avucumun içini
bir yıldız kaşıyor
yazdı vardığımda Buren’e
yazdı yaz olmasına da hiç benim bildiğim “yaz” gibi değildi
birileri soyup çırılçıplak bırakmıştı sanki bu toprakları, talan etmişti
kimlerin ah’ını almıştı da bir daha iflâh olmasın diye
sonra da cezasını kıyamete kadar çeksin diye
terkedilmişti kaderine, sanki
on-iki saat süren yolculuğum epey inişli çıkışlı olmuştu
inmek ve de çıkmak… insan sürekli inişler yaşıyordu, bir de çıkışlar
bir salıncağın ileri geri, ileri geri salınıp durması gibi
boş beşiği sallamak ne kadar anlamsızsa
boş salıncağı sallamak da o kadar anlamsızdı aslında
hayatın salınışı da hiç de boş olmayışından ileri geliyordu demek
anlayana, bilene, düşünene
ben de biraz indim, biraz çıktım herkes gibi
şimdi de aynı ritim, aynı tını, aynı yazgı ve aynı umutla devam ediyorum
ya da devam ettiğimi sanıyorum
sen o hep aynı senmişsin gibi Şirâze, ben de hep o aynı benmişim gibi
bu da benim yanılgım diyelim
ve sonunda, inişlerin bir de çıkışların bittiği yerde
sonsuzmuş gibi uzanan bir düzlükte buldum kendimi
o yüzden kartallar süzülüyordu bence tepemde,
aç kurtlar geziniyordu görüş mesafesinde
dinazorlar bile toprak altından çıkarılmayı bekliyordu
tam burada, ayağımın altında Şirâze
rengini sorsalar bu toprakların, ilk aklıma gelen “sarı” olurdu
açık sarı, daha açık sarı, çok daha açık sarı
koyu sarı, daha koyu sarı, çok daha koyu sarı
her şey alabildiğine sarıydı Şirâze
oysa benim “yaz” dediğim “yeşil” olmalıydı
aralarda “mavi” bir görünüp bir kaybolmalıydı
bana göre bu işte hatırı sayılır bir yanlışlık vardı
belli ki “görecelik” nedir henüz öğrenmemiştim
ama hayat bana vura vura öğretecekti
adını hiç duymadığım bir kasabada
bu ne biçim uzak ve sarı bir duruştu böyle dünyanın geri kalanından
sanki dünya bile dönerken kendi halinde yılı tamamlamak için
üzerinde böyle bir yerin varlığından habersizdi
bu ne biçim bir kabuğuna çekilişti böyle
ya da birileri burası kasten unutulsun istemişti Şirâze
ve ben de buraya seni unutmak için gönderilmiştim sanki
bilinmeyen bir yere varmak yorucu bir yolculuk yapmayı gerektiriyordu
insan yapımı bir demir yığınının içinde,
kulakları deşen bir gürültü eşliğinde
varmıştım varmasına da Şirâze
kendimi bir türlü yere indirmeyi beceremedim,
hâlâ uçuyordum ben bulutların arasında
ve bu gördüğüm, içine fırlatılmış olduğum bir rüyaydı kesin
gerçek olması zaten ihtimâl dışıydı,
ihtimâlsizlik de bula bula beni bulacak değildi
bir saat karmaşası başladı bende,
günler karıştı, sabah mıydı akşam mıydı
bu güneş o bildiğim güneş miydi, bana çok da sevimli görünmemişti
şüphelerim vardı yani, burası benim bildiğim dünya olamazdı
kandırılmıştım, başka bir gezegene kaçırılmıştım,
bir kobay olarak kullanılacaktım
ve sen beni kurtarmaya eminim gelemezdin Şirâze
insan nasıl yiter
sevmek artık zor geldiğinde
sabır dönmemecesine çekip gittiğinde
umut “artık yokum” dediğinde
Şirâze