Ayla: Hollywood Tarzı Epik Bir Anlatım/Buğday mı Himmet mi

Ayla: Hollywood Tarzı Epik Bir Anlatım

Kazanmak için kaybetmek Türkiye’nin kaderi. NATO’ya girmek için beş bin Mehmetçiği Kore’ye göndermemiz ve yedi yüz yirmi birini şehit vermemiz de bunun bir örneği. Günlerdir konuşulan Ayla filmi, Kore savaşından bir insanlık hikâyesini konu ediniyor. Film daha gösterime girmeden Oscar için Türkiye’nin aday adayı olması ilginç bir durum meydana getirdi. Ardından yönetmen, yapımcı ve oyunculara kadar tüm ekibin “ille de Oscar” sadedinde söyledikleri zihinlerimizdeki sorulara cevap oluşturdu: Filmin ana gayesi o “altın heykelcik”ti.

Gelelim hikâyesine… Kore Savaşına Türkiye’den gönderilen bir tugay vardır. Bu askerler arasında Süleyman Dilbirliği de yer alır. Süleyman yakın dostu Ali ile birlikte Kore’ye gider. Görevlerinden birisinde ailesi öldürülmüş, yalnız kalmış küçük, sevimli bir kız çocuğu bulurlar. Ayla ismini verdikleri bu kız çocuğuna Kore’de kaldıkları süre boyunca muhteşem bakarlar.
Ayla ile Süleyman baba-kız gibi olur. Süleyman, Ayla’yı Türkiye’ye getirmek ister. Ancak yasalar müsaade etmez. Onca çabaya rağmen Süleyman, Ayla’yı geride bırakır. Baba kızın bir daha birbirlerini görmeleri için atmış sene geçmesi gerekecektir.

Filmin hikâyesi gerçek bir olaydan alınmış. Böylesi olayları filme konu edinmek güzel. Filmde kahraman Türk askerinin merhameti bir kere daha ortaya çıkıyor. Filmi seyredenlerin gözleri doluyor, dolacak da. Bundan dolayı gişede ciddi hasılat elde etmesi de muhtemeldir. Malum, milletçe severiz böyle hikâyeleri.

Ancak esas sorun da tam olarak burada başlıyor! Film, dram düzeyinden gereksiz bir şekilde melodrama dönüşüyor. Bu da sürekli mesaj kaygısına zorluyor. Filmin dengesi de tutturulamıyor.

Filmin ana omurgasıyla ilgili bu sorunlara rağmen ciddi bir prodüksiyona sahip olduğunu ifade edelim. Özellikle görüntü yönetmeni kameraya çok hâkim. Atmosfer oluşturulmuş. Oyunculuklar başarılı. Bütün bunlar filmi kurtarmaya yetmiyor. Hikâyesi, kısmen tekniği ortalamanın üstüne çıksa da filmin gereksiz şekilde melodrama kayması, özellikle kimi sahnelerde dekorun aşırı derecede belli olması, baba-kız ilişkisinin gereksiz yerlerde kesilmesi filmi vasatta tutuyor.

Ve Oscar… Bu yazının yazıldığı dakikalarda Ayla’nın elendiği haberi düştü ajanslara. Şaşırtıcı da olmadı. Oscar’ın önemli olduğunu düşünmemekle birlikte son yıllarda yabancı film adaylarının son derece güçlü filmler olduğunu ifade etmeliyiz. Ancak Türk sineması ister sanat yönü ağır basan Kış Uykusu, Kalandar Soğuğu gibi filmlerle ya da Hollywood’a öykünen Kelebeğin Rüyası ve Ayla gibi filmlerle katılsa da Oscar elemelerini bile geçemiyor.

Buğday mı Himmet mi?

Yakın bir gelecekte dünyada yaşanan iklim değişimleri kaosa yol açmış, hayat bitme noktasına gelmiştir. Sınırların manyetik kalkanlarla çevrildiği yeni düzende göçmenlerin nispeten yaşanabilir topraklara geçişi bilim insanlarının insafına bırakılır. Kısacası kaos, anarşi, gettolar, ölüm kalım mücadelesi ile dolu bir dünya… Ve genetiği bozulmuş tohumların verimliliğini yitirip yok olması sorunu. Bilimin çözüm üretemeyişi ve insanlığı bekleyen büyük tehlikeler… Buğday, böyle bir girizgah yapıyor. Aslında taraf oluyor. Modern dünyanın, “kutsanan” bilimin, maddeden başka gerçek tanımaz olguculuğun tam karşısına kendisini konumlandırıyor. İnsan ile toplum düzleminde ise kaotik bunalımdaki dünyanın, “buğday” üzerinden toprağa ve toprağın hakikatine yönelmesini talep ediyor. Modern kaos ile buğday/toprak ilişkisi üzerine bir kurgu inşa ediyor. Filmin giriş estetiği büyük ölçüde Tarkovsky’ye öykünmüş. Kendisinin de daha önce açıkça belirttiği gibi, Kaplanoğlu sıkı bir Tarkovsky hayranı. Buğday’ın özellikle girişi bu hayranlığın ifadeleri ile dolu. Geniş planlar, görsel kusursuzluk ve birbirini tamamlayan kamera
açıları…

Gelelim filmin hikâyesine… Böylesi bir dünya düzeninde tohum şirketlerinden birinde çalışan bilim insanı Profesör Erol Erin, artık mükemmel bir tohum üretimi konusunda tereddüde düşer. Şirketin eski bir çalışanı olan Cemil’in mükemmel derecede tohum üretmenin mümkün olmayacağı hakkındaki teorisi dikkatini çeker. Hemen Cemil’le görüşmek ister. Ancak Cemil, şehirden ayrılmış, ölü topraklar bölgesinde yaşamaktadır. Artık şirketle bağı da kalmamıştır. Erol, Cemil’in yanına gitmek ve teorisini onunla tartışmak ister. Zorlu bir yolculukla, manyetik kalkanları zahmetle aşıp ölü topraklar bölgesine geçer. Böylece filmin ana hikâyesi ortaya çıkar.

Buğday’ın temel iddiası söz konusu yolculukla belli oluyor. Yönetmen, bilim ve metafiziği iki kutup olarak karşıt bir konuma yerleştirir. Profesör Erol, bilimden kurtulmuşçasına Cemil’e sığınır. Artık bilime inanmaz, güvenmez. Bir anda tüm hayatını değiştirecek bir yaklaşım sergiler. Cemil’i mürşid kabul edip intisap eder. Sorgusuz bu kabuller, Kaplanoğlu’nun daha önceleri hiç tercih etmediği bir sinema dili. Tarkovsky’den çok iyi bildiğimiz, Kaplanoğlu’nun sinematografisinde izlediğimiz “arayış”ı ana ilke haline getiren sinema dili terk ediliyor. Bunun yerine açık mesaj, net söylem, düşünmeden kabullenen tavrı öne çıkıyor. Böylece sinema dili basitleşiyor. Filmin görkemli girizgâhı devam ettirilemiyor.

Dönelim hikâyeye… Erol’un manyetik alanları aşıp Cemil’e ulaşması ve ona olan bağlılığını belirtmesi üzerine ikisi bir yolculuğa çıkıyorlar. Cemil ve Erol’un bu yolculuğu Kur’an-ı Kerim’de anlatılan Hz. Musa ile Hızır kıssasının basit bir kopyası. Kaplanoğlu neden bu hikâyeyi tercih eder ki? Musa-Hızır kıssasının belirli bir kültür ve birikimle izah edilecek denli derin olduğunu niçin dikkate almaz? Asıl önemlisi bu kıssayı bilmeyen seyirci ne anlar, bunu nasıl izah eder? Aslında Buğday, bilim-metafizik karşıtlığını daha da inandırıcı kılmak ister. Ancak çoktan sırrı fâş olmuştur. Hakikat maddeye sığmaz, buğdaya indirgenemez, sinema perdesine tam olarak yansımaz.

Buğday, sembolizm yerine basit söylemi, hakikatin peşine düşme yerine kesin çözümü, muhakeme yerine kabullenişi tercih ediyor. Sırrı taşıyamıyor. Tarkovsky’e yönelik atıflarla son derece başarılı görüntüler sunan film, zamanla bu estetik tavrını kaybediyor. Kaybettikçe de yazık oluyor. Keşke Buğday, heybeti avuçlamaya çalışmasaydı. Musa-Hızır’a büründürmeden fark ettirebilseydi. Sırrı saklasaydı. Şaşırmamıza imkân tanısaydı. Nasılsa düşünmek ve anlamak, şaşırmakla başlamaz mı? Bize buğdayı değil himmeti verecek, buğdaydaki himmeti gösterecek filmler gerek.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Birlik / Ay Vakti
Kandillerinde Yakılmak Üzere / Şeref Akbaba
Göklerin Yeryüzü Kederi / Necmettin Evci
Kudüs, Mısra-ı Bercestedir -Kudüs Şiirleri Üzerine... / Salih Uçak
Tüm Saatler Kıyamete Kurulmuştur / Mehmet Baş
Tümünü Göster