Aklına Gitmek Geldi

Aklına gitmek geldi. Ayakkabılarına baktı, boyaması gerekiyordu, vazgeçti.
Aklına gitmek geldi. Saçları bugün hiçte güzel durmuyordu, vazgeçti.
Aklına gitmek geldi. Fazla güneş var, hafif rüzgâr var, sert rüzgâr var, birazdan yağmur yağacak; vazgeçti, vazgeçti, vazgeçti.
Aklına gitmek geldi. Şu aksiliğe bak, hava güzel olsa ne, o havasında değildi (hep böyle olurdu zaten), vazgeçti.
Aklına gitmek geldi. Ona, buna, şuna. Düşündü; o, bu, şu neden gelip onu görmüyorlardı ki, vazgeçti.
Aklına gitmek geldi. Bir yol tutturup gitmek. Sonunda bütün yollar yorgunlukla beraber eve dönerdi. Zaten evdeydi, yorulmasına hiç gerek yoktu, vazgeçti.
Aklına gitmek geldi. Bir iyilik yapmak için. Kim bana iyilik yapıyor ki, dedi, vazgeçti.
Aklına gitmek geldi. Babası ve annesini ziyaret için mezarlığa uğrasaydı iyi olurdu. Buradan da bir Fatiha okurum gider kavuşur onlara, dedi, vazgeçti.
Aklına gitmek geldi. Yaşlı teyzesi bekliyor olabilirdi. Ablasının hatırası diye teyzesi onu görünce ne çok memnun ve mutlu olurdu. Hemen aklına teyzesinin çok bilgiç oğlu geldi, onu hiç çekemezdi, vazgeçti.
Aklına gitmek geldi. Pencereden baktı. Ne koşuşturma ne kalabalık, onların arasında kendini göremedi. İşi gücü olamayanın dışarıda işi neydi, boşuna kalabalık eder trafiği yoğunlaştırırdı, vazgeçti.
Aklına gitmek geldi. Bir iş arasaydı. Ömür biter iş bitmezdi, vazgeçti.
Aklına gitmek geldi. Nereye gidecekti ki, genç de denen çoluk çocuğun etkinlik diye gittiği yerlere mi? O, yıllar önce, onların bugün, yeni göreceklerinin hepsini yaşamış görmüştü, vazgeçti.
Aklına gitmek geldi. Bir hocaya veya fikirlerine değer verdiği bir arkadaşına uğrayıp bir-iki yeni bir şey mi dinleseydi… Ama onun da bildiklerinden başka ne söyleyebilirlerdi ki ona, her şeyi biliyordu, kimseden bir şey öğreneceği yoktu, vazgeçti.
Aklına gitmek geldi. Kaç gündür saati durmuştu. Şuna bir pil taktırsam, dediğinde, duvar saatine gözü ilişti. Evet, dışarıda lazım oluyordu ona, evdeydi nasılsa, durmuşken biraz daha dursun zaman, dedi, vazgeçti.
Gitmek gelip geçti, Gitmekler gelip geçti, perdeler açılmadan kapanıyordu. Güneş ne zaman doğmuşa doğmuştu onu ilgilendirmiyordu, ama güneş batıyordu. Ve o, doğacak güneşleri batırıyordu her vazgeçişiyle.
Yine aklına gitmek geldi. Ve geçmişi. Eskiden gitmediği yer mi kalmıştı. Her yere gitmişti. Gerçi bunların bazılarını gerçekleştirememişti. Ama yine de -gitmeye ve yapmaya dair- pek çok tasarıları ve -birçoğu sonuçsuz da olsa, küçük- bazı teşebbüsleri olmuştu. Hiç eyleme dökemeyip tasarı hâlinde kalanlar da dâhil, hepsini, anımsayıp anımsayıp, sayıp döktü. Gurur duydu geçmişindeki kendiyle. Ve geçmişindeki kendiyle yüceltti şimdiki kendini. (Bugünün de bir şey yapamayanlar ki ancak geçmişiyle övünürdü. O da şimdi öyle yapıyordu.)
Artık aklına gitmek değil ve giderken bir şeyler yapmak değil; kalmak geldi. Olduğu yerde kalmak. Övünebileceği en yüksek tepedeydi çünkü. Karıncaları hatırladı. Ah şu karıncalar, onlar hep aşağıda koşuştururlardı. Koşuştursunlardı canım, hem bu onların göreviydi. Bu düzenin yürümesi için onlara da ihtiyaç vardı. Yoksa tren raydan çıkardı ki onun da rahatı kaçardı. Herkes görevini yapsa (bu arada müstehziyane gülümsemeler geçti yüzünden) ne güzel olurdu! Koşuştururlar ve ayakaltında ezilirlerdi. Ama bu onların göreviydi, herkes görevini yapsa (yine aynı gülümsemeler geçti yüzünden)…
Karşı dağın gölgesi üzerine düştüğünde yüzündeki alay kayboldu. Ondan nefret ediyordu, hayır hayır edemiyordu; nefret etseydi işi daha kolay olacak, onu kâle almayacak, sözünü, gölgesini tanımayacaktı. Yakınlığından dolayı sempatisi ve sevgisi vardı. Kardeş gibiydiler. Yine de -kendi için-onu, bir şekilde küçümsemeliydi. Boş bir büyüklenme, diyecekti ki; Büyüklüğünce bilgili ve mütevazıydı dağ, uymadı. Mütevazı dağa, sevecenlikle, “Ben bu işlerden el çektim, meydanı sana bıraktım, sen büyümene bak’’ dedi. “Meydan mı yok?’’ diyecekti dağ, demedi. Dağ, böyle biri nasıl olur, diye gerçekten şaşkındı. Onun gibi bir ikincisini görmemişti. Tabii böyle bir gerileyiş de görmemişti. Kaldı ki gördüğü hâlde, ne hayali ne havsalası hâlâ almıyordu böyle birini. Ebediyen yaşasa, ebediyen almazdı da.
Sadece “sağ ol’’ dedi. Büyümesinde onun da payı varmış gibi. Belki de vardı.
Onca bilmesine rağmen ne saftı şu dağ!
Aklına yeni bir kalmak geldi. Şu dağın gölgesinde kalmak.
Ama bu saf, tutup onu da büyütmeye kalkardı ki, vazgeçti. Hiçbir şey bulamasa: Koş ki ufka, ufka varamasan da ufkuna varasın, der, sinirlerini bozardı.
Aklına az önceki kalmak geldi. Olduğu yerde kalmak. Geçmişinde. Övünebileceği en yüksek tepedeydi çünkü. Karıncaları hatırladı. Ah şu karıncalar, onlar hep aşağıda koşuştururlardı. Eh ama, bu onların göreviydi.
Bu kadar gitmemek, hatta hiç gitmemek taraftarı iken, bu kadar çok gitmek nasıl ve nereden gelmişti aklına? Karıncalara bakarken mi? Karşısındaki dağa gözlerini kapamalıydı.
Uyudu.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Adı Geçen Ülkelere Çağrı / Ay Vakti
Afrin / Şeref Akbaba
Tempo / Nurullah Genç
Nazar Ber Kadem / Selami Şimşek
Necmettin Evci İle Söyleşi / Yavuz Ertürk - Ahmet Mahmut Şen
Tümünü Göster