Bir Nehrin Kıyısında Suya Uzak Düşler Kurmak

Her toplum, yaşadıkları zaman ve ortamın doğasına uygun algı, düşünme ve yaşama biçimine sahip olmuştur. Bu yaşantı ve yaşanmışlıklar gerçek karşılık ve anlamlarını varit oldukları düzlemde bulurlar. Anlam ve önem bu değişkenlere bağlı olarak daralır, genişler kalıcı olur veya olmaz. Kalıcılık hayatın, varlığın hangi kategoride, hangi derinlik ve boyutta kavrandığına bağlıdır. Zamanı ve mekânı olabildiğince derin, geniş kavrayan yaklaşım, olabildiğince uzun ömürlü olur. Bu anlamda vahiy ve İslâm, çoklarımızın sıklıkla yaptığımız hatayla uyuşmayacak ölçüde ferdi yaklaşımların, gündelik hissediş ve etkilenmelerimizin çok üstünde değişmez sonsuzluğa yönelir, bizi oraya yöneltir. Yanlışlık çoğu zaman vahyin işaret ettiği hakikatleri kendi algı tarzımız ve tonumuzla sınırlı görmemizdedir.

Değişmesi gereken hatta değişerek anlam kazanan şeylerle değişmez değerleri aynı mahiyette kavramak bizde zihinsel kaymalara, yer yer tutarsızlıklara yol açabilir. Başka bir cihetten tutarsızlık, olgunlaşmamış, oturuşmamış kimlik ve kişilikle ilgili olabilir. Hakikat yerinde durur. Ancak onu anlama biçimimizdeki yanlışlık, kendi dünyamızda sarsıntı ve savrulmalara bile yol açar. Her birimiz kendi tecrübelerimiz özelinde, geriye şu ya da bu oranda bize hayıflanmalar kalan geçmişe sahibizdir. Kim bilir o yanılgı veya pişmanlıklarımız olmasaydı bugünkü doğrularımız olamayacaktı. Ayrıca bugünkü doğrularımızın da ne ölçüde yanlışlardan uzak olduğu ayrı bir konu. Bana sorarsanız, yönelim ciddi, içten, dürüst, samimi olduktan sonra vargı ve edimlerimizin doğru veya yanlış olması pek önemli değildir. Çünkü bu dürüst yönelişte yanlışlar her zaman asil bir edayla doğruların yanında yer alırlar. Burada yanlış, doğruyu arayan bilginin yetersiz kaldığı durumdur. Önemli olan samimiyetimizin, varlığa ve hakikate yönelişimizin doğru olmasıdır.

Hakikat, gerçek, realite ve hatta aktüalite ile ifade edilen var olma ve yaşama alışkanlıklarımızın birbirine karıştırılmaması gereken işlevlerine özen gösterilmelidir. Bunu niçin söylüyorum? Genel anlamda tarihi geçmişimizden bugüne süren gelenek, özel karşılığı ile birey ve toplum olarak dünümüz ve bugünümüz arasındaki yakın geçmişimizde, bizde hayal kırıklıklarının oluşmasına yol açan değişimlerin çoğu, doğruluk ve algı katlarını, doğruluk ve algı düzlemlerini birbirine karıştırmamız sebebiyledir. Bu kat ve düzlemler ince fark edişlerle varlık bulan entelektüel dikkati bile yanıltacak ölçüde birbirine kolay geçişlidir. Temel
değerlerimiz, hassasiyetlerimiz, hayata bakışımız, önceliklerimiz, dünya görüşümüz, din algımız, düşüncemiz, siyasi duruşumuz, bireysel tercihlerimiz, sanata, edebiyata bakışımız, ölçüler, hakikatler, gerçekler, tutumlarımız, tutum alışlarımız, reflekslerimiz, tepkilerimiz, sevindiklerimiz, üzüldüklerimiz hep değişiyor.

Bazen değişimin, bazen aynı kalanın zevkini yaşıyoruz. Varlığın değişerek canlı kalan yanları ile değişmez hakikatin bütün zamanları, mekânları kuşatan özünü idrak ölçüsünce varlığımız boyut kazanıyor. Değişimi veya değişmez olanı idrak etmek, bir anlamda onlar üzerinden edindiğimiz yeni boyutlarımızın farkına varmaktır. Fark etmek dediğimiz benliğimizde cereyan eden psikolojinin bir sırrı da budur. Anlamın ve anlamanın oluştuğu katlar, düzlemler bu espriyle bağlantısız değildir.

Değişimi hem toplum, hem birey olarak yaşıyoruz. Tek başlarına bu farklılaşmayı iyiye veya kötüye, gelişime veya geriliğe yormak
doğru olmaz. Zaman zaman hayat bizi sığaya çekiyor. Sığaya çekilmemiz, kendimizi gözden geçirmek gibi hayırlı ve olması gereken
aşamaların imkânını hazırlıyor. Bu sorgulama ve özeleştiri içinde bazen kendimizi , kendi gerçekliğimizi kaldıramadığımız, kendimize tahammül edemediğimiz oluyor. Bütün bunlar inancımızı, umudumuzu negatif etkileyen bunalımlara bile dönüşüyor. Kimimiz geri çekilme psikolojisiyle sessizleşiyor, içine kapanıyor. Kimimiz kendince temel saydığı söylemlerde karar kılarak değişime direniyor. Bazılarımız agresif bir psikolojiyle asosyalleşiyor, kırıcı, incitici, küskün bir tip olup çıkabiliyor. Kavga ve çatışma var oluş tarzına dönüşüyor. Hâsılı değiştirmek istediğimiz dünya bizi bir değirmen gibi öğütüyor. Şekillendirmek istediğimiz hayat bizi yontuyor, yamultuyor veya sivriltiyor. Çoğumuz ifade ve itiraf etme cesareti gösteremese de bütün bunlardan sonra ruhlarının derinliğinde kendilerine, inançlarına, davalarına olan güveni yitiriyor. Oysa hakikat yerinde duruyor.

Hakikat yerinde duruyor. Oysa biz, aklımızı, ruhumuzu, kalbimizi kemirip bitiren kaygıların peşi sıra sürüklenip duruyoruz. Bütün istemelerimizin, direnmelerimizin tersine cereyan eden sürükleniş pişmanlıkları artırıyor. Böyle mi olmalıydık, burada mı olmalıydık? Sanki bize emanet edilen veya emanet edindiğimiz duruş yerimizi ve duruş tarzımızı terk etmenin hazin mahcubiyeti içindeyiz. Herkes bu ve benzer haletiruhiyenin ayrıştırmasını yapabilir. Üzüntümüz dün bulunduğumuz nokta ile bugün bulunduğumuz
nokta arasındaki mesafeden kaynaklanıyor. Istırabımız mesafeyi kendi hakikatimize uzak düşmekle yorumlamakla daha büyüyor. Kendimize uzak, kendimizden ayrı düşmek ürkütüyor. Bu mesafe hakikatle benliğimiz arasında oluşmuş bir uçurum gibi gözüküyor gözümüze. Uçurum başımızı döndürüyor. Mesafe nasıl oluştu, nasıl kapanacak? Dostlar! Doğrudan söyleyeyim: Mesafe kapanmayacak. Dün kendi şartları ve gerçekliği ile vardı. Bugün kendi gerçekliği ve şartları ile var. Biz de dünkü biz değiliz. Dünyamız, imkânlarımız, çevremiz, ölçme değer ve tarzımız, alışkanlıklarımız, duyarlıklarımız değişti. Umutlarımız, beklentimiz, arkadaş çevremizle birlikte bizler de değiştik; daha doğrusu büyüdük.

Her geçen gün büyüyoruz. Doğrusunu isterseniz her geçen gün çocukluktan biraz daha kurtuluyoruz. “Keşke hep çocuk kalsaydık daha iyiydi” diyenlere bir sözüm olmaz. Her bir sanatçının, her bir düşünürün önemli bir yanı çocuk kalmalıdır. Çünkü çocukluk en nezih, en dokunulmamış duyguların en masum ilham kaynağıdır. Belki de büyümek artık çocuk olmadığını veya çocuk olan yanını bilmekle orantılıdır. Belki de bizim asıl sorunumuz budur? Yoksa hep aynı kalmasını arzuladığımız çocuk yanımız mı? Büyümeyi mi başaramıyoruz yoksa? Yoksa erginlik dönemimiz uzun mu sürüyor? Kendimiz ve ait olduğumuz toplum adına üslenmemiz gereken sorumlulukların hakkını veremediğimiz yönündeki düşüncem beni bu kanaate sevk ediyor. Dünyamızla beraber artık bizlerin de büyüdüğümüzü, büyümemiz gerektiğini bilelim. Bilmek zorundayız. Şimdiye kadar mahsustan, şakacıktan yaşamış olabiliriz. Ama artık hayatla ve hakikatle şaka yapılamayacağını hayatın ve hakikatin bizimle şaka yapmadığı bir gün nasılsa anlayacağız. Değişen dünyayla birlikte rüyamızın, gerçeğimizin, rollerimizin, statümüzün, amaçlarımızın, işlevimizin değiştiğini anlayacağız.

Özetle aidiyet katlarımızın, anlam alanlarının, bağlamların, düzlemlerin değiştiğini bilmek, ona göre davranmak zorundayız. Değilse yanlış yola saparız. Değilse mesafe daha da açılır, uçurum derinleşir. Uçurumun baş dönmesine tutulanlar aslında günümüzde hemen hiçbir etkisi ve neredeyse karşılığı olmayan düşünce ve değerlendirme biçimi ile dünde kalanlardır. Onlar zihni tembelliği seçerek kendilerini yenilememişler, yeni durumların, yeni tartışmaların gerisinde kalmışlardır. Değişmiştir değişmesi gereken. Asla değişmez değişmemesi gereken. Bu ayrımı ve analizi yapamayanlar, yapma yetkinliğinde de olamayanlar, varlıklarını isnat ettikleri hakikatlerin artık geçersiz olduğu zehabıyla savruldukları hissine kapılmaktadırlar. İnsan varlığına anlam veren değerlerin değişmesini istemez.

Aynı kalmakla sürdüreceğimizi düşündüğümüz güven veren yanıltıcı his, bizde kaçınılmaz olarak yaşadığımız her bir değişimle yapımızın çöktüğü vehmini uyandırıyor. Bugün geldiğimiz noktadan bakarak düne ve dünkü durumumuza hayıflanmamız çoğu zaman varlığın ve hayatın doğasıyla tutarlı bir durum değildir. Değişimin daha çok olumsuz yorumlanan etkileriyle anlaşılması bir yana, asıl ters ve çarpık bağlantılarla açıklanması kabul edilir durum değildir. Algı ve anlam katlarının, bağlam ve düzlemlerinin karıştırılması ters ve çarpık olanın asıl sebeplerinden biri olmaktadır. Ayrıca her bir yeni durumu olumsuz yorumlama eğilimi, eskiyi kendi asr-ı saadeti görmeye yatkın insan benliğinin, bunaltıcı etkisiyle artan sorumluluk ve ilişki ağlarına orantılı olarak eskiye özlem duymasından kaynaklanır. Yaşadığımız sıkıntılı geçmiş, üzerinden zaman geçince unutulmanın fark edilmez aralığında neredeyse özlenir olurken, şimdinin sıkıntılarını ise canlı etkileriyle hissederiz. Burada yadırganacak bir durum yok. Ancak son kanaatimiz şimdiki ruh halimizin sıcak etkilerini barındırır. Sıcak etkiler sağlıklı mukayeseler yapma imkânımızı azaltır.

Değişen aidiyet katlarımızın, anlam alanlarının, bağlamların yeni zihni konumlanışları, tutum alışları zorunlu kıldığını söylemeye getirdim. Zaten sosyolojik ve kültürel olguların, hayatımıza giren bu zorunlulukların doğalarına uygun bilinmesi, entelektüel sıçramada önemli bir aşama olmalıdır.

İşte size muazzam bir konu. Ancak ben kastımı daha anlaşılır kılmak için kolay olan üzerinden, ‘aidiyet katlarımız’ üzerin- den bir şeyler söylemek istiyorum: Birey ve toplum olarak aidiyet duygularımızın çeşitlenip zenginleşmesini bir çözülme, gevşeme gibi yorumlayanlar olabilir. Bu noktada toplumlaşma ve kaçınılmaz olarak bizi saran geniş kitleye daha fazla ait olmak olumsuz etkileriyle örnek verilebilir. Aslında olan Kendi doğal gelişimimiz içinde bireyden topluma doğru gelişen ilişki biçimi içinde düşünce ve hayat pratiğimizin oluşmasıdır. Normal olan budur.

Gerçeği söylemek gerekirse, yaşanan, bireyden topluma doğru bir süreç de değildir. Çünkü ortada kâmil manada bir birey yoktur. Birey gerçek manada alın ve akıl teri ile olgunlaşmış bilinç düzeyinin toplumdan ayrılma çabasıdır. Burada bilincin böyle bir ayrışmasından maalesef söz edemiyorum. En azından kendi gözlemlerim sonrasında söz edemiyorum. Olan, birey olma veya birey olarak topluma katılma süreci değil, doğrudan ‘olma’ sürecidir. İçine doğduğumuz dar beşeri çevrenin ‘düşünce’ ve ‘kimlik’ sandığımız koşullandırmalarını gittikçe ve zorunlu olarak büyüyen çevremize karşı savunma refleksi veya direncidir. Bu da bir anlamda var olma arzusu, var olma hamlesidir. Ne var ki iyi niyetlerle yapılmış olması varoluş hamlemizi yanılgıdan kurtarmaz. Yoksa bir şeyin yanında, yakınında veya karşısında durarak kendimizi tanımladığımız yer, bilgiyle, arayışla karar kılınmış bir yer değildir. Çoğu siyasi, sosyal, sanatsal, entelektüel tutumlar bile paylarına düşen yanılgıdan kurtulamazlar.

Öyle ya da böyle, bu süreçte biz topluma katılırken aynı zamanda topluma da katkı vermiş oluruz. Elbette toplumdan da biz öğreniriz. Kültürlenme bu süreci olabildiğince verimli yaşamaktır. Peki, burada varlığımızı, varoluşumuzu etkileyen yanlışlık nedir? Şimdilik iki ana olgusal faktöre işaret etmekle yetinelim: Birincisi Kendi kişisel tutumumuzu bütün topluma teşmil etme arzusu, ikincisi de topluma aidiyet tarz ve ilişkimizi yanlış kurmaktır. Yani toplumu kendi inandıklarımıza zorlamak ne kadar banal bir tutumsa, toplumun genel kabullerini kişisel kimlik ve benliğimizin dinamiğine dönüştürmek de o ölçüde yanlıştır. Demek istediğim bireyin de toplumun da hem kendi işleyişlerinde hem aralarındaki ilişki biçiminde başka gerçekliklere indirgenemeyecek
özellikleri vardır. Bu kendi gerçeklik sınırlarındaki olgular birbirine karışır ya da karıştırılırsa, algı ve anlam alanlarında bulanıklık, bozulma gözlenir. Çoğu hatalarımızın, yanlış değerlendirmemizin kaynağı bu dengeyi kuramamamızdır.

Kurulamayan dengeler, aslında bizim dengemizin bozulmasına yol açar. Beşer tavrımız ve tepkimizle olmayanı, olmayacak olanı zorlar dururuz. Takatimizi aşan ve elbette güç yetiremediğimiz yükün altında perişan oluruz. Oysa hayatın işleyişi içinde kendi imkân ve sınırlarımızı bilsek, evvelâ duruş bağlamında çok şeyi halletmiş olacak, gereksiz zorlamalara girmeyecektik. O zorlamalar, o tıkanıklıklar, çıkmaz sokaklar yani yanlış konumlanış, yanlış yöneliş bizi fazlasıyla şaşırttı, fazlasıyla yordu. Değiştirmek amacıyla yola çıktığımız hayat ve dünya karşısında yenildiğimizi, başarısız kaldığımızı hissettik. Oysa bir hayatı ve dünyayı değiştirme sorumluluğumuz yoktu. Ama kendimizi değiştirme mecburiyetimiz vardı. Anlamamız, bilgilenmemiz, inanmamız bu değişimlere uyum sağlamamıza bağlıydı belki de. Değişen dünyaya direnmek yerine değişimi anlamayı ve yorumlamayı seçmeli değil miydik? Belki sadece bu hususu açıklasak bile bulunduğumuz noktada yeni ufuklara yöneliş ve yeni başlangıçlar için ilk gayret içine girmiş olabiliriz.

Toplum, bireyden başlayarak, en alt kimlik grubundan kademe kademe en üst kimlik grubuna yükselen örgü ve örgütlenmeyle kurulan çok yönlü ilişkilerin karmaşık toplamıdır. En altta ‘kişilik’ kavramıyla açıklanması daha doğru olan varlığımız, evden başlayarak genişleyen aidiyetlerin kazandırdığı kimlikle kendini farklı biçimlerde ifade eder. Her kimlik katı aynı zamanda bir kimlik grubudur. Birey bir anda birçok kimlik grubu içinde rol alabilir. Önemli olan ara- daki mesafelere, ilke ve kurallara özen göstermek, başka bir ifadeyle rolleri birbirine karıştırmamaktır. Rollerin veya istek ve taleplerin yerlerini karıştırmak organizasyonların çökmesine, dağılmasına yol açabilir. O nedenle kendimizi ifade etme araç ve mekânları olarak kimlik kategorileri, o kategorik organizasyonların işler kılınması önemlidir. Her bir insan ve insan grubu sisteme böyle dâhil olur, böyle eklenir.

Burada bir şeye daha dikkat etmek gerekir, o da her şeyden bağımsız bireyin kendini alabildiğince sınırsız ifade etmesine karşılık, üst kimlik gruplarına çıkıldıkça şahsi tercihlerinden vazgeçecek olmasıdır. Üst kimlik grupları bizim şahsi değil kitleselleşen yanımızla varlık bulur. Bu gruplar insanı topluma, kitleye veya millete olabildiğince sıkıntısız ekleme araçlarıdır. Siz orada şahsi varlığınızla veya farklılığınızla değil, herkesle paylaştığınız yanınızla daha açık söyleyişle herkes oluşunuzla önem kazanırsınız. Herkesle birlikte olduğunuz zaman görevinizi yapmış sayarsınız. Herkes sizinle olduğu zaman kendinizi güçlü hissedersiniz. Aksi durumda bozgunculuk yaptığınız bile söylenebilir. Sayısal çokluğun insanda böyle veya başkasında benzer duygular oluşturmak gibi bir etkisi vardır.

Tam da burada halk, millet veya ulus olarak herkesi, milyonları içine alacak geniş bir anlayışın, geniş bir duygunun çerçevesi teşekkül eder veya ettirilir. Her bir insan topluluğu tarihe dayanan, şimdiyi yaşayan veya geleceği tasarlayan gerçekliğe sahiptir. Biz ‘millet’ üzerinde duralım. Bir üst kimlik olarak millet, tarihi, kültürel aidiyetlerimizle ortak bir ruh anlayışını içerir. Böylece millet, tarihî bir akışla sağlanan kültüre aidiyetle sizin ortak varlığınıza dönüşür. Herkesi ilgilendiren, herkesten beslenen, herkesi besleyen bir ortak kişilik veya kimlik. O sizin adeta tarihsel, kültürel, geleneksel kodlarınız, kökleriniz, bağlılığınız olur. Toprağa, düne, bugüne bağlılık. Millet bir üst varlıktır. Toplumun canlı, diri, ideal düzeni için bu veya buna benzer anlayışlar zorunlu görülebilir. Değilse insanları millet üzerinden sisteme veya toplumsal işleyişe katamazsınız. En iyi ihtimalle toplumun, soluk, sinik bir hayatı olur. Coşkusuz, atılım gücü olmayan, iradesiz.

Birlikte var olmanın ve yaşamanın coşkusu örgütlü olmakla sağlanır. Örgütlü olmak karşılıklı görev ve sorumlulukları geliştirir. Görev ve sorumluluklar sadece birey ve toplum arasında değil, bireyin ait olduğu kimlik grubu ile en üst siyasi organizasyon olan devlet arasında oluşur. İnsan merkezli karşılıklı sorumluluk duygusu, sağlıklı devlet ve sağlıklı toplum ilişkilerinin temelidir, temeli olmalıdır. Bu temel, milli duygular, değerler üzerinde yükselir.

Örgütlü toplum güçlü bir ülke ve millet olmanın en temel vazgeçilmezidir. Hangi kat ve kesimde bulunursa bulunsun, geniş kimlik gruplarının ürettikleri ortak talep, amaç ve program etrafında buluşmaları, toplum ve yönetim arası işleyişin sağlıklı sürmesini sağlar. İfade imkânı bulmaları ve ihtiyaçlarının karşılanması ölçüsünde kitleler üst kimliğe aidiyet hissederler. ‘Vatan, millet, bayrak’ gibi değerler üst ve ortak kimlik unsurlarıdır. Her bir üst kata çıkıldığında bir alt kimlik grubunun kimi taleplerinden vazgeçilebilir. Vazgeçilir ancak daha geniş bir ortaklığa dâhil olunur. Başka söyleyişle aralarındaki farklar ve
ihtilaflar bir kenara konur. Mesele memleket ve millet davası olduğu zaman, alt gruplar kendi çıkar hesaplarının peşinden gitmezler, gidemezler. Gitmeleri halinde alt birliklerinin dağılması gibi vahim bir tehlikeyle karşılaşırlar. Toplum nezdinde itibar kaybetmek uçurumdan düşmek gibidir. Çünkü vatanın ve milletin kaybının olduğu yerde başka kazanımlar düşünülemez. Nitekim bu yöndeki yanlışlarından dönmeyen kimi toplumsal yapıların bugün sabun köpüğü gibi eridiklerine tanık olmaktayız. İster siyasi parti ister vakıf, dernek veya cemaat örgütlenmeleri olsun, hâlâ bu memleketin ve milletin değerleri ile çelişerek, çatışarak var olma çabası içinde olanlar akıntıya kürek çekenlerdir.

Kendileri için tayin edilmiş kat ve sınıfta toplumun kimliklerine ve benliklerine uygun yaşaması, o toplumu sosyokültürel bakımdan zengin ve güçlü yapar. Sınırlar bilindiği için birinin varlığı diğerine tehdit olmaz. Hatta biri diğerinin varlığı için gerekçe ve teminat bile olur. Ve insanlar kendi varlıklarını koruyarak hatta zenginleştirerek, buna imkân veren sisteme daha
gönüllü katılmış olurlar. O nedenle bütün bu sistemin işlemesini sağlayan en etkili aktör olarak devletin inanç, politika, üslûp, ideoloji olarak vatandaşların ve sivil toplum örgütlerinin taleplerine olabildiğince olumlu cevap vermeleri gerekir. Çünkü milli irade ve duyguya uygun örgütlenmiş her bir yapının ülke ve millet için iyi şeyler düşündüğü kabulünü esas
alarak hareket etmelidir.

Kültür ve hayat her birimizin en sivri, en katı yanlarını bile dönüştürecek esnek, geniş bir alandır. Kültür hayat içinde, hayat
kültür içinde akan bir ırmaktır. Birbirini çoğaltan, zenginleştiren; ölçen, tartan, denetleyen. Tüm aykırı yanlarımızla bile olsa, düşüncelerimiz borudan akan bir su mesabesinde de olsa sonunda o ırmağa karışıyoruz. Anlamımız, gerçeğimiz, doğrumuz, yanlışımız o akış içinde şekilleniyor. Yoksa bizim temel yanlışımız bu ırmağı su borusundan akıtma çabasından mı kaynaklanıyor?

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -90 / Şiraze
Muhkem Olan / Ay Vakti
İstila ve İmtina / Şeref Akbaba
Bekliyorsun / Nurettin Durman
Balıklar Bu Yüzden Kalabalıklar / Nurullah Genç
Tümünü Göster