘Bir, ki, üç, dört. Beş yok/ Şüüşşt var, düş yok.’ metazorisi egemen kılınmıştır. Okur orada yazarın buyruklarına teslim olacaktır. Daha doğrusu teslim alınacaktır. Hemen her yerde, her zamanda yansıması bu şekliyle görülebilecek mazoşist ve sadist eğilimli karakterlerin ilişkisini besleyecek elverişli ortamlar bulunur. Çevrenize şöyle bir bakın; teslim olmaya hazır, teslim olunca varoluş yükünün hafifleyeceğini sanan sayısız ruhlar göreceksiniz. Hangi figür, hangi motif adıyla olursa olsun, iki dünyada da felaha ermek gayesiyle kendisi gibi bir beşere ölünün yıkayıcısına teslim oluşu gibi teslim olmayı salık veren anlayış, tahakküm edilmeye dünden hazır demektir. Bu anlayış bir yerde kitlesel boyut kazanmışsa, peşinden bu duyguların istismarı üzerine ticari sektörün kurulması da gecikmez. Daha çok cemaat ve ideolojik yapılanmalar içinde birileri cehaleti körükleyerek büyük paralar kazanıyormuş kimin umurunda? Paranın huyu, rengi herkesin cüzdanında hep aynı kalıyor. Ve yeni kapitalizm melekeleri zayıf bırakılmış insanın eğilimini akıl almaz numaralar deneyerek pazar alanına dönüştürmeyi başarıyor vesselam. Her neyse benim asıl söylemek istediğim bunlar değildi.
Yukarıda anla(t)maya çalıştıklarımla bağlantılı olarak kimi kitapların önceden belirlenmiş paket düşünceler etrafında düşler, duyarlıklar paylaşımında diktatörce egemenlik peşinde olmadıkları söylenebilir mi? Yoksa kimi yazarlar, okurlarının özgür bireyler olmalarından ziyade, sınırlarını kendilerinin belirleyip neredeyse kutsiyet izafe ettikleri kapalı devre hakikat alanında kalmalarından çok yönlü yararlar mı umuyorlar? Kendi sömürgen egolarını birilerine hakim veya mahkûm kılarak doyuma ulaşmaktan, maddi çıkar sağlamaya kadar çeşitli yararlar…Orada zihinsel, duygusal bir alan kalmamıştır ne yazık ki. Kelimeler aydınlığı şavkıyan pırıltılı simgeler olmaktan çıkmış, karanlığı artırıcı birer körleştirme aracına dönüşmüştür. Artık insanlara aşk, inanç, saygı, yaşam, arayış, özgürlük yerine öfke, nefret, korku telkin edilecektir. Doğru onlarda, güzellik kendilerindedir. Kendilerinde olanı hakikat sayanın anlaşılmaz yanı yokken, hakikati kendilerinden başkasında görmeyenlerin de anlaşılır yanı yoktur. Hakikat onlarla kaimdir çünkü. Bu sebeple değerleri kendilerinden menkul bu tiplerin, bulmak için arayacakları hangi hakikat olabilir ki? Bilakis bulmak isteyenler onlara gitmelidir. Başka kitapları okuyup da yoldan mı çıkacaksındır. Ya da başka kitaplar devrimcinin akılcı, bilimsel duruşunda ideolojik zaaflar yaratırdır. Bu ise özdeksel diyalektik eğitim sürecini negatif etkileyerek teorik programın aksamasına yol açardır. Ne acı! Demek ki özgürlüğü yok edilmiş akıl hangi hücrede küflenirse küflensin aynı tutuklu reflekslere sahip oluyor.
Şimdi bir yanda çırılçıplak insan yanlarıyla kendi hakikatlerini aramaya çıkarlarken benim gizimi, gizlimi de bulduklarını gördüğüm kimi yazarları, diğer yanda ideolojik yazarların okura adeta saldıran, okuru kelepçeleyen, beni hiç mi hiç önemsemeyen kitaplarını düşünüyorum. Maalesef kimi eserler diktatörce yazılıyorlar. Bu eserlerin yazarları ruhlarında diktatör duygular barındırırlar. Haliyle bu eserlerin coşkulu okurları da komutanlarından aldıkları emirleri uygulamaya hazır askerler gibidir. O nedenle okura yorum alanı gerekirse eseri aşma özgürlüğü hazırlamayan saygısız yapıtlar aracılığıyla kurulan yazar okur ilişkisi, anlam çoğaltmak şöyle dursun, anlam azaltan, anlam körelten giderek anlam öldüren bir mahiyet kazanıyor. Total egemenliklerle eğitmeyi, koşullandırmayı amaçlayan eserler; esasen okurun düşüncesini değil psikolojik/psikiyatrik anlamıyla sapınç düzeyinde artmış zaaflarını okşarlar. Daha çok belli bir inanç etrafında teşekkül etmiş cemaat ya da ideolojik örgütlenmeler içerisinde bu hastalıklı yapının örneklerine şaşılacak bollukta rastlanır. Kuşatılmış kişiliklerin özgürleşmelerine, düzenin korunması adına imkan tanınmaz. Şimdilik zaaflar, sapmalar üzerine kurulu sömürü tezgahları üzerinde daha fazlaca durmayı düşünmüyorum.
Bir sanat yapıtının okura anlam/mesaj ulaştırması okuru o mesaja koşullandırması amacına değil, yazarla okur arasında kurulması istenen bir ilişki zemininin arayışına yönelik olmalıdır demiştim. Sanatçı/yazar adeta okura ben böyle bir alanda şöyle düşünüyorum sen ne düşünüyorsun, demelidir. ‘Ben buradayım sevgili okuyucum sen neredesin acaba?’ Bu anlayışla yazılan metinler okura direkt öneriler dayatma yerine paylaşımla gelirler. Sadece yazar ya da sanatçının değil, saygılı her insanın tutumu böyle olmalı değil mi? Eğer sanatçı kendini tanrısal mevkide görmüyorsa evvela bir insan, bir kul olma gerçekliğiyle etkinlik gösterecektir. O zaman kullardan bir kul olarak yazacak, etkileyecek, etkilenecektir. Bırakınız doğrularını başkasına dayatmayı belki yanlışlarını ortaya serecektir. Belki içinden çıkamadığı muammayı, çözemediği, akıl erdiremediği sırları… Çünkü o da insandır, kendi yanlışlarına belirsizliğine, meçhulüne çözüm aramaktadır. Evet samimi yazar(sanatçı) içsel, öznel arayışların insanıdır. Sanatı ifade aracı olarak gören modern gelenekte sanatçı kendisiyle ilgili gerçeği anlatır.(5) Yazarla aynı ıstırabı duyan okur birlikte bir arayışa çıkarlar. O zaman eser karşılıklı paylaşılan bir serencamın, hüznün ıstırabın ifadesi olur. Her şey belli belirsiz bir çizgide seyreder. Karaltılı iç mekanlarda dışarıdan sızan gün ışığı aranıyordur sanki. Bir ışık, bir çıkış, bir umut… Kapılar kapalı… İyi ama nasıl olsa sanatçının elinde tüm kapıları açan anahtarlar yok mu? Sorular bilgini de cevaplar bilgini de o değil mi? Zaten yapıttaki nekreli, karanlıkta el yordamıyla sürdürülen arayış sanatçı muhayyilesinin ürettiği/yarattığı kurmaca değil mi? Hayır. Sanatçı iç evreninde yoğunlaşarak görüngülerin karşılığını bulma çabasıyla, yer yer yoğun, saf ayrışımlar yapsa da kendini tanrısal mevkide görmez. Bu arayışı okurla birlikte yapmayı, biraz da yapayalnızlığını gidermek için okuru yanına almayı baştan tasarlamıştır. Kendince kimi esaslı çözümler bulmuş olabilir. Belki bulunan, bulunmuş gözüken çözümlerden ziyade, özverili paylaşımla, asıl bulma serüvenini ve sürecini yaygınlaştırmak istemektedir. Varsa bir değer, o doğrudan doğruya hakikatindir, bütün insanlara ait olmalıdır. Anlam paylaşma noktasında savurgan da olamaz cimri de. Dağıttıkça çoğalmalıdır onun zenginliği. Bu kapının varsa bir anahtarı o da gerçek bir merhamet, erdem, iyilik, tevazu, üretmek ve üleşmektir. Bazen o anahtarı ele geçirmek bile işe yaramayabilir. Kapıyı, kapıya çıkan koridorları, yolları da bilmelidir. O da yetmeyebilir; bu labirentin şifresini çözmek, yöntemi bilmek gerekebilir. Bazen ışık gözükür gibi olur ama çok geçmeden bir yanılsama olduğunu anlarsınız. Sanki sanatçı yolu biliyordur da başkasına daha inandırıcı biçimde öğretmek maksadıyla bilmezlikten geliyor gibidir. Demek oluyor ki, sanatçı arayışını başkası adına da yapmaktadır aynı zamanda. Okur adına, yaşanılan yaşanılacak zaman adına. Burada okurun iradesini boyunduruk altına almak yerine ona güven duygusu kazandırmak istemektedir. Yeter ki okur koşullanmasın. Dili, dimağı çözülsün. Bir arayışa girilsin. Benzer arayışlar benzer paylaşımlar yazarla okurun birlikteliğini sağlasın, ilişkilerini geliştirsin. İşte esas olan yazarın okura yaptırımı, okurun yazardan beklentisi değil, ilişkinin özgün kişilikler yitirilmeksizin tesis edilmesidir. Düşünce ve duyarlılık odaklı; nezih, insani bir ilişkidir bu. Sonuçta kazanılan her edinim herkesin kendi malı olacaktır.
Sanatın anlam alanı esnektir. Bilimin başka yorumlara müsait olmayan kesin dili ve gündelik yaşamın düşünceyi oylumlu ifade edemeyen dili ile kurulan ilişkiler; özgün yorumlara, açık anlamlara elverişli değildir. Buradan sanatsal anlam alanının belirsiz, kaygan bir zemin olduğu anlamı mı çıkarılmalıdır? Kurulu görsel yaşamın realitelerini önceleyen mantalite böyle bir yargıya yol açabilir. Oysa sanat, (hatta kimi zaman felsefe) çoğu zaman pozitivizme uyarlanmış dünyanın yaşam ve insan tasavvurunu yetersiz, dahası yanlış bulduğu için ısrarla aşkın alana doğallıkla aşkın anlama yönelmektedir. Sanatın gerçekliği kavraması ve ifadesi temelli paradokslar içerdiğinden, gündelik dil ve değerlendirmelerle onun anlam alanına nüfuz edebilmek neredeyse imkansız ölçüde zor olabilir. Bu çaba farklı bir dünyanın dil ve ölçüsüyle bir başka dünyayı değerlendirmek şeklinde gelişirse, köklü bir bağdaşmazlık sanatsal anlam(ay)ı pek kolaylaştırmaz. Kurulu düzeniyle yaşam yeterli olsaydı aşkın dile/alana zaten gerek kalmazdı. O nedenle sanatsal anlam boyutunu kavramak, nesnel dünyanın verilerini elbette hepten dışlayarak değil, aşarak olacaktır. Aşmak diyorum, çünkü sanatçı son tahlilde kendi dünyasında varmak istediği yere malzeme olarak bu dünyanın verilerini kullanarak ulaşacaktır. O nedenle sanatsal metin, özellikle dil düzleminde bir arka anlama sahiptir. Bu alanı yazar da okur da kendi anılarıyla, coşkularıyla, birikimleriyle sürekli besleyerek yeni anlamlar yeşertir, büyütürler. Adeta eser bir öz anlamdır. Her okunuş bir özümlemedir. Her zihin kendi özümlemesini yapar. Her zihnin bulgusu, yaratısı, esere katkısı ya da eserin her okur zihnine katkı şiddeti, ağırlığı, düzeyi farklıdır. Açıktır ki bu farklılığı oluşturan çok önemli sebepler vardır. Okur, okurun dünyası, metnin özelliği, yazar ve yaşantısı bu sebeplerin sadece bir kaçıdır. Bir eserin anlamına ve anlaşılmasına etki eden tüm unsurların, diğer unsurlara karşı avantajlarının, ayrıcalıklarının, rizikolarının olduğunu söylemiştim. Bu ilişkiler ağı içinde yazarın daha ayrıcalıklı ve fakat daha rizikolu bir konumda olduğunu da.
Düzayak bir yaklaşımla yazarın konumunun okura nispetle daha etkili konumda olduğu söylenebilir. Esasen her unsur diğerine bağımlıdır. Bu bağlardan birinin kopmasıyla, anlamsal/estetik iletişim kesintiye uğrar. Okur ‘okuyup geçerim’ diye bir mantık yürütebilir. Ancak içkin arayışlar ustası gerçek okurun tutumu değildir bu. Okurun öncelikle yeni alanlar açmak, yeni yönler göstermek gibi bir zorunluluğu yoktur. O bu noktada metne yani yazara uymak durumundadır. Metin onun için sınırlayıcı bir alandır. Genel atmosferini yazarın oluşturduğu iklim içinde de olsa sınırlanmaz çağrışımlar dünyasında özgürdür. Yanlış bir benzetme olmayacaksa okur yazarın küllî iradesi karşısında cüz’î irade sahibidir adeta. O ancak kendisine terk edilen alanlarda özgürdür. Bu da ona yeter. Terkedilmiş alanlar toplamından gönlünce geniş bir ülke kurar. Zaten okur bir sanat yapıtına yönelirken yazarın iradi alandaki bu belirleyiciliğini kabullenmiştir. Kaldı ki, ondan istenen sadece bir ilişkidir.
Birlikte kurulacak ilişkinin ortak zeminini yani sanat eserini ortaya çıkarırken, sanatçı yeterince zor bir görev ve sorumluluk üstlenmiştir baştan. İlk işaret yazardan gelir. İlk söz, ilk kurgu, ilk başlama, ilk söyleme hakkının yazarda olması onu ayrıcalıklı bir konuma getirse de bunun ilk bakışta iki güçlüğü vardır. İlki tasarım ve yaratma zorluğudur. Ortaya yeni şeyler koymak zorundasınız. Çarpıcı, vurucu şeyler! Değilse okurun dudak bükmesiyle, burun kıvırmasıyla karşılaşırsınız. Aynı plağı dönderip dönderip çalmanın ilginç, cazip yanı yoktur elbet. Bu nokta yazarın okurca dışlandığı, hafife alındığı noktadır. Paylaşım durmuştur, iletişim zayıflamıştır. Doğallıkla ortada anlam da kalmaz anlama da. Karşılıklı edinimde yazar, tabir yerindeyse elini taşın altına koyan durumdadır. Manayı kımıldatmanın, hareket ettirmenin başka yolu yoktur. İlk momentum, ilk hareket yazardan gelecektir. Bu da ikinci güçlüğü ortaya çıkarır, riziko. Elbette riziko da paylaşılır ama yazarda olan hasar, kusur okurunkinden fazladır.
Okur kendini adeta korugana almıştır. Evet o da anlama katkıda bulunur. Ama onunki anlam yaratmaktan ziyade anlamaya yönelik bir yorum faaliyetidir. Ya da sanatın esnek alanı okur için metne anlam verme hakkını vazgeçilmez (ve devredilmez) görür. O da bu vazgeçilmezlik içinde esere anlam verir. İşte yazarla okurun bir anlamı paylaşmak ve çoğaltmak çevresindeki konumu şimdi daha net ortaya çıktı sanırım. Yazar anlam yaratır anlam ortaya kor, okur ise anlamaya çalışır anlam verir. Anlam vermek sanat eserinin okur zihninde belli bir form içinde algılanmasıdır. Anlam vermek her türlü kişisel, kültürel birikimden etkilenir. Anlamak her ne kadar anlama bağlı gözükse de izlediği oluşum süreci ayrıdır. Anlam vermek bir bakıma kişinin kendi dimağını belli bir anlam etrafında ya da üzerine yansıtmasıdır.(6) Anlamak ile anlam vermek arasında bir örtüşme, kavrama problemi vardır. Anlamak; eserin çerçevesini, yönelişini, özünü, biçimini bozmadan kavramak demektir. Sanatın esnek olan anlam alanı anlam vermeyi, anlamayı kapsayacak genişliktedir. Her yazar bu genişliği göz önünde tutarak yazma ve yaratma etkinliği içindedir. Böyle düşünüyorum. Senin yaklaşımın nedir sevgili okur?
(1)(Oğuz ATAY, Korkuyu Beklerken, s. 196, iletişim yay. 10. bas. İst. 2000.(2) ‘Yeni bir eser yaratıldığı zaman, eski eserlerin oluşturduğu organik bütün, aynı anda yeni bir düzenlemeye tabi olur’ diyordu T.S.Eliot, Edebiyat Üzerine Düşünceler’ inde, s.21, çev. Sevim Kantarcıoğlu, K.B. Yay. Ank.1983.(3) Edip Cansever’in Adsız Bir Çiçek şiirinden aklımda kalmış şu dizeler: Yalnız sana yazıyorum bu şiiri İstersen bir şiir gibi okuma Çünkü her yıl yeniden yazıyorum onu …… Ve yazmış olacağım bir de Her dönemde her çağda Sevdanın kendine özgü diliyle (4) Feridun Andaç, Gerçeklik Yolunda,s.270, Cem Yay. İst. 1989.(5) Geniş bilgi için bkz. Susan Sontag, Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş, s.82.)(6) Geniş bilgi için bkz.Erol Göka, Abdullah Topçuoğlu, Yasin Aktay, Önce Söz Vardı,-Yorumsamacılık Üzerine Bir Deneme- (hususen s.1-65), Vadi Yay. Ank.1996. Ayrıca Dücane Cündioğlu,Söz’ün Özü, Tibyan yay.İst.1996. ve a.g.y.,Anlamın Tarihi, Tibyan Yay.İst.1997.