Aşka Koşarak, Aşktan Kaçarak…

Aslında hepimiz birer hikaye antolojisiyiz. Yaşadığımız yerlerden, yürüdüğümüz yollardan hikayeler topluyoruz.Kalbimiz, biriktirdiğimiz hikayelerin içinde atıyor.Biz hikayelerimizi, onlar da bizi taşıyor.

Yine bir akşam vakti, yine bir söz bayramı… Günün telaşesinde, hayatın hayhuyunda bölünmüş zihinlerini, bir dost meclisinde bütünleştirmek için toplanmış söz ehlinin müdâvimi olduğu bir mekandayız. Hüzzam makamında hafif bir müzik duyuluyor. Masalardaki insanlar, sözü söze ekleyerek vakti dolduruyor. Mekanın sahibi Refik Usta ocaktaki öteberiye intizam vermekle meşgul. Kütüphane müdürü Osman Beyin masasında, yine uzun bir yolculuk başlamış gibi görünüyor. Bu yolculuğa katılmamak olmaz. Sohbet halkasına ekleniyoruz. Osman Beyin doyumsuz sohbetlerinden biri başlıyor.
Hepimiz yol yorgunuyuz sevgili dostlar. Yüzlerimizdeki hatlar ve ağarmış saçlar, yürüdüğümüz yollardan haber veriyor. Dünden bugüne kadar gelebilmiş ve şimdi içinde sözlerimizi ettiğimiz bu mekan gibi, biz de bir tarihe yaslanarak yaş(lan)ıyoruz. Bu tavan, şu iç süslemeler ve pencere pervazları, mekanın yakasından düşmeyen bir ‘mazi’yse, hafızamızın kıvrımlarında canlılığını sürdüren ‘anı’lar da geçmişimizdir. Anılar varsa, geçmiş geçmemiş demektir; bugüne müdahale ederek, hayatı kurmaya devam ediyordur.
Bu minvâl üzere, gecenin önümüze açtığı yoldan, sizi de yanıma alarak çocukluğuma gitmek istiyorum. Aradan geçen bunca zamana rağmen unutamadığım, her hatırlayışımda beni hüzünlendiren, hüzünlendirirken aşka dâir olanı yeniden hissettiren o küçücük anıyı size açmak niyetindeyim. Mekandan, bugünden kopup gitmeden önce, Refik Usta çaylarımızı getirsin mi?
İyi demlenmiş taze bir çay ile demini almış zamanın yükü hafiflemeliydi. Yolculuk, ince belli bardaklarda çınlayan kaşık sesleri arasında başlamalıydı. Adımlar, tatlanmış sıcak bir çayın tadında atılmalıydı geçmeyen geçmişe…
Çaylar söylendi. Saflar sıklaştırıldı. Şekerler çayda, kaşık sesleri mekanın duvarlarında eridi. Kütüphane müdürü Osman Bey, etrafına toplanmış simalara baktı. Dostluk, samimiyet okunuyordu bu yüzlerde. Modern zamanların çoktan unutturduğu kadim sözlerin alıcısı bu kulaklara, hikayesini fısıldamakta beis görmedi. Kovasını hafızasına daldırdı. Söz su olup dinleyenlerin içine aktı.
“Küçük bir derenin dokunuşuyla yüzünü gösteren bereketin içinde, bir yeşilliğin kenarında kurulmuş bir köydü bizimkisi. Sırtını bir dağa dayamış, yüzünü ise başka bir dağa çevirmiş köyümüzde bilmem kaç çocuktuk. Bilirsiniz, köy yerinde hayatlar birbirlerine temas ede ede yaşanır. “Yabancı“ yüz yoktur oralarda; herkes bir şekilde birbirini tanır, bir şey alır bir şey verir. İnsanlar köyde birbirinin arkadaşı ve tanıdığıdır, dostu veya değildir. Köylü çocuklar da öyledir; hayatları birbirine benzer; aynı sofrayı paylaşan kardeşler gibidirler. Ama yine de her yerde olduğu gibi, köylerde de, çocukların daha sonraları unutamadığı özel arkadaşları olur. Benim de böyle birkaç arkadaşım oldu. Öğrencilik sebebiyle köyden ayrılıp, bir şehirden diğerine savrulduğumda, ailemi özlediğim kadar onları da özlerdim. Birlikte oynadığımız oyunları, çocukça kavgalarımızı… O arkadaşlarımdan biri var ki, diğerlerinden daha farklı bir yüzle içimde yaşar; farkı sebebiyle, olmadık zamanlarda zihnime düşer. Söz konusu durum çocukça bir şey miydi, yoksa şimdilerde bana, “Biz iki çocuk, büyük bir derde düşmüştük.“ dedirten bir insanî hal miydi? Sorunun cevabını bulmuş değilim. İşte bugün size anlatmak istediğim şey, o arkadaşımla yaşadığım durumdur.
On yaşlarında ya var, ya yoktum. Arkadaşım Fesih de öyle. Aynı okula, aynı sınıfa devam ediyorduk. Babası Abdullah Amca, çok çalışkan bir adamdı. Evlerimiz yakın olduğundan, sabahları Abdullah Amcanın sesiyle uyanırdık. Sabah namazından hemen sonra, eşini ve çocuklarını yataklarından kaldıran sesi, bizi de uyandırırdı. Özellikle yaz aylarında, daha güneş doğmadan evimizin önünden ormana doğru gittiklerini hatırlıyorum. Önde Abdullah Amca, arkada ise eşi ve çocukları olurdu. Erken bir vakitte çalışmaya götürüldüğü için Fesih’e acırdım. Kendimi suçlu hissederdim. Babamın resmî bir işi olduğundan biz ailecek rahattık. Küçük bir tarlamız vardı; orada ihtiyacımız olan domatesi, biberi ve patlıcanı yetiştirirdik.
Aslında Fesih’le çok da fazla oynamazdık. Çoğu zaman babasıyla bir yere gittiğinden, onu çok az görürdüm. Ancak gelin görün ki, onunla yolumuz bir noktada kesişmişti; ikimiz de Fatma’yı seviyorduk. Bizim yaşlarda olan Fatma, zayıf ve esmer bir kızdı. Fesih’in akrabası sayılırdı. Aynı kızı sevdiğimizi nasıl anlamıştık, bilmiyorum. Konuyu birbirimize mi açmıştık, yoksa bunu kendi başımıza mı anlamıştık, hatırlamıyorum. Bu durumu öğrendikten sonra kavgalı olmasak da, gizliden gizliye birbirimizi çekemez olmuştuk. Bir kıskançlık bir kıskançlık… Fatma başımızı döndürmüştü. Fesih’le genellikle Fatma’nın evinin önünde karşılaşırdık. İlginçtir; orada birlikte oynar, Fatma’nın gelip bize katılmasını beklerdik. Hangimize daha çok yakınlık göstereceği konusunda aramızda tartışırdık. Nihayet Fatma gelir, kahramanı olduğu bir yarış başlatırdı aramızda. Bu oyunlardan aklımda kalan şey, Fatma’nın bir bana, bir Fesih’e yakınlık göstermesiydi. Bilerek mi öyle davranıyordu, ikimiz tarafından da seviliyor olmanın zevkini mi çıkarıyordu, bilemiyoruz. Anlayacağınız,  ikimizi de ilgisiz bırakmıyordu. Kendisi çok rahattı; sevilmenin rahatlığıyla gönlünce eğleniyordu. Bir dediğini iki etmiyorduk; kendimizi Fatma’ya beğendirmek için neler yapmazdık ki! Birimiz daha fazla ilgi gördü mü, diğerimize o gün büyük acılar kalıyordu. “Çocuklarda aşk acısı olur mu?“ demeyin. Hem de nasıl olur! Anlatayım.
Bir gün yine kendimi Fatmaların evinin önünde bulmuştum. Fesih oraya benden çok önce gelmişti. O gün Fesih’in üzerinde bir başkalık vardı. Babasının kendisine aldığı yeni ayakkabısıyla sanki caka satıyordu. Pırıl pırıl ayakkabısı ona ayrı bir hava katmıştı. Köyden bir çocuğa, -bir çift ayakkabı da olsa- alınmış yeni bir şey, onu günün kahramanı yapar. Yaşıtları etrafında toplanır, o yeni şeye sahip olamamanın ezikliğini yaşar. Yeni bir ayakkabı, bir pantolon veya bir kazak, köye, gidilmeyen şehirlerin havasını taşır. Bunlardan birini edinmiş şanslı çocuk, köyden çıkıp şehre gitmiş gibi olur; çünkü üzerine şehrin renkleri düşmüştür. İşte o gün Fesih bu şanslı çocuklardan biri olmuştu. Öyle hissediyordum ki, bu durum Fatma’yı Fesih’e doğru kaydıracaktı. Benimse ne yeni ayakkabım, ne de üzerimde yeni bir elbise vardı. Fatma’nın dikkatini çekecek bir şeye sahip değildim. Nasıl zor durumdaydım, bilemezsiniz. Az sonra Fatma da gelmişti. Dediğim gibi, Fesih’in yeni ayakkabısı Fatma için daha dikkat çekici olmuştu. Bir köşede öylece unutulmuştum. Fatma, Fesih’in ayakkabısına eğilmiş, onu çok beğendiğini söylüyordu. Derin bir iç kırıklığı yaşamış olmalıyım ki, daha fazla dayanamamış eve kaçmıştım. Fatma’nın dikkatini üzerime çekecek bir şeyler bulma isteğiyle sağı solu karıştırmış, ancak ne yazık ki bulamamıştım. Bunu kabullenmemiş olmalıyım ki, çaresiz, ayağımdaki ayakkabıları çıkarmış, yerine babamın abdest alırken kullandığı takunyaları geçirmiştim. Sanmıştım ki, ayağımdaki takunyalar Fatma’yı bana getirecek. Öylece Fatma ile Fesih’in yanına dönmüştüm. Ayaklarıma büyük gelen takunyalarla o taşlı yoldan nasıl yürüdüğümü, artık siz tahmin edin. Bu zahmet ne içindi? Sorunun cevabı, aşk acısını tatmış o çocuk kalbinde saklıydı.
Hayır, Fatma, Fesih’i bırakıp yanıma gelmemişti. Ayağımdaki takunyalarla komik görünmüş olmalıyım ki, ikisi de bana bakıp bakıp gülmüştü. O ne aşağılayıcı gülüştü! Nasıl kırılmıştım, nasıl kırılmıştım! Daha fazla dayanamamış, takunyaları ayağımdan çıkarıp elime almış, oradan koşarak ayrılmıştım. Şimdi biliyorum ki, aşk konusunda çocuklar da büyüklere benzer. Kıskançlık nöbeti içinde alıp başını gitmeleri uzun ömürlü olmaz. Tatlı bir söz, minnacık bir ilgi, onları gittikleri yerden geri getirir. Bunu yaşadım, biliyorum. Kısa bir süre sonra Fatma’nın babası Mehmet Amca hastalanmış, onu hastahaneye götürmüşlerdi. Fatma, bir iki kardeşiyle bizde kalıyordu. Onu daha çok görmenin ve ona daha yakın olmanın sevincini yaşıyordum. Fesih de yoktu. Ancak babasının rahatsızlığı beni üzüyordu, babası için dualar ettiğimi hatırlıyorum. Bir gün Mehmet Amcanın ölüm haberi gelmişti. Fatma’yı ağlarken görmüş, ben de hıçkıra hıçkıra ağlamıştım. Fatmaların bundan sonraki durumları için kaygılanmıştım. Ne olacaktı halleri? Kendimi de, Fesih’i de unutmuştum.
Sonra büyüdük. Fatma, annesi ve kardeşleriyle birlikte gittiği şehirde amcasının oğluyla evlenirken, Fesih de yakın akrabalarından biriyle evlendi. Ben ise, bir şehirden diğerine göç eden bir öğrenci olmuştum. Girdiğim yollar, beni roman kahramanlarıyla arkadaş ediyordu. Soğuk pansiyon odasında üşüyen Raskolnikov, Çukurova’da at koşturan İnce Memed, Asya bozkırında mankurtlaşan adamların annesi, İstanbul’da bir medeniyetin şifresini çözmeye çalışan Nuran ve Mümtaz oluyordum. Aşk, ölüm, savaş, barış içinde hikayeler topluyor, bunlardan kendi hikayemi kuruyordum. Fatmalardan geçe geçe bugüne geldim. Aşka koşarak, aşktan kaçarak kendimi buldum. Şimdi karşınızdaki ben, tamamlanmış bir ‘ben’ midir, bilmiyorum. Bildiğim, hâlâ bir yolcu olduğumdur.“

Sükut sarmıştı masayı. Osman Bey oturduğu sedire sırtını dayayıp susmuştu. Kitapların iki kapağı arasında, o sararmış sayfaların vazgeçilmez kokusunda yolculuklar yapmış bir beyefendinin hikayesine kulaklarını açmış dost yüzler de, bu hikayenin ayrıntılarında saklı olanı yakalamak ister gibi bu sükuta katılmıştı. Bir medeniyetin izlerini taşıyan esnaflardan Refik Usta, masada birikmiş boş bardakları topladı. Çaylar tazelendi. Yine kaşık sesleri çınladı masada. Şekerle birlikte bu sefer kırık bir aşk hikayesi de çaya karıştırıldı. Masayı buğulu bir tat bastı. Hikayeden hisse konuşuldu sonra. Sohbet halkasından bir iki delikanlı, Fatma’dan hareketle kadınları çekiştirdi; nazlarına, aşktaki güçlerine vurgu yaptı. Buna itiraz edenler oldu; insan tabiatına dikkat çekildi. Osman Bey konuşulanları öylece dinledi. Masadakilerin sözü bitince, bakışlar tekrar ona çevrildi. Hikayenin sahibi oydu, son sözü de o söylemeliydi. Osman Bey, avucunun içindeki bardaktan bir yudum daha aldı ve konuşmak üzere yaslandığı yerden doğruldu.
“Aslında hepimiz birer hikaye antolojisiyiz. Yaşadığımız yerlerden, yürüdüğümüz yollardan hikayeler topluyoruz. Kalbimiz, biriktirdiğimiz hikayelerin içinde atıyor. Biz hikayelerimizi, onlar da bizi taşıyor. Hikayelerimizden başka bir şey de değiliz; onların toplamından çıkardığımız şey ne ise, biz oyuz. Ve her hikaye yalnız başına yaşanır. Ancak yalnız başına yaşanmış bir hikaye anlatıldı mı, yalnız birinin olmaktan çıkar, başkasının da olur; çünkü başkası da anlatılana dahil olmuştur. Şimdi burada da olan budur. Hikaye benimdi; anlattım, sizin de oldu. Dolayısıyla bu hikaye üzerinde konuşma hakkınız oluştu, siz de bu hakkı kullandınız. Ağzınıza sağlık olsun, yüreğinize bereket getirsin.
Demem şu ki, biz ademoğlu ve Havva kızlarına en çok yakışan şey aşktır, ki şair “hüzün” demişti buna. Ha aşk ha hüzün, ne fark eder! Aşk ki, bizi hayata ilikler, ayakta tutar. Varlığımız, oluş hikmetimiz aşka muhtaçlığımızda saklıdır. Bu konuda ne erkeğin kadına, ne de kadının erkeğe gayrılığı vardır; ikisinin toplamıdır insan ve bu toplam, ancak aşka uyanmakla kendini fark edebilir. Kadın ve erkek, birbirlerinde aşkı uyandırmak, yani kendilerini, yani insanı fark etmek için yaratılmış gibiler. Muhtaç iki varlıklar, tamamlanmak için de birbirlerine yürürler. Kadının inşâ ettiği erkekler çoktur ve erkeğini bulmakla tarih sahnesine çıkmış kadınların sayısı da az değildir. Fatma, çocukluğumun yüzündeki aşk çıbanıdır; kalbime düşen, kalbimi deşen bir ışıktır. İlk yaramdır. Ve her yara, ayrıca bir yararlanmadır. Yara ve yararlanma, birbirine yakın oturan iki komşudur. Ki, “komşuda pişen bize de düşer“ denmiştir, elhâk doğrudur. Yaralarımız sayesindedir ki, kendimize döner, bizde neyin olup bittiğini öğreniriz. Varsa yaradan mütevellid acımız, bu bizi şifanın adresine götürür. Evet dostlar! Ömrümü bereketlendiren kütüphaneciliğim, içimdeki yaraya şifa arayışımdan başka bir şey değildir.“

Gece taçlanmıştı. Büyüsü olan sözlerle başı okşanan zaman,  mûnis dokunuşlarla geçmişti. Masadaki her bir kalp sahibi, biraz daha çoğalarak kalkmıştı oradan.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Çizgi-9 / Behice Kolçak Şark
Şehr-i Ayıntab’dan Eski Bir Şehir’e Me... / Reşit Güngör Kalkan
“Hayatü’s- Sahabe” Mütercimi Meh... / Fatma Albayrak
Vaktin Duaya Erişi / Hüseyin K. Ece
Taş Kırmak / Şeref Akbaba
Tümünü Göster