Yavuz ERTÜRK: Hocam öyküleriniz üzerinde konuşmak istiyoruz daha çok, müsaadeniz olursa.
Benimle ilişkili olarak merak ettiklerinizin neresindeyim bunu bilmiyorum. Yazarı olarak eserlerim hakkında eleştirmenlerden daha fazla söz söyleme yetkinliğinde olduğum iddiasında da olamam. Bütün yazdıklarım ve öykülerim üzerine eleştirmenlerden daha fazla söz söyleme hakkına sahip olmamalıyım. Onlar yazarı olarak benim olduğu kadar okurundur da. Eser, yazarla okur yaklaşımının buluştuğu ortak anlam alanıdır. Eleştiri farklı bir şeydir, bir sanat eserini ortaya koymak farklı bir şey. Bazen eleştiri yapan kişilere ‘sen şiir yazdın mı ki, şiiri eleştiriyorsun, öykü yazdın mı ki öyküyü eleştiriyorsun’ diye haksız sorular yöneltilir. Bu tarz sorgulamalar yanlış bir kabulden hareket eder. Eleştirmenin sanatçı olması gerekmez. Sanatçı olmak ayrı, sanattan anlamak ayrıdır. Sanatçının kendi eseri üzerine söylediklerini, sanat psikolojisi, yazar ve eser ilişkisi bakımından önemi az değildir. Çoğu zaman öznel ve duygusal etkiler altındaki bilgi, kimi hususları perdeleyebilir. Bu sebeple ‘acaba kendi öykülerim, yazılarım üzerinde konuşmaya yetkin miyim?’ diye sordum. Fakat gönül, yazan ya da eser icra eden kişilerin de eleştirel boyuttan bakabilmelerini arzulamıyor değildir. Bu nitelikteki açıklamalar anlamın daha açık yorumlanmasına imkân verir.Tartıştığımız, ilgi duyduğumuz alan olarak sanatın, bilimden, felsefeden çok ayrı düşünme ve anlama biçimleri vardır. Şimdilik bilimi bir tarafa bırakalım, belki de sanata en yakın olan disiplin felsefedir. Bu yakınlık sebebiyle felsefe sanatı da konu etmiştir. “sanat felsefesi” diye bildiğimiz disiplinin konusu sanattır. Tabi sanat felsefesi sanata felsefi bir gözle bakar. Oysa sanatın da kendine göre bir görme, duyma, değerlendirme biçimi vardır. Sanatçı ile felsefecinin duyarlıkları, yönelişleri, algı ve kavrayışları örtüşmez. Felsefe bu alana ne kadar yaklaşırsa yaklaşsın bir rtüşmezlik, bir yabancılık hep olmuştur, olacaktır. Bu bakımdan bu tarz eleştirileri yapan kişinin, isabetli yargı ve sonuçlara varması için sanatın kendine özgü iklimini, dünyasını, dilini, ufkunu bilmesi özetle aynı zamanda sanatçı olması arzu edilir. Sanatçıların eserlerine dair konuşmalarının böyle yol gösterici, sır verici bir tarafı da olabilir, belki bizim yapığımız bu söyleşinin böyle güzel bir tarafı olabilir diye düşünüyorum.
Ahmet Mahmut ŞEN: Yani Hocam yazı yazmak sanat, bu sanatı ele alma eleştiri, eleştiri de felsefeyle yapılır mı demek istiyorsunuz?
Kendi bağlamında böyle anlaşılmasında bir mahsur görmüyorum. Öyle yapılıyor, yapıldı. Eğer bu anlamda ele alırsak sanat ve düşünceye katkı düzleminde eleştiri, Türkiye’de istenen merhaleyi kat edemedi. Devletin izlediği eğitim ve kültür politikaları, toplumdaki ideolojik ayrışmalar bunun ilk akla gelen sebepleri olabilir. Burayı geçelim. Sonuç itibariyle farklı bir duyarlılık, farklı bir yaklaşım, sanat eserlerini kritik edebilir, etmelidir. Çünkü her insanda zaten sanatsal bir cevher, eğilim ve yöneliş vardır. Ve biz bunun kesin sınırlarını da koyacak durumda değiliz. Her bir dönemde her bir toplumda her insana göre sınırlar genişler ve daralır.
Y.E.: Hocam ben öykü kitabınızın ismiyle devam etmek istiyorum.“Yarım kalan” ne, insan mı, öyküsü mü?
Bu kitabı yayıncıya verirken içinden bir öykünün ismini de ser levha yaptık. İsabetli de oldu. Yarım kalan nedir? Yarım kalan herşeydir. Çünkü tamamlanan hiçbir şey yoktur. Ben tamamlayanı görmedim. İşini tamamlayıp da giden iş adamı, işini tamamlayıp da giden yazar, işini tamamlayıp da giden kral görmedim. Hep eksik kalmış duygularla geride bir sürü tamamlanmayan işler bırakarak çekip gittiler. Onların yarım bıraktıklarını tamamlamak üzere işe koyulanlar, eksikleri daha fazla çoğalttılar. O nedenle ben arkadaşlarıma da diyorum, fazla acele etmeyin! Çünkü yetişemeyeceksiniz. Fazla acele etmeyin! Çünkü yetişen kimse olmadı şimdiye kadar. Tabi bu sözler kendi esprisi içinde anlaşılmalı, yoksa ben insanları tabi ki tembelliğe, ilgisizliğe özendiriyor değilim. Durum tespiti diyelim ama bu işin anlam derinliğine indiğiniz zaman arkada böyle bir gerçeklikle karşılaşmak mecburiyetindeyiz. Benim “yarım kalan” dediğim yarım kalan duygular, yarım kalan hayaller,yarım kalan beklentiler, yarım kalan umutlar, yarım kalan yazılar, yarım kalan öyküler, yani bütün bu yarımları ve eksiklikleri bir araya getirerek tamamlamak istiyoruz. Yarım olmak ve yarım kalmak bir yönüyle kusur değildir. Kusur yarım olan yarım kalan bir şeyi tammış gibi tamamlanmış gibi göstermektir. Burada paradoksal bir şey söyleyeceğim; madem hiç bir şey tamamlanamıyor o zaman eksik olduğunun bilincinde olmak bir anlamda tamam olmaktır. Aslında bana sorarsanız yarım kalan biraz da satır arasında eserin tamamlamak ve tamamlanmak amacında olmadığını da ifade etmektedir. Yani bir eser tamamlanmış olma iddiasını taşımamalıdır. Kafka için söylenen ilginç bir anekdot vardır: Kafka, eleştiri ve tavsiyeleri için genç yazarların kendisine getirdikleri romanın son sayfasını yırttıktan sonra okurmuş. Genç yazarlar pek de memuniyetsiz tepkileriyle niçin böyle yaptığını sorduklarında aldıkları cevap çok bizce çok öğreticidir: “İyi bir romanın son sayfası olmaz.” Son sayfası okurun zihnindedir. Son sayfayı siz yazacaksınız.Sanat eserinde son olmaz, sanat bir sürekliliktir. Sürekli kendini tamamlar, yeniler. Yarım olduğunu zaten ifade ediyordur. Ben aslında yarım kalan duyumları, hissedişleri okura açmak, ‘Ey okur bunları sen tamamla’ diye onu mevzuya ortak ediyorum. İsterseniz sır gibi bir şey vereyim. Eksiklerimi ihbar ettiğim okurdan beni tamamlamasını istiyorum.
A.M.Ş.: Bazı yazılarınızın sonunu soruyla bitiriyorsunuz, bu bir nevi son sayfayı yırtmak mı?
Bazı yazılarımızın sonunu soruyla bırakmamın sebebi az önce anlattığımız meselelerle irtibatlı olacak şekilde yorumlanabilir. Ben tartışmaların bitmesini değil sürmesini istiyorum. Bu bakımdan o yazıları soru sorarak hitama erdirdik. Çünkü açtığımız her bir kapı bizi başka bir kapının önüne getirip bırakıyor. Geçtiğimiz her bir eşikten sonra bir başka eşiğin yanında, kıyısında hissediyoruz kendimizi. Hayattaki serüvenimiz, varoluş yolculuğumuz böyle seyrediyor. Sanatta, düşüncede vardığımız her bir ufuktan sonra daha ulaşılması gereken ufuklar görüyoruz. O nedenle ben son noktayı koymaktan yana değilim. Anlam sonsuzdur, hakikat sonsuzdur ve biz bu sonsuzluk içinde bir şeyleri ancak sonlandırarak anlamlandırabiliyoruz. Kastettiğimiz anlamın sınırlarını belirlemekle anlaşıyor, iletişim kuruyoruz. Sonsuz anlam evreni içerisinde mecburen sınırlar çekerek kendimizi ifade ederiz. Sınırlar çekerek bir anlamın sınırını, çerçevesini belirleriz. ‘Tarif’ dediğimiz, tarif ettiğimiz şey tam da bu sınırı çekmektir.
A.M.Ş.: “Yaşamak Öldürür Beni” kitabınızın isminde birbiriyle zıt iki kelimenin “yaşamak” “ölmek” bir cümle içerisinde birleştirilmesinden kastettiğiniz nedir?
“Yaşamak Öldürür Beni” biliyorsunuz ilk deneme, düşünce kitabımız. Ben o kitabı ‘illa denemenin sınırları içinde kalacağım’ diye kendimi baskı altında tutmadım. İçime doğanı, düşündüğümü, paylaşmak istediğimi, en etkili, en güzel nasıl ifade edeceğimin gayreti içerisindeyim. Bunlar bazen makale, bazen deneme, bazen öykü olabiliyor. Tabi ki başta dil ve üslup olarak yazdığımız türün bizden istediği belli başlı unsurlara özen göstereceksiniz. O unsurlara riayet etmek eserin sağlığı, disiplini açısından önemlidir. “Yaşamak Öldürür Beni” düşüncelerimizden bir ara kesit gibidir. Bundan sonraki yazacaklarımızın bir önsözü, mukaddimesi mahiyetindedir. Müjdeyi verebilirim ki asıl kitaplar bundan sonra gelecek. 2005 yılları gibiydi. Fransa da varoşlarda olaylar oluyordu. Özellikle Cezayir’li göçmenler maruz kaldıkları baskılara karşı banliyölerde olaylar çıkardılar, polislerle çatıştılar. Ölümler oldu. O sıralar bir televizyon muhabiri Cezayir asıllı bir Fransız gencine ‘Neden polis ve askerlerle mücadele diyorsun, öldürürler seni.’ Delikanlı “Asıl böyle yaşamak öldürüyor beni” diye cevap verip, vurguluyor: “Yaşamak öldürür beni.” Kitabımızın başlığı buradan çıktı. Ben bunu genel anlamda düşünüyorum, sonuç itibariyle bunu bütün bir hayatımız için de düşünebiliriz. Maddeye koşullanmış, artık hiçbir insanî değeri olmayan, bütün değerleri yok edilmiş bir hayat, bizim bütün cevherimizi, canlılığımızı öldürüyor. Biraz da böyle anlayalım. Hem sonra yaşamadan ölünmüyor biliyorsunuz. Gün be gün yaşamak, aslında gün be gün ölmek değil midir? Kitap tam da bunu, ölüme karşı duyarlığını yitirmemiş bir hayatın hakikati üzerine yaklaşımlar geliştiriyor. Ben insanları kendilerini bir kez daha düşünmeye, duyuş yoğunluğuna çağırıyorum. Bu bakımdan kitabın ismini de böyle koymayı uygun bulduk.
Y.E.: Birbirinden ayrı düşünülemeyecek edebiyat ve felsefe, anlatımda kendisini ziyadesiyle hissettiriyor, öykülerde felsefeyle olan bu yakınlık bir gereklilikten mi çıktı, yoksa olay örgüsü mü buna sürükledi?