Altın

Yine uyuyamadım. Az sonra kapım tokmaklanacak biliyorum. Ak bir koyun kapımı çalıp beni gecenin karanlığına çağıracak.

Karanlık her şeyi örter. Karanlık geceyi gizler. Bütün hakikatler siyah bir perdenin ardında öylece asılı kalır boşlukta. Issız bir çığlık duyulur gecenin ortasında. Yıldızlar göz kırpar uzaktan, siyah bir okyanusta yüzen minicik balıklar gibi. Gözlerini kapatıp kanatlarını açınca o boşlukta uçar gidersin. Kimseler duymaz, kimseler görmez ya seni olsun… Rüzgar saçlarına değer, buz gibi okşar tenini. Karanlık sarılıp sarmalar işte, varsın kimseler inanmasın dersin.

Hatice Ana’nın kızına cinler musallat olmuş diyorlar. Onlar kendilerine baksınlar. Ben miyim korkulması, ayıplanması gereken yoksa kendileri mi? Beni ayıplayanlar hiç kendi kusurlarını görmezler mi? Birbirlerinin kuyusunu kazıyorlar, haram mal yiyorlar. Hayvanlarını başkasının tarlasına sürüp ürünü ziyan ettiriyorlar. Akla bak hele, kendi malları daha yüksek fiyattan gidesiymiş. Dedikodu gırla gidiyor. Yalan, dolan biri bin para. Milletin karısına, kızına göz dikip sonra utanmadan ahlak nutukları atıyorlar. Caminin yolunu bilmeyenler hacı, hoca kesiliyor. Eee sonrası? Sonrası ne olacak, beni görünce yollarını değiştiriyorlar.

Babam zincirledi beni olmadı, ak koyunlar gelip açtı zincirlerimi.

Kapıyı kilitledi, olmadı, ak koyunlar gelip çözüverdi kilidimi.

Eşek sudan gelinceye kadar dövdü, olmadı. Ak koyunlar gelip yaralarımı iyileştirdi.

Neymiş efendim, anam beni küçükken avluda cinlerin sofrasına işetmiş. İşitmem o ki kimse çocuğunu işetmeye avluya çıkarmaz olmuş, “Varsın yatağı göllesin,” derlermiş. “Göllesin de yeter ki cinli Necibe’ye benzemesin.” Ne var ki bende? Kimsenin tarlasına inek sürmüşlüğümüz, kim-senin tavuğuna kışt demişliğimiz mi var? Kara gecenin içinde ak bir koyunun peşinde o nereye, ben oraya sürüklenişimin kime ne zararı var ki?

Köyün kandilleri söndü. Avare avare gezinen kedi, köpekten başka kimse kalmadı sokaklarda. Az sonra gelir benim ak koyunum. Çift kanatlı ahşap kapı zangır zangır sallanır. Önce kilit sökülür zincirinden, sonra gıcırdaya gıcırdaya ardına kadar açılır kapı. Anam, babam duymaz, uyanmaz bu sese; yalnız ben duyarım.

Tutup elimden harman yerine götürürler beni. Harmanın ortasında büyücek bir ateş. Öyle ki dumanı ta karşı köyden görünür. Ak koyunlar toplanmış ateşin başına, meleşip dururlar. Hava nasıl da sıcak. Şakaklarımdan sicim sicim ter akmakta. Pınarın yanına vardım yüzümü yıkamaya. Siz deyin bir, ben deyim iki bilek kalınlığında bir su. Yanına varmadan serinliği insana ulaşır. Önünde uzunca bir yalak. Gürül gürül akan suyla yalağın birleştiği yerde bembeyaz su köpükleri. Cıvıl cıvıl uçuşan kelebekler gibi… Bakmaya doyum olmaz. Elimi suyun altına tuttum.

Bir yudum su içeyim, yüzümü yıkayayım dedim. Birden suyun gözünde koca bir kurbağa peyda oldu. Bu nedir diye şaşırmaya fırsat bulamadım ki kurbağa aniden hamile bir kadın suretine dönüvermesin mi! “Yardım et!” diye bağırdı. “Çok sancım var. Yoksa öleceğim buralarda.” “İyi de,” dedim, “Ben nasıl yardım edeyim?” Kadın fısıltıyla konuştu. “Ben yandım deyince oluktaki sudan ağzıma bir damla damlatacaksın. Bu su şifa arayan herkese şifadır, rahmettir. Yalnız

suda değildir kerameti, suya değil sahibine bakacaksın. Sahibinden bileceksin hikmeti.” Ay yüzlü kadın uzanıverdi suyun kenarına. Doğum yapacak bir hâli de yoktu üstelik. Gerçi evvelden doğum görmüşlüğüm de yok idi. Bizim inekler doğururken bile anam salmazdı beni başlarına. Kadın “Yandım.” dedikçe, avuçlarımı çanak gibi birleştirip oluğun önüne tuttum. Önce yandı kavruldu ellerim, sonra dondum. Bir ürperme, bir titremedir beni aldı.

Öyle ki ta ayak parmaklarıma kadar… Gözlerim karardı, kadını seçemez oldum. Yalnız uzaktan bir ses “Yandım.” demeye devam ediyor. Avucumdaki suyu sesin geldiği yöne doğru götürüp boşaltıverdim. O ses kızdı bana. “Kör müsün?” dedi. “Ağzıma boşaltacaksın.” Sonra bir daha denedim. Bir daha… Bir daha… Bir iki yudum ağzına damlamış olacak ki gözlerimdeki bulanıklık birden açılıverdi. Baktım ki kadın çocuğunu kucağına almış. Altın, kıvrık kıvrık saçları, anasından akça yüzü, masmavi gözleriyle iki-üç yaşlarında bir kız çocuğu. Ne zaman doğurdun da büyüttün bu çocuğu diye hayret edeyim dedim ya vazgeçtim sonra. Hayret makamında öyle çok şey varken hayatımızda ağzımızı açıp hangisine hayret ediyoruz ki?

Harman yerine tekrar vardım. Koyunları almış mı bir koşuşturma. Besmelesizin yağından, pekme-zinden, peynirinden, unundan bir helva yapmaya koyulmuşlar. “Bu, yeni doğan bebek için” diyorlar. “Yok.” diyorum zaman çok hızlı geçiyor. “O büyüdü bile.” “Olsun biz bu helvayı yapacağız, sen de dağıtacaksın bütün köye. Yalnız besmele çekip de yesinler, bereketi kaçmasın sakın.” Bir tutam helva koydular avucumun içine.

Sonra koca bir küp peyda oldu yanlarında. “Aç bakayım eteklerini.” dediler. İçlerinden biri elini küpe daldırıp avuç avuç altın boşalttı eteklerime. Öyle ki artık eteklerimden altınlar saçılır oldu. Ben “Yeter.” demeseydim bütün küpü boşaltacaklardı herhalde.

Koyu karanlık kızıla devrilirken bir koşuşturmadır başladı. “Haydi! Herkes evine.” dedi koyunların piri. “Vakit tamamdır. Az sonra sabah olacak.” Ana baba gününe döndü ortalık. Eteklerimde çil çil altın eve doğru koşmaya başladım. Bu arada pınar başında doğan kız büyüyüp serpilmiş, masallardaki peri padişahının kızları gibi güzelleşmişti. İmrendim biraz, kıskandım azıcık. Ben de böylesi güzel olsaydım ya ne var diye bir ah ettim. Kızı seyredeyim derken birazcık da geç kaldım. İmam “Allahu Ekber” derken avluya daha yeni girdim. Geç kalmıştım.

Babam abdest alıyordu avluya girdiğimde. Kızmak, dövmek, bağlamak fayda vermeyince oluruna bırakmıştı artık. Sinirli görmedim onu. Yalnızca biraz kederli. Hani başına gelen musibete sabretmiş olanların yüzündeki olgunluk vardı babamın yüzünde de. “Gel bakalım benim deli kızım.” dedi. “Yine nerelerdeydin?”

“Baba,” dedim. “Ay parçası bir kadını doğurttum bu gece. Bana çil çil altınlar verdiler.” Bunu derken eteklerimi sevinçle salladım. Çın çın sesler duymalıydım ya yok duymadım. Onun yerine haşur huşur etti bir şeyler sanki. Biraz işkillendim ya neyse… Koşarak babamın yanına vardım. Sıkıca tuttuğum etek uçlarını bırakıverdim babamın önüne.

Eteğimi salıverince kurumuş sarı sarı yapraklar döküldü babamın ayakları üzerine. Usul usul, sarı sarı, sessizce aktı. Onlarca sarı yaprak, hiç biri bir diğerine değmeksizin, her biri akacağı yolu bilircesine dökülüverdiler teker teker. Gözlerim hayretle açıldı. Eteklerimi hızlı hızlı silkelerken, “Vallahi de altındı, billahi de altındı bunlar baba,” dedim.

Bu arada sımsıkı kapattığım avucumda tırnaklarım etimi kesmiş, canım yanmaya başlamış, -Ya da ben yeni farketmiştim.- parmaklarımı azıcık aralayınca avucumun içindeki çamur parçasını farkettim. Yitirdiğim altınların telaşından helva için üzülecek halim kalmamıştı.

Babam “La havle…” ye başlamış tam çekip gidecekken “çın” diye bir ses duyuldu yerden. Eteğimden düşen kocaman sarı bir altın, yuvarlanıp babamın ayakları önünde durdu.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -91 / Şiraze
İnşirah Kapıları / Selami Şimşek
Turnike / Nurullah Genç
Dilimde Uzayıp Giden İmren, Ağır Ağır Kıvranır Dol... / Ali Yaşar Bolat
Her Şeyi Değiştiren Bir Şey / Necmettin Evci
Tümünü Göster