Yunus’un Hemşehrisi Bir Şair, Mustafa Özçelik

Gül ve  Hançer.Mustafa Özçelik’in sofrasında muhteşem,cömertçe  bir ziyafet. “Kaygısı hakikat, işi güzellik, görevi sorumluluk” olan şair, “kimin beni şair saydığının önemi yok. Yeter ki sözüm, yüzümü iki dünyada ak ede…” diye başlıyor sofra duasına. Sesi ve sözü bin yıldan beri üzerinde yaşadığımız arzda yankılanıp duran o tevhîdî  davanın/ davetin sesine nasıl da yakın, nasıl da benzeşiyor. İblis’in müridi, şeytanların velayetinden medet uman, beşerî süfliyetin sözcüsü, mütercimi sanat erbabının ensesinde okkalı bir kötek gibi patlayan Gül ve Hançer müslümanların sanatı adına, vahyin izleyicileri namına, insanî ulviyetin sözcüsü ve mütercimi sıfatıyla sayfalarında bizi ağırlıyor. Binlerce şükür Rab’bime ki Yunus ve Akif’lerin diş ve tırnaklarıyla açtıkları bize ait vadilerde tevhidin sesi yine yankılanıyor. Binlerce teşekkür sana Mustafa Özçelik. Sen şakadan değil sahiden Yunus’un hemşehrisi, Akif’in tilmizisin.
Gül ve Hançer’i,  bütün bir  nehir şiir’in değirmenler döndürmek maksadıyla setler halinde mahsus bölümlendirilmiş parçalarına benzettim. Bu bir inkılabın şiiri. Şairin göynünde kopan fırtınaların, dehşetli alaboraların sarmalı sonrasındaki duruluş, diriliş, oluş inkılabı. Buna biraz dönüş inkılabı da diyebiliriz. Zira bir yandan geleneğin atardamarına dönüşü temsil ederken bir yandan da önceki Mustafa Özçelik şiirinde, nasihatını usta şair Cahit Zarifoğlu’ndan edinmiş edep dairesinde yer yer zaten mevcut olan hakiki sesine dönüş inkılabı. “İstikametim yanlış(tı)”, “Uzun sürdü gecenin kirli sularında kalışım” dizeleri biraz bunun şahitliği gibi geldi bana.
Gül ve Hançer, geleneksel bütün formlardan haberli, tamamına göndermeler yapan, ilk nazarda  bile gözden kaçmayacak oranda eski şiirine sadık ana besin ve esin kaynağı kendi dili olan bir şiiri ihtiva ediyor. Ama  azıcık dikkat,  bu şiirin geleneksel yapıya neleri nasıl eklediğini gösterir bize. “Bu bir tufan bana suları öğret”, “Artık beni çağır vakit hep akşam” mısralarını daha kitabın başlarında okuyunca halk şiirimizin 6+5 lik, genellikle koşma tarzına yakışan tertibinin lezzetini hissediyorsunuz. Belki de şairin özellikli bir tercihi değil bu. Çünkü devam ettiğinizde büyü bozuluyor. Sanki sizi buna alıştırıp tekerlemeye kurban etmek istemiyor gibidir. Dinamizminizin, uyanıklığınızın devamı için divan ağzına yakışan adeta damıtılmış bir Fuzuli mısrasıyla yüzleştiriyor sonra da: “İçimde öyle bir âh ki sulara muhtaç”. Seviniyorsunuz içiniz içinize sığmıyor artık; “oh be” diyorsunuz, “oh be, şiirimize yeniden mısra geldi.”
Sadece mısra mı geldi? Bugüne dek bilinmeyen (buna epeydir unutulmuş da diyebiliriz) alışılmadık bir tarzda şiirimize kıt’a da avdet etti diyebiliriz. Ama öyle örtülü biçimde ki anlamak büyük dikkat istiyor: “Bozulan yüzümle/Güzel değilim biliyorum/Ama o sızı/O kehribar acı/İçimde o sabırsız kuş”. Veya “Artık her şey geride kaldı/Kimseler duymayacak çığlığını/Yalnızlığın bu derin kuyusunda/Şimdi toprağa iyi bak”

Bizim şiirimizde veya şiirde mısra ve kıt’a sahiden bu kadar önemli mi? Bence şairin asıl ustalığı bu sırda saklı. Şiirin bütününden tad aldığınız gibi neresinden hangi kıt’ayı veya mısrayı çıkarıp bütünden müstakil olarak okursanız her birisinde ayrı(ca) tadlar, duyumlar yakalarsınız. Modern Türk Şiiri çoğunlukla farklı bir tercih sonrasında ve bence bizden olmayan bir etkileşimin önemli ölçüde rolüyle söz konusu  tadlardan ısrarla kaçıyor. Bunun sonu kötü olacak diye düşündüğüm içindir ki  Gül ve Hançer beni heyecanlandırdı, umutlandırdı.

Yunus’un hemşehrisi demiştim. Bence  Gül ve Hançer’le birlikte Yunus, Mustafa Özçelik ismiyle yeniden aramızda. Gelin bunun kıymetini bilelim. Yunus’ta ümmi bir muhabbet vardı. İlim kesbederek kalbini makulat yönünde techiz etmemişti. Serapa mahsusat aleminde bir manevi serhoş gibi dolanıp durmuştu. Fakat bilir misiniz ki fıtratının çeperlerine müskirat ve fahşadan lekeler bulaşmamıştı. Belki bazen makulata dair yabanlığı onu akidevi tehlikelere maruz bırakmıştı. Umulur ki ondan da Rab’bin rahmetiyle kurtulmuştur.
Şimdi yeni Yunus’ta ise evet aynı toprağın sesi ve sisi var. Ama  bu kez oldukça dengeli. Evet geceleyin yine rüyalar görmüş. Lakin o rüyanın serhoşluğunu üzerinde hala sürdürmüyor. Uykusundan uyanmış. Yüzünü yıkamış. Evet Yunus da yüzünü yıkardı. O, sudaki hikmeti irfanıyla kavrıyordu. Oysa Özçelik bu irfana ilmi de ilave ederek konuşuyor: “Mühlet bitti çözüldü dil/Beden nedir ki konuşan kalbim/Aşk bir dua menekşe renginde/Hasretle serin sulara koşan”

Modern ve şizofren şairlerin bolca dolanıp durduğu vadilerdeki bu mü’min soluk, hayatı batıcı rüzgarın etkisi ve hışmıyla bir “trajedi” gören  hastalıklı ruhlara hiç mi hiç benzemiyor. Mes’uliyetini öylesine müdrik ve hayatın Allah’ın imtihanı olduğuna dair emniyeti öyle köklü ki Tılsım şiirindeki şu mısraları buna şahit tutarım:  “Kağıt uçurtmanla yüzünü sakla/Gölgene bir kefen biç/Heybetiyle karşında duran dağda/Benim sevgilim ol/Uzun yola gitmeden önce”. Ve sonra hayatı bir “trajedi” gibi algılayanların suratında kötek olarak patlamasını beklediğim o şah mısra geliyor:  “Yolcuyum bana da gülümse.”

Yolu açık olsun böylesi yolcuların ki bizatihi açıktır inşallah. Bu büyük şiirin Fânus,Sır ve Mum bölümlerinde hayat ve ölüm, hayat ve ölümün anlamı Vahy öğretisinden süzülerek yansıtılmış. Bakışına, görüşüne , duruşuna vahyi kılavuz/rehber edinen bir kalbin o mes’ud  ve mütmain çarpıntısı , teakkulü, tefekkürü, tezekkürü, teemmülü var mısralarında. İşte örnekleri: “Yüzümden bir tarih çıkar/Söz hâl olsun yeniden” , “Hangi dalga hangi sudan yaratıldı/Hangi ağaç hangi tohumdan…”, ”Avucuna dünyayı sığdıran gezgin…/Söyle ne gördün bir rüyadan başka/İşte gelip geçtin ömründen.”
İslam coğrafyasında yaşasa da ruhları dünyevileşmiş olan sanat erbabına sanki bir cevap gibi bu mısralar. “Dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret gölgeliğine” dair vahyî uyarıları bu mısralardan sonra hatırlamamak mümkün mü? Mustafa Özçelik’in bu şiiri bize ne söylüyor? Ritmini, ölçüsünü, uyağını, kafiye ve redif sesini hatta kimi musiki ögelerini dahi kullanmaksızın yalnızca kıt’alar ve yer yer berceste mısralar vasıtasıyla geleneğin tınısını, muhtevasını,omurgasını bize kadar taşıyıp getiriyor. Bütün inceliklerinden haberdar bulunduğu modern şiire ve onun imkanlarına adeta dirsek çeviriyor, hatta göz kırpıyor, dil çıkarıyor. Modern şiirin imkanları diye diye kendinden koparak başkasının kendi’sine yamanan, kimin neci olduğuna aldırmadan sanat üretebileceğini savunanlarla hesaplaşıyor.
Popülist sevdalara prim vermeden anlaşılabilen, tribünlere oynamayı gaye edinmeden bizim insanımızın kalplerine aşina düşen, böylece salt bizim olan, yani bizzat bu dili konuşan insanın “özne” kılındığı bir cümleyi kurmak mümkündür, “bu işte böyle olur” diyor şair. Şiirin Ayna bölümündeki ihtişamlı çıkışa nazar atfetmenizi özellikle isterim: “Karşımda bana bakan ayna/Ben giderim buradan/Sen kalırsın duvarda/Öylesine kederli ve tenha”. Aynayla konuşanın kendisi çekip gidince aynanın yalnız kalacağını terennüm eden şair, farkında mısınız aslında insan tekinin kalabalıklar arasındaki yalnızlığının, şuur altına yerleşmiş gizli acısını nasıl yansıtıyor? Ahirette tek başına muhakeme edilecek olan, Rabbin huzuruna kimsiz kimsesiz, torpilsiz aracısız çıkacak olan insan teki, heybesinde yalnızca imanı ve salih amelleri bulunması gereken insan teki “ya bunlarsız yarlığanırsam” diyerek sancılanan kimse yani “hakikat kaygısı”, mes’uliyet şuuru taşıyan kimse.
Bütün kitabı tek bir nehir şiir farzetmek mümkün demiştik. Hatta dönem dönem esinlerle kotarılmış birbirinden bağımsız duyarlıkların şiirleri değil bu şiirlerin hiçbiri, dersek de yanılmış olmayız. Böyle başlamış ve böyle bitmiş. Tek bir niyetin uzayan ibadeti gibi.
Ödünç imgeler, şaşırtıcı söyleyişler, türlü artistliklere itibar etmeyen bu şiir neden bahsediyor? Her fırsatta ve her vesileyle bizi ne(ler) ile yüzleştiriyor, bakınız: Ay, yıldız, akşam, gece, su, rüzgar, toprak, ateş, dünya, ölüm, hayat, dağlar, ırmaklar, denizler,kuşlar, lale, hercai menekşe, gül ve AYNA. Hepsi bu.  Bunda bir fevkaladelik yok, diye düşünebilirsiniz. Elbet yok hayat fevkalade değil aleladedir de ondan. Fevkaladelik muhayyilenizdedir. Şimdi bütün bu alelade, gündelik ama hayatî kavramlar neyi simgeliyorlar? Farkında mısınız şiire yeniden can geldi. Şiir geldi bizim hasırımızın üstüne yanıbaşımıza  oturdu. Bakın bakın kollarını boynumuza doladı. Omuzlarımızı okşuyor. Şiir bize kulesinden bakmıyor artık. Bizi aşağılamıyor. Arkadaşlar şiir artık bizi seviyor. Sadece kendisini değil.
Ben Seni Sular Gibi Sevdim,  bölümünü okuyunca bakalım benimle aynı duyguları paylaşacak mısınız?

Defalarca tekrarlanan, vurgulanan, uzatıldıkça uzatılan kelimelere dikkat isterim. Su ile alakalı onlarca defa, yıldızlar, çiçekler, akşam, gece ve dağla alakalı bir o kadar söz sarfiyatının nedir hikmeti? Sizi şaşkına çevirmek, vurgun yemişe döndürmek için yapsa bu manevrayı niye bildik kavramları kullansın ki? O halde n’oluyoruz derseniz, derim ki hala farketmediniz mi bu çağdaş bir Su Kasidesi. Şiir boyunca üstünüzün başınızın tepeden tırnağa ıslanmasından belli olmuyor mu? Sizi ıslatan, ürperten ama asla şaşırtmayan şair, varsayın ki ölümcül uykularınıza dair uyarılar yapıyor. Varsayın ki bir tarlada, bozkırda, suyun ele zor geçtiği bir bölgede mesela Sakarıbaşı’nda ( Sakarya nehrinin ve şairin doğduğu bölge) su oyunu oynuyor, birbirinizi ıslatarak eğleniyorsunuz. Öylesine içten ve öylesine bize benziyorsunuz ki, yabancı bir hayal bile barınamıyor aranızda.

Unuttuğumuz, özlediğimiz mükemmel kurgularla süren şiir bakın nasıl silkeliyor içimizdeki kurumuş fidanları: “Anne/Ben hayata çıkıyorum/Ölürüm de yine özlerim seni.” Nasıl? Nice zamandır aradığınız bu sualdi değil mi? Hadi alıp koynunuza o mısraları huzur içinde mes’ud uyuyun artık. Ama “İçimizde hala dünya korkuları”  taşıdığımızı/taşıyabileceğimizi varsaymadan yaşamak mümkün olmuyor. Şeytanın kalp çukurumuza çomak sokabileceğini her daim hesaba katmak gerek.
Bu şiir çok konuşulmalı. Bu şiir üzerinde düşünülmeli. Bu şiirdeki “Gül”e eyvallah. Ama “Hançer” bu şiirin içinde aranmamalı, bulunamaz. O, öteki’nin, dışardaki’nin simgesi. Yani olmamış’ın, ham’ın.

“Ölmüş dedemiz bize gelmiyor artık.” Öyleyse ne yapacağız? İşte yanıtı: “Güzel ölümler istiyorum Tanrım”

Mustafa Özçelik,  Gül ve Hançer adlı şiir kitabındaki çıkışıyla çoktandır unutulmuş, nicedir kimselerin cesaret edemediği bir ustalık ürünü kotarmak maksadıyla kolları sıvamış. Bizim eski ustaların da adeti böyleydi. Hünerlerinin doruğunda en seçkin eserlerini verirlerdi. Onda emek, işçilik, alınteri yoğunlukla sergilenir ve gözlenirdi. Sahici usta işi bu eser üzerinde bugün belki çok konuşulup yazılmayacak.Hatırlanmalı ki önceki ustaların kaderi de böyleydi. Fakat bugünkülerin çoğunun onların ellerine su dökmeye dahi yeterlikleri bulunmadığı aşikar değil mi? Usta işi her eser gibi bunun değerlendirilmesi de tarihe kalırsa şaşırmam.

Mustafa  Özçelik’in sahici, soylu bir şair olduğunu yalnızca mısralarında gözlemiyoruz. Doğup büyüdüğü bozkırlara sadakati, aynı bozkırların çocuğu olan Yunus’a sadakatiyle  öyle örtüşüyor ki O’nun sanatkar ahlakından süzülen de bu. Yani sadık bir hemşehri, ne mutlu.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Çizgi-3 / Behice Kolçak Şark
Bekleme, Dönmem Bu Bahar / Hakan Özbek
Ağustos Yüzlü / Erol Erdoğan
Kanı Güneş Gibi Bir Çocuk: “Alâeddin Özdenör... / Selami Şimşek
Kasıt / Esra Karabiber
Tümünü Göster