Şair ve akademisyen Selami Şimşek. Bu iki kimlik üzerinden konuşacak olursak. Kendinizi hangisine daha yakın hissediyorsunuz?
Şair ve akademisyen kimliği mi dediniz? “Ne zaman bir köy türküsü duysam, şairliğimden utanırım” der Bedri Rahmi. Bizimkisi böyle bir şey. Utana utana söyleyeceğim. Fakat sorunuza cevap vermeden de başlamak olmaz. Şairlik daha yakın durur içimizde. Zira şiire lise yıllarında başladık. Bunun alt yapısı da var tabii. Bir buçuk yaşında babamı kaybetmişim. Onu görememek, onun kokusunu alamamak. Ki hep fırından çıkmış taze, sıcak bir ekmek gibi koktuğunu hayal ederim. Annemin ninnileri ve manileri. Köy düğünlerinde söylenen türküler… Gelinlerinden baba ocağından ayrılırken, ailesinin her birine sarılarak gözyaşlarıyla doğaçlama yahut ezberden yaktığı içli maniler… Uzun kış gecelerinde mahallemizin büyük annelerinin anlattığı masallar. Zemheride buz üstünde çatlak ellerimle döndürdüğüm topaçlar, keseri parmak uçlarıma vurarak kara kanlar dola dola yaptığım ahşap kızaklar… Yazın rengârenk çiçekli, kelebekli kırlarda otlattığım kuzular, buzağılar. Adeta dağlarla gözgöze geldiğim gözeler… Emrâh’ın, Sümmânî’nin, Çobanoğlu’nun, Reyhânî’nin, Rûhânî’nin kasetlerden defalarca dinlenen halk türküleri. Dedemi unuttum. Evet dedemin okuduğu Mevlid, Envâru’l-Âşıkîn, Muhammediyye, Kara Davud, Osmanlı Türkçesi ile yazılmış Kur’ân Meâli ve Hutbe Kitabı. O, Osmanlı Türkçesi ile yazı yazardı. Latin harflerini sonradan öğrenmişti ve mecbur kalmadıkça kullanmazdı. Burada dedemin, dedesi Deli Osman’a ait bir nutkundan da bahsetmeden geçemeyeceğim. Zira o nutuk mânâ âleminde kendisine öğretilmiş: “Kerâmetten bir yol geçti elime/Uğradım kânına kâna eriştim/Gözsüz idim göz gözü de kolladım/Deryâ idim bir ummâna eriştim”. Ve dedem bir gün Erzurum’dan İbrahim Hakkı Hazretlerinin Tefviznâme’sini getirdi. Kuşe bir kâğıda basılmış, hem yeni harflerle hem de eski harflerle. Dedem bu manzûmeyi, evin duvara yaslanan ahşap direğinin yüksek yerine raptiyelerle yapıştırdı. Gidip gelip okurdum.
Şiire lise yıllarında başladığımı ifade etmiştim. Bunun hikâyesi de şöyle: Lise birinci sınıfta, edebiyat dersimize Trabzonlu İsmet Ayyıldız hocam geliyordu. İlk derste tahtaya yazdığı ilk cümle şuydu: “Bir tel kopar ahenk ebediyyen kesilir” (Yahya Kemal). Hoca her işlenen edebî türle ilgili çizgisiz defterlere bizim de yazı yazmamızı isterdi. Yazma işinden sonra inceler, düzeltmeler yapar, eksiklerimizi söylerdi. Adeta bir yazarlık kursu gibiydi. Meselâ, bu edebî tür şiirse Yahya Kemal, Tanpınar, Necip Fazıl, Bahaettin Karakoç, Abdurrahim Karakoç; romansa Peyami Safa, hikâye ise Mustafa Kutlu’dan –bu şair ve yazarlar hatırladıklarım- okur, sonra bizim yazmamızı isterdi. Bu edebî türlerden örnekler yazmaya başladığımızda hocam kabiliyeti keşfetmiş olacak ki, tebrik ederek daha iyisini yazabileceğimi, geleceğin şairi, yazarı olabileceğimi ifade ederdi. Bir gün evindeki kitaplığından Necip Fazıl’ın Çile, Bahaettin Karakoç’un Kar Sesi ve Abdurrahim Karakoç’un Suları Islatamadım adlı şiir kitaplarını getirip okumam için verdi ve yazmak için çok şiir kitabı okumak gerektiği tavsiyesinde bulundu.
Ortaokul üçüncü sınıfta Kütüphane Kolu öğretmenimiz, ilçe halk kütüphanesine bizleri götürerek kütüphaneyle tanıştırmıştı. Dolayısıyla ders çıkışında hemen kütüphaneye giderek şiir kitapları başta olmak üzere diğer edebî türde yazılmış eserlerden ödünç almaya başladım. Fethi Gemuhluoğlu’nun Dost, Nurettin Topçu’nun Ahlâk Nizâmı, Cemil Meriç’in Bu Ülke, Mustafa Miyasoğlu’nun Güzel Ölüm adlı eserleriyle bu kütüphanede tesadüfen karşılaştım, alıp okudum. Bu arada Âkif’in “Zulmü alkışlayamam zâlimi asla sevemem” diye başlayan meşhur şiirini diline pelesenk eden lise son sınıfta okuyan ortanca ağabeyim bir gün eve onun Safahat’ını getirdi. Onu da okumaya başladım ancak çok bir şey anlayamıyordum.
Derken lise son sınıfa geldik. Erzurum’a yolumuz düşmeye başladı. Bu defa biriktirdiğim harçlıklarla kitap alıyordum. İlk satın aldığım şiir kitabı Alaeddin Özdenören’in Güneş Donanması ile A. Turan Oflazoğlu’nun Sevgi Hakanı’dır. Bu kitapları Cumhuriyet Caddesi üzerinde bulunan Ülke Kitabevi’nden aldım. Daha sonra Tekyay, Ahsen kitabevleri ile Kültür-Eğitim Vakfı Yayınevi ile tanıştım. Bu kitabevlerinin kapılarını aşındırdım. Tekyay’dan Sezai Karakoç’un Hızırla Kırk Saat, Cahit Zarifoğlu’nun Korku ve Yakarış adlı şiir kitaplarını ve Mavera dergisini, Ahsen’den Erdem Bayazıt’ın Risaleler, Cumali Ünaldı Hasannebioğlu’nun Bir Gecenin Şiiri, M. Atilla Maraş’ın Doğudan Batıdan Ortadoğu’dan, Alaaddin Soykan’ın Doru Özlem adlı şiir kitaplarını aldığımı hatırlıyorum. Böylelikle şairleri, şiiri, edebî dünyayı tanımaya, tanıdıkça oralarda yer almayı arzuluyordum. Bu arada edebiyat dergileri de dikkatimi çekiyordu. Mavera başta olmak üzere Türk Edebiyatı ve Erzurum’da yayımlanan Mina dergilerini takip etmeye başladım.
Üniversite hayatı ise tam bir değişim dönüşüm zamanı oldu. İyiden iyiye şiirle, edebiyatla içiçeydim. Bir taraftan ilahiyat tahsiliyle birlikte temel İslâm ilimleri, felsefe ve din bilimleri, İslâm tarihi ve sanatları alanında kendimizi yetiştirmeye çalışıyor, bir taraftan da şiirler kaleme almaya, dergilere göndermeye gayret ediyordum. Bu arzuma ilk olumlu cevabı Konya’da Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde okurken aldım. Şöyle ki kaldığım özel yurdun müdürü Mustafa Orhan bey, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunuydu ve Nazar ber Kadem adlı fotokopi yoluyla çoğaltılan amatör bir edebiyat dergisi çıkarıyordu. Bir gün kendilerine iki şiirimi takdim ettim. Birisine dergide yer verdiler. O vakit ne kadar mutlu oldum, sevindim tarif edemem. İlk şiir bu dergide yayımlandı. Sonra Erzurum’a yatay geçiş yaptım. Lise son sınıfta bir vesile ile katıldığım tasavvufî sohbetlere fakülte yıllarında da devam ettim. Bu sebeple tasavvufî eserlere ilgi ve merak duymaya başladım. Bu ilgi ve merak bizleri yüksek lisans ve doktora yapmaya yönlendirdi. Böylelikle akademik hayata da adım atmış olduk. Esasen tasavvufa yönelişin altında dedemin evde zaman zaman yüksek sesle, zaman zaman içinden okuduğu yukarıda isimlerini zikrettiğim eserlerin etkisi de olmuştur.
Fakülteden mezun olduktan sonra Millî Eğitim Bakanlığına bağlı çeşitli ilk ve orta öğrenim kurumlarında Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi öğretmenliği yaptım. 1998 yılında kendisiyle irtibatımı hiç kesmediğim edebiyat öğretmenim, Trabzon’da yayımlanan Karadeniz Günlüğü’ne şiirlerimi gönderebileceğimi söyledi. Gönderdim, birkaç şiirimiz yayımlandı. Sonra Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, Mavi Yeşil, Güneysu, Ozan Ağacı, Bizim Ece, Aykırısanat, Simav Anadolu, Çizgi, Erzurum Sevdası ve Duygu Seli gibi dergilerde şiirlerimiz yer aldı. Ama Türk Edebiyatı, Yedi İklim, Dergâh, Hece, Ay Vakti gibi bir ocak hüviyeti taşıyan, uzun soluklu, edebiyat dünyasında kendisine yer edinmiş dergilerde şiirlerimiz yayımlansın istiyordum. Bu arzuma ilk olarak iki sene bekleyerek de olsa da Ay Vakti dergisiyle kavuştum. Ardından Yedi İklim, Dergâh, Türk Edebiyatı’nda şiirlerimiz yayımlandı. Ay Vakti ile tanışmamız, 2000’li yıllarda Türkiye gazetesinin kültür-sanat sayfasını yöneten şair-yazar Özcan Ünlü’nün, Şeref Akbaba ile söz konusu sayfada Ay Olun İnsanlar adlı şiir kitabı dolayısıyla yaptığı söyleşi olmuştur. Sonrasında mektup yoluyla dergiye şiir gönderdim ve böylece Şeref hocamla tanışmış oldum.
Mevlânâ Hazretlerinin kendinin yetişmesi için söylediği “Hamdım, piştim, yandım” sözü meşhurdur. Babası Bahâeddin Veled, Seyyid Burhaneddin Muhakkik Tirmizî ile hamlıktan kurtulup pişen Mevlânâ, Şems-i Tebrizî ile yanmıştır. Evet bendenizi hamlıktan kurtarıp pişiren ninniler, maniler, türküler, dedemin okuduğu klâsikler, edebiyat öğretmenim, okuduğumuz kitaplar, dergiler olsa da yakan Ay Vakti, bir başka ifade ile Şeref Akbaba olmuştur. Şiirimizin bugünkü şekli almasında onun emeği ve katkıları büyüktür. Burada kendilerine teşekkür etmeyi bir borç biliyorum.
Peki, akademik çalışmalar ve makaleler arasında şiire nasıl zaman ayırıyorsunuz?
Şiir, insanın kalp atışları gibi hep onunladır. Bazen ona kulak verir, duyarsın, dile getirirsin, yazarsın, bazen de hiç duymazsın. Ama o atmaya devam eder. Onun için ne bendeniz şiirden koptum, ne de şiir bendenizden. Akademik çalışmalar, makaleler vb. adeta şiirimizi besleyip büyüten gıdalar oldu. Akademik alanım tasavvuf tarihi, felsefesi, özellikle edebiyatı. Şiirin tasavvufla irtibatına değinmeye kalksak ayrı bir söyleşi olur. Son devrin önde gelen edebiyat tarihçisi Nihad Sami Banarlı’nın sözünü burada iktibasla yetinelim: “Tasavvuf edebiyatı, edebiyatımızı ortaya çıkarmıştır. Türk edebiyatını vücuda getiren geliştiren ve olgunlaştıran tasavvuftur”. Bundan dolayı kendimi biraz daha şanslı görüyorum. Zira alanınız gereği Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet’ini, Yûnus’un, Eşrefoğlu’nun, Hüdâyî’nin, Şeyh Gâlib’in, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın, Alvarlı Muhammed Lutfî’nin dîvânlarını yahut başka eserlerini okumak durumundasınız. Hele bir de şiire ilginiz varsa bal ile yağ olur. Bundan dolayı şiire zaman ayırmak gibi bir lüksünüz yok. Her an onunla hemhâlsiniz, içiçesiniz. Bazen ağlatır, bazen güldürür, bazen söyletir, bazen yazdırır, bazen küstürür, bazen susturur…
Şiir ve şiir üslûbunuzdan bahsedelim. “Gül dikene küsse de göğsünde taşır.” diye bir mısraınız var. Bu anlamda şiirinizin beslendiği mecra ya da kullandığınız imgeler neyi ifade ediyor?
Öncelikle şunu bilelim: Bu âlemde Rabbimizin hem Cemâl hem de Celâl tecellisi var. Cemâlî, Celâlî isimleri var: o Rahmân’dır, Rahîm’dir, Gafûr’dur, Vedûd’dur. O Cebbâr’dır, Müntakim’dir, Kahhâr’dır. Gündüz var, gece var. Kolaylık var, zorluk var. Hakk’ın rahmeti gazabını geçmiştir kutsî hadîsi, “Sen onların içinde olduğun sürece Allah onlara azap edecek değildir” (Enfal, 33) âyeti var. Burada “Sen”, Hakk’ın Habîb’i Muhammed Mustafâ’dır. Edebiyatımızda gül, onu sembolize eder. Fuzûlî “Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabib/Kılma dermân kim helâkim zehri dermânındadır” derken, “Hoştur bana senden gelen/Ya hil’atu yahut kefen/Ya Goncagül yahut diken/Kahrın da hoş lütfun da hoş” der Bayrâmî şeyhi Kayserili İbrahim Tennûrî. Bunlar hatırıma gelen birkaç örnek. Hele Niyâzî-i Mısrî’nin “Cemâli zâhir olsa tez Celâl’i yakalar ânı/ Görürsün bir gül açılsa yanında hâr olur peydâ” beytini unutmak mümkün değil. Develili Seyrânî de ne güzel söyler: “Kelb kelb iken yavrusundan vazgeçmiyor/Hak Seyrânî’sinden geçer mi bilmem”. İşte bunlardır “Gül dikene küsse de göğsünde taşır.”
Velhâsıl şiirimizin beslendiği kaynak, halk şiirini, âşık tarzı şiiri, klâsik şiiri, modern şiiri besleyen tasavvuf şiiridir. Daha açık söylemek gerekirse Yesevî’dir, Mevlânâ’dır, Yûnus’tur, Hacı Bayram’dır, Eşrefoğlu’dur, Fuzûlî’dir, Nesîmî’dir, Hüdâyî’dir, Niyâzî’dir, Hakkî’dir, Şeyh Gâlib’tir, Emrâh’tır, Sümmânî’dir, Reyhânî’dir, Lutfî’dir. Yakın dönem şairlerinden ise Ahmet Haşim’dir, Yahya Kemal’dir, Tanpınar’dır, Mehmed Âkif’tir, Necip Fazıl’dır, Asaf Halet Çelebi’dir, Ziya Osman Saba’dır, Arif Nihat Asya’dır, Sezai Karakoç’tur, Cahit Zarifoğlu’dur, İsmet Özel’dir, Erdem Bayazıt’tır, Abdülkadir Bulut’tur, Bahaettin Karakoç’tur, Abdurrahim Karakoç’tur, Yavuz Bülent Bakiler’dir…
Çocuk edebiyatı, daha doğrusu çocuk şiiriyle de yakından ilgilendiğinizi biliyoruz. Neden çocuk şiiri? İlk kitabınız Kuş Ekmeği de bunun bir meyvesi olsa gerek.
Evet, çocukluğu, çocukça söylemeyi, yazmayı çok seviyorum. Çocuk zaten başlı başına saf, katıksız şiirdir. Onun kini, nefreti, hasedi, fesadı, yalanı dolanı yoktur. Yufkadır, inceciktir, çiçektir, kelebektir, gülücüktür, öpücüktür, neş’edir, cennettir çocuk. Kuşu öldüğünde çocuğa taziye için giden, torunlarına “güzel, güzelcik” adını veren ve çocuklara ağzıyla su püskürten bir Peygamberimiz var. Bendeniz yetim çocuk. Belki bu yetimlik bizi bu kadar çocukluğa alıp götürdü, ona sahiplenmeyi gerekli kıldı. Çocukken köyümde yaşadığım o güzellikleri yukarıda ifade ettim. Bundan dolayıdır ki Z. Osman Saba, F. Hüsnü Dağlarca, A. Nihat Asya, C. Zarifoğlu, Abdulkadir Bulut, Sunay Akın, Mustafa Özçelik, M. Ruhi Şirin, Bestami Yazgan, Gökhan Akçiçek’i çok okumuşumdur. Kuş Ekmeği, işte tüm bu yaşanan, hissedilen ve okunanların bir ürünüdür.
Bağıran Bir Sevda adlı bir şiir kitabınız daha var. Bunda Kuş Ekmeği’nden farklı bir çizginiz gözüküyor. 2000’li yıllardan sonraki şiirleriniz ise hem şekil hem de içerik bakımından çok ama çok farklı. Meselâ, müselles yani üçlü mısralar halinde şiirler yazıyorsunuz. Neden müselles?
Bağıran Bir Sevda, gençliğin, acemiliğin, sevdayı içinde tutamamanın belgesi. Keşke “bağıran” değil de “sessiz” bir sevda diyebilseydim. Bu kitap üniversite yıllarından başlayarak yani 1990-2000 yılları arasında yazılan şiirlerden yapılan bir seçkidir. Kitaplı şair olma hevesinin bir mahsülüdür. Keşke biraz daha sabırlı olabilseydik, olamadık. Hani Gölgeler’deki “Gece” şiirini gördükten sonra “Üstad siz vadiyi değiştirmişsiniz” diyen Hasan Basri Çantay’a Âkif’in “Benim asıl vâdim bu idi” şeklindeki verdiği cevap vardır ya bizim cevabımızda buna benziyor. Bizim asıl vadimiz, 2000’li yıllardan sonra Ay Vakti başta olmak üzere Dergâh, Yedi İklim, Türk Edebiyatı, Mavi Yeşil gibi dergilerde yayımlanan şiirlerimizdir. Fakat şu hususun altı çizeyim ki çocuk şiirinden asla kopmuş değilim, bir yandan ona devam ediyorum. Hatta Çocuk Gülüşleri adlı bir dosyamız yayımlanmayı bekliyor.
Müselles konusuna gelince, bu, bütünüyle klâsik şiir geleneğimizden alınan ilham iledir. Malumunuz klâsik şiir geleneğimizde ikişerli, üçerli, dörderli, beşerli, altışarlı… mısralarla yazılan şiirler var. Bunun üçerli yazılan şekline müselles, dörderli yazılanına murabba, beşerli yazılanına muhammes ve altışarlı yazılanına müseddes adı veriliyor. Müselles olarak yazılan şiirlerin sayısı çok az. Daha çok beyit yahut murabba, muhammes, müseddes tarzında yazılmış. Bundan dolayı üçlü mısralar hâlinde modern tarzda bir şeyler söyleyelim dedik.
Son olarak genç şair, yazar ve akademisyenlere neler tavsiye edersiniz?
Öncelikle okumaları ihmal etmemek lazım. Hele klâsikler mutlaka okunmalıdır. Meselâ, şiirle meşgul iseniz öncelikle Yûnus’u, Fuzûlî’yi, Nesîmî’yi, Bâkî’yi, Şeyh Gâlib’i, Yahya Kemâl’i, Âkif’i, Necip Fâzıl’ı, Sezai Karakoç’u, İsmet Özel’i, Bahaettin Karakoç’u tanımanız, okumanız gerekir. Yeri ve zamanı geldikçe yazma denemeleri de ihmal edilmemelidir. İmkân varsa mutlaka ehline gösterilmeli, onun tenkit ve tavsiyeleri dikkate alınmalıdır. Günümüzde bunun en güzel yolu edebiyat dergileridir. Gençlerimiz seviyeli edebiyat dergilerinden en azından birini takip etmeli, çalışmalarını zaman zaman bu dergilere göndererek durumunu görebilmelidir. Edebiyat dergileri, şairlerin yazarların güreştiği minderlerdir. Hiçbir güreşçi kendi evinde, köşesinde güreşçi olmamış, er meydanlarında güreşe güreşe, boy göstere göstere arzuladığı dereceye ulaşmıştır. Bu sebeple gençlerin, yazdığı şiirleri alelacele dosya haline getirip, ehlinin görüşlerini almadan, dergilerde yayımlamadan bir matbaa ile anlaşıp kitaba dönüştürmesi ilk etapta çok hoş görünse de şaire ve şiire zarar vermektedir. Hani şair-yazar Hüseyin Akın beyle yaptığınız ve 168. sayıda yayımlanan röportajda Hüseyin Bey’in gençlere bir tavsiyesi vardı. Bendeniz o tavsiyeyi hararetle savunuyorum: “Kitap çıkarmakta acele etmesinler, önce defter çıkarsınlar.” Şiir yarışmaları da bazen gençlerin önünü açabiliyor. Ancak o yarışma senin bu yarışma benim diye ödüller peşinde koşmak şiirin safiyetini, nezahetini, ruhaniyetini zedelemekte, adeta para için şiir yazma konumuna düşürmektedir. Âkif’in İstiklâl Marşı’nı yazmak için takındığı o ulvî tavır ve hassasiyeti taşımak lazım. Genç akademisyenlere tavsiyelerim de şair ve yazarlardan pek farklı değil. Zira iyi bir akademisyen demek, sözleriyle, yazılarıyla ve kitaplarıyla bugünü ve yarını etkileyebilen, kalıcı eserler bırakabilendir. Bunun en temel şartı da dili iyi bilmektir. O da iyi okumalar yapmaktan, bir başka ifade ile o dilin klâsiklerini okumaktan geçer. Dili iyi bilen, iyi okumalar yapan, sahasının literatürüne vâkıf olan daha önemlisi işini seven, işine önem ve emek veren kişi şâir de yazar da ve akademisyen de olsa mutlaka başarıya ulaşacaktır. Mevlâmız Kelâm-ı Kadîm’inde “Ben, erkek olsun kadın olsun içinizden, çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım” (Âl-i İmrân, 195) buyurmuştur.