söyle şair, Eylül çocuklarının kaderi midir,
hüzne bulanıp hüzünle bakmak
buz tutmuş kınalı türkülerin dilindeyim, ağıttalar
kaç gece namludan baktım göğe, gezegen topluyordu yıldızlar
arayamıyorum uzun zamandır sesini duymak için
belki utançtan, belki zayıflıktan, belki korkudan,
belki de sadece imkansızlıktan
ben de zihnimdeki bandı başa sarıp dinliyorum Şirâze
sondan başa
bir daha, bir daha, hadi bir kere daha
sen; bulduğum yerde yitirdiğim,
yitirdiğim yerde bulacağıma nedense inandığım
saniyeleri bir bir sayıyorum
bazılarının çaresizliği
birilerinin çıkışı olabiliyor
her şeye bir sözünüz vardı sizin,
ben ne kadar susuyorsam, siz o kadar söylüyordunuz
kelimeler dilinize yabancı durmuyordu hiç; şıktı hatta, anlamlı, alımlı
ben ne kadar ötekiysem dünyaya, siz o kadar tanışıktınız her şeyle
görülüyordunuz, duyuluyordunuz, biliniyordunuz
bir rüzgârınız vardı size eşlik eden
bana birkaç beden büyük gelen
neleri attık, neleri çıkardık hayatımızdan
bazen taşıyamadığımızdan Şirâze, bazen de sıkıldığımızdan
bir de kimleri kimleri sildik listeden hiç tereddüte düşmeden
ev değiştirirken kimseye haber vermedik
şehir değiştirirken çok sessizdik
ülke değiştirirken neredeyse nefessizdik
her şey yolunda giderken
aslında hiçbir şey yolunda gitmiyor muydu
yıldırımlar da en çok sessizliğe mi düşüyordu
seçtiğimizi sandığımız sırada biz mi seçiliyorduk yoksa
gerçek denen sadece bir kurgu muydu mesela
Satıcının Ölümü’nden, Vişne Bahçesi’nden, Bir Bebek Evi’nden esinlenen
sonuçta hep tanıdıktı öyküler tecrübe edilen ve sahneye dökülen
oyunun bir parçası olduğumuzu anlamamız için de
ille acı bir son mu gerekirdi
Anna Karenina gibi
Portekizli ölmeseydi mesela, Zeze yüreğimize işleyebilir miydi
bu hayata katlanabilir miydim ya da
seni Şirâze, bu kadar sevmeseydim peki