Acıyı Kanıksamak

-İmdaat!
-İmdat yardım edin! Yüzme bilmiyorum…
-Köyüne dön aptal!
-Sana hoşçakal bebek!
-Doğduğun yere git Afrikalı!
Daha fazla dayanamazdım. Televizyonu kapattım.

“22 yaşındaki Gambiyalı Pateh Sabally Venedik’teki Büyük Kanal’a düştü. Yüzme bilmeyen genç suda çırpınırken cep telefonlarıyla kaydederek alaycı sözler savuran Avrupalılar utanç verici olduklarını bir kez daha göstermiş oldu. O sırada kanaldan geçen bir turistik tekne Afrikalı göçmenle neredeyse burun burunaydı ama kimse onu kurtarmak için suya atlamadı. Tekneden atılan can simitlerine ulaşamayan Afrikalı genç boğularak can verdi.”

İşte bu kadar… Topu topu dört-beş satır bir haber…

Bir insanı bile bile ölüme göndermek nasıl bir şey aklım almıyor. Kedileri, köpekleri, envai çeşit
hayvanatı kurtarmak için operasyonlar düzenleyen, bunları çok da güzel pazarlayan, bak nasıl da merhametliyiz! havalarına giren batı, iş kendi cinsine, daha doğrusu kendisi gibi inanmayan, yaşamayan, düşünmeyen, giyinmeyen insanlara gelince bırakın sınıfta kalmayı zombilere rahmet okutuyor.

Şimdi ne yapsam, ne etsem?.. Pateh Sabally’nin doğduğu yerlere gitsem keşke. Onun yürüdüğü sokaklarda yürüsem; varsa annesi, babası, kardeşleriyle tanışsam. Ne yer, ne içer, nasıl geçinirler? Okula gitmiş mi? Ne iş yapmış? Hayalleri neymiş? Gambiya’nın balçığa dönmüş yollarından bıkıp da mı kaçmış? İtalya’ya nasıl varmış? Her şeyi tek tek öğrensem. Sonra çekip çıkarsam Petah’ı o kanalın içinden. Afrikanın zengin toprakları üzerinde onu aç bırakanlara
haykırsam keşke. “Sizler katilsiniz!”

Birden kendimi teneke bir dolmuşun içinde buluyorum. Çamurlara bata çıka ilerliyoruz. Yanlarında yeşil şeritleri olan sarı sedan bir otomobil. Otomobil mi? Benim ülkemde böyle bir şeyin trafiğe çıkmasına asla izin verilmezdi herhalde. Kapıların kollarında yeller esiyor. Silecekler kırılmış; bez, ip ne geçtiyse ellerine bağlayarak tutturmuşlar zorla. Kontak anahtarının yerinden rengarenk kablolar fışkırıyor. Koltukların bazıları çoktan terk-i diyar etmiş, olanlarsa zangır zangır sallanıyor. Paslanıp çürümüş aracın üst  deliklerinden yağmur yağdığı günlerde sırılsıklam olmamanız içten bile değil. Hele ayaklarınızın altında böyle bir deliğe rastlarsanız çamura bulanmak kaderiniz. Hani ki, hiç dolaşmasanız buraları, Gambiya’nın dolmuşları bile bu kara kıtanın kara talihli insanlarının yoksulluğunu görmeye yeter de artar bile.

Dedim ya dolmuştayım. .nümde Pateh Sabally. Şoföre 10 dalasi uzatıyor. “Garaj lütfen.” Petah, köyüne 20 km uzaklıktaki Brikama’ya iş bakmaya gidecek. Günde bir buçuk dolara çiftçilik yapmaktan bıkmış artık. Genç. Hayalleri var. Daha rahat yaşamak istiyor. Yok! Bu olmadı. Pateh insan gibi yaşamak istiyor sadece.

Annesi onu bu köyde dünyaya getirmiş. Köyün adı Busumbala. Ne demek biliyor musunuz? “Anasının koynundan koparılmış.” Çok yakın bir tarihte şu meşhur Avrupa, anasının koynundan kopardığı kü.ümen bedenleri köle diye zincire vurup gemilerle Avrupa’ya taşıdığı için bu adı almış. Kim diyebilir ki kölelik kalkmış? Yine Afrika’da insanları ü. kuruşa aç sefil köle gibi çalıştırmıyorlar mı?

Petah iş bakacak Brikama’da. Babası kardeşlerinin karnını zor doyuruyor. Annesi ise kü.ük kardeşinin doğumunda vefat etmiş. –Ne yazık ki kadınların doğum yaparken ölmesi o kadar yaygın ki burada.- Petah ne iş bulsa yapacak artık. Tarlalarda pamuk toplayıp bir türlü parasını alamamaktan iyidir.

Brikama’da da iş yok. Nereye gitse kapılar kapandı yüzüne. Banjul’a gitsen… Hani daha büyük bir şehir. İş yerlerinin önlerinde metrelerce kuyruk var. Aç biilaç günlerce ayakta beklemek ne demek çok iyi biliyor Petah. Daha önce denemişliği var. Üzerine yapışan sıcak, hele yağmurdan önce omuzlarında bulutların tonlarca ağırlığı, serinletmek için değil de yakmak için esen bir rüzgar… Banjula hiç gitmiyor Petah. Busumbala’ya geri dönüyor. Anasının koynundan koparılmışların köyüne…

İtalya mı demişti bir arkadaşı? Kaçıp kurtulmak bu yoksulluktan… Daha çok para, daha rahat bir hayat… Kim bilir iyice yerleşince kardeşlerini bile alır yanına. Ya babası? Yok artık o iyice yaşlandı. Onun köyde kalması en iyisi. Elde avuçta ne varsa, onları İtalya’ya g.türecek tekneye verirken bunları mı düşündü Petah? Peki umutlu muydu? Umudu olmayan insan .lümü göze alarak nasıl çıkar ki bu yola?

Petah, Venedik’e geldi sonunda. Ne havası benziyordu Gambiya’ya, ne asfalt yolları, ne de muhkem taş binaları. Otomobiller gıcır gıcır. Petah sandı ki, hepsi fabrikadan yeni çıkmış. Rüzgarın insanın gözüne, kulaklarına, saçlarına ve dahi ağzının içine savurduğu kum taneleri de yok burada.

Ne yaşadın, nasıl alıştın? Nasıl oturum izni aldın? Özledin mi babanı, kardeşlerini?

Ya sonrası Petah?

Venedik’in buz gibi sularında g.rdüm seni.

Sahi imdat diye bağırıyor muydun Petah?

İnsanlar “köyüne git aptal” diye haykırırken duydun mu onları?

Sana geç de olsa atılan simitlere neden uzan(a)madın? Uzanmak mı istemedin?

Bilerek mi yaptın bunu Petah?

Seni yaşatmak için neden bir tekne dolusu insandan biri dahi elini uzatmadı?

Sen değil, insanlık boğuldu o suda Petah.

“Köyümü ve dahi bütün Afrika’yı sizler bu hale getirdiniz. Toprağın altında ne var, ne yok talan ettiniz. İnsanlarımızın boynuna zincir takıp köle ettiniz. Bizi kendinize muhtaç ettiniz.” diye düşündün mü hiç?

Senin o gittiğin diyarlar aç bir kurt gibi önüne geleni yutar da yutar yine de doymaz. Önüne gelmeyeni de kendi gider yakalar, boğar. Sokakları tarumar eder. Minicik yürekler uykudayken evleri, şifa umuduyla sığınılan hastaneleri, insanlar secdedeyken camileri, parkta oynayan çocukları, okulları, umutları bombalar. Kan yutar, kan kokar yine de doymaz karnı.

Onca şeyden sonra insanların önünden geçen bir haber oldun sadece. “Afrikalı mülteci İtalya’nın Venedik şehrindeki Büyük Kanal’da boğuldu.” İşte bu kadar. Bitti. Hatta haberi okuyup elimizdeki telefonları, tabletleri, bilgisayarları kapatınca bir su köpüğünün patlaması gibi “püfff…” Bu haber de boşlukta görünmeyen zerrelerden biri oluyor sadece.

Bilgiye ulaşım kolaylaştıkça onu tüketmek de o denli hızlı oluyor. Sanalın gerçeğe, gerçeğin sanala dönüştüğü bir dünyada yaşıyoruz işte.

Her şey bir “tık” uzağımızda sadece. Bu “tık” “tık”lar her yerimizi kuşatmış. “Tık tık tık tık, tıkı tıkı tıkı tık. “ Bırakın sanal dünyayı konuşurken bile “tık”lar olmuşuz. “Hava bir “tık” daha ısınsa süper olacak.” “Bu mal .büründen bir “tık” daha kaliteli.” “Abi, şu radyonun sesini bir “tık” açar mısın?” “Anne, şu sehpayı bir “tık” şu tarafa  kaydırsan.” “Görseli bir “tık” sola alsak nasıl olur?” Güzelim Türk.emizi ne hale getirmişiz o ayrı bir konu.

Bir de “tık”lanma rekorları kıran siteler, videolar, haberler… Size bir “tık” kadar yakınız reklamları… Sahi tıkladığımız şeyler öyle yakın mı bize? Acı, gözyaşı, savaşlar, can vermiş minicik bedenler bir “tık” la ta evlerimize giriyor. Ne var ki gözlerimiz, kalplerimiz, vicdanımız yanmaya başlayınca bir “tık”la kapatıyoruz her şeyi. İşte karşımızdaki siyah, kaskatı bir ekran. Her şey görünmez olunca bütün acılar tükendi mi sanıyoruz? Ondan mı çayımızı soğutmadan içmeye devam edişimiz?

Bodrum sahillerine vuran Aylan bebeğin cesedi bir “tık” yakınımızda. Myanmar’dan çıkıp Bangladeş’e ulaşamayan Muhammed bebeğin cesedi de. Halep’te enkaza d.nmüş evinden çıkarılan Ümran bebeğin donmuş, kaskatı kesilmiş yüzü. Korkmuş, ürkmüş, çaresiz… Ya her 10 dakikada bir Yemen’de açlıktan ölen bebeklerin yüzü… Filistin’de, Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de, Afganistan’da, Türkiye’de… İslam coğrafyasının her bir köşesinde… Hepsi de bir tık yakınımızda/ uzağımızda değil mi?

Göre göre mi acıyı kanıksadık, duyarsızlaştık? Hislerimiz uyuştu. Artık insanlar zor durumda kalan, hatta .lümle cebelleşen birine dahi yardım etmek yerine ellerine telefonlarını alıp olanları kayda almayı tercih ediyor. Sanırsınız ki, herkes kameraman, herkes muhabir… Akif’in bir şiiri geliyor aklıma.

“His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?

Hayret veriyorsun bana. Sen böyle değildin.” Biliyor musun Petah, seni görmemek için televizyonu kapattım. Telefonumu, tabletimi, bilgisayarımı… Eski konforlu hayatıma dönebilmek için Seni/Sizi bana hatırlatacak her şeyden uzaklaşmak istedim. Yok işte, olmuyor. Nereye baksam yollara düşüp can veren binlercesini görüyorum. Kumlara sessizce kapanmış Aylan bebek bana çığlık atıyor. Gece rüyalarıma giriyor. Ellerimden tutuyor, buz gibi, ıpıslak… Muhammed, Ümran… Sonra hepinizin yüzü bir oluyor, aynı acıya gark oluyorsunuz.

Söylesene bana Petah, biz acıyı ne zaman bu kadar sıradanlaştırdık?

Sen ey acı!
Gel bizi insan kıl yeniden.
Tut kaldır ellerimizden.
Merhametle ört bizi.
Sahi Petah, bir gün biter mi bu acı?

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Birlik / Ay Vakti
Kandillerinde Yakılmak Üzere / Şeref Akbaba
Göklerin Yeryüzü Kederi / Necmettin Evci
Kudüs, Mısra-ı Bercestedir -Kudüs Şiirleri Üzerine... / Salih Uçak
Tüm Saatler Kıyamete Kurulmuştur / Mehmet Baş
Tümünü Göster