Bana şiir yazmak yerine, Kur’an okumam gerektiğini telkin eden çok arkadaşım oldu geçmişte. Kur’an okuyor ve yine de şiir yazmaya, söylemeye devam ediyordum. Şiir ile Kur’an’ı karşı karşıya getirenlere için için kızıyor ama arkadaşlarıma itiraz etmeye de çekiniyordum açıkçası. Çünkü karşıdaki insan Kur’an diyordu ve benim en hassas olduğum nokta burasıydı. Bir çok müslümanın da Kur’an diyen insan karşısında elbette susmayı tercih edecekleri ortadaydı. Ancak her dönemde hak sözlerin batıla alet edildiği görülmüştü. Ben yine de arkadaşlarımın samimiyetine güveniyordum. Ama yaklaşımları hiç bir zaman beni tatmin etmedi. Sonra, okumanın ve Kitabın onların anladıkları gibi olmadığını kavradım. Okumak salt meal okumak anlamına gelmiyordu. Kur’an, kainatı da bir kitap olarak görüyor ve onun sağlıklı bir biçimde okunması gerektiğini vurguluyordu. İnsan da bir ayetti Kur’an’ın gözünde, ağaç da bir ayetti. Büyük sanat eserleri insanı anlatıyordu bize; insanın zaaflarını, özlemlerini, umutlarını, yanılgılarını anlatıyordu. Bu yüzden bir çok büyük sanat eserine tefsir gözüyle bakmaya başladığım da oldu. Önemli olan okumayı bilmekti. Önemli olan kainata bakabilmeyi bilmekti. İnsan okumayı ve kainata doğru bakmayı bilmedikten sonra onun Kutsal Kitabı da sağlıklı bir biçimde anlaması mümkün olmayacaktı.
Bugün sanat görüşleri iki eğilim olarak boy göstermektedir. Bu eğilimler geçmişten bugüne uzanan sanat anlayışlarının dışa vurmasıdır. Özellikle bugünlerde dile getirilen bu eğilimlerden birisi, genellikle Marxist estetik kuramının uzantısı olan, “sanat bir propaganda aracıdır” veya “sanat propaganda aracı olmalıdır” şeklindeki yaklaşımdır. Diğeri ise sanatın kendine has normları olduğunu; sanatın din ile, ahlakla, ya da siyasetle hiç bir alakasının bulunmadığını ve bulunmaması gerektiğini savunan anlayıştır.
Bu iki eğilim özellikle İslamî kesimde, sanatın kıpırdanmaya başladığı şu günlerde de dile getirilir oldu. Bu anlamda her iki yaklaşım da devşirme bir yaklaşım olarak öne çıkmaktadır. Çünkü bu konuda ciddi hiç bir çalışma ortaya konulamadı. Tartışmalar bilimsel bir zeminde gelişmekten çok, dedikodu seviyesinde, muhatapsız ve kördöğüşü şeklinde gelişti. Bu da doğal olarak; boşluğu yumruklamanın ötesine gidilememesini getirdi. Sanatın propaganda (ki bu tebliğ aracı şekline dönüşmüştür İslamî medyada) aracı olması gerektiği görüşünü savunan kesim, bunu temel İslamî referanslara yaslanarak ortaya koymaktan çok, Marxistlerin sanatla ilgili görüşlerini baz alarak ortaya koymaya çalışmaktadırlar. (1) Marxistlerin görüşlerini eksen alarak kimi Kur’an ayetlerini de bu çerçevede yorumlayarak sanata misyon biçmeye yeltenmektedirler. Bunu yapan kişilerin sanat alanında ne tür ürünler ortaya koydukları da ayrıca tartışılması gereken önemli bir husustur. Bu yaklaşımı dile getirenler Kur’an’da geçen “hüsn” kavramını estetiğin konusu olan “güzel”e hamletmesi de ayrıca konunun ne denli gayr-ı ciddi vadilerde seyrettiğini göstermesi açısından kayda değerdir.(2)
Her meseleye siyah ya da beyaz gözlüklerle bakmayı alışkanlık haline getiren insanlar, hayatı da kalın çizgilerle ayırmaktan çekinmiyorlar. Siyah ya da beyaz renklerin dışında renklerin olabileceğini kabul etmiyorlar. Bu anlayışa sahip olanlar sanat alanına da kalın çizgiler çekmeye çalışıyorlar. İnsan eylemleri için serbest alanlar olduğunu adeta kabul etmiyorlar. İnsanın her eylemini itikâdi bir çerçevede ele almak ve değerlendirmek istiyorlar. Bu anlamda sanatı da “Allah rızası ve tebliğ için” yapmamız gerektiğini özellikle vurguluyorlar. Bu anlayışla çoğu zaman hem dine hem de sanata haksızlık edebiliyorlar. Allah rızası için yazılabilir, çizilebilir elbette. Ancak şiir söylemek ya da yazmak yani sanat icra etmek farklı değerlendirilmelidir. İnsan için yeme içme, oturup kalkma, soğuk ya da sıcağa karşı kendini koruyacak elbiseler giyme gibi mübah alanlar vardır. Bu noktada genel anlamda hiç kimse Allah rızası için gıda almaz, Allah rızası için palto giymez ya da Allah rızası için pikniğe gitmez. Bu eylemler mübah alanla ilgili eylemlerdir. Sanat da bu çerçevede değerlendirilebilir.
Sanat eseri ortaya koymak, propaganda yapmak ya da misyonerlik faaliyetine aracılık etmek anlamına gelmemelidir. Zaten sanatı bir şekilde anladığımız zaman duygusal dünyamızı da tahrip etmeye başlamışız demektir. Sanat düşünce alanından çok duygusal alanla ilgilidir. Bu anlamda insanın özlemlerini, umutlarını ve acılarını yansıtır; dışa vurur. Masa başına oturup her yere mesajlar yollama şeklinde ortaya konan esere, bu yüzden belki bir parti bildirisi ya da ideolojik manifesto diyebiliriz ancak, asla sanat eseri diyemeyiz.
Bu yaklaşımın tam karşısında olan yaklaşım da devşirme bir yaklaşımdır. O da özellikle Aydınlanma döneminin getirdiği parçalı kafa yapısının uzantısıdır. Aydınlanma döneminin sanat ile ahlakın, din ile dünyanın, kutsal olanla olmayanın arasına kalın çizgiler çekerek bunları birbirlerinden ayrı ele almayı dayatan yaklaşımı, sanatın normları ile dinin ya da ahlakın normlarının farklı olması gerektiğini ortaya koymuştu. Buna göre sanat, ancak kendi ölçüleriyle değerlendirilmeliydi. Sanat hiç bir kural ile kayıtlı hale getirilemezdi. Acaba öyle miydi?(3)
Biz bir sanat eserine bakarken, okurken, onu değerlendirirken sadece estetik kaygılarla mı hareket ediyoruz, yoksa başka kaygılarımız da var mı? Örneğin ölüm her zaman için trajik midir? Ölüm ancak iyiler (ya da bizim iyi bildiklerimiz)öldüğünde trajik olmaktadır. Ölmüş çocuğunun başında ağlayan annenin tablosu sadece güzel çizimi ile değil, çocuk ölümüne duyduğumuz vicdani tepkiye yaslanarak anlam kazanmaktadır. Bir çok sanat eserinde iyiler ve kötüler arasındaki savaş anlatılır. Bu eserler bizde konunun güzel tasviri/anlatımı ile olduğu kadar, iyilerin tarafında olmak gibi ahlaki bir tavır ile de anlam kazanmaktadır.
(1) Konunun anlaşılması için bkz. Haksöz Dergisi, Temmuz sayısı (1998).
“Kur’anî açıdan sanat ve İslami Mücadeledeki yeri” adlı yazıya bakmanız meseleyi anlamanıza yetecektir.
(2) Muhammed Kutub’un İslamda Sanat adlı kitabından devşirilmiş bir yaklaşım bu.
(3) Bu konuyu daha önceki dönem Âşiyanda ele al. Bkz. Sayı 10.