ya ben anlatamıyorum
ya siz anlamıyorsunuz
ya da biz aynı dili
konuşmuyoruz
epeydir yığılı öykülerim bir tarlanın ambarında
sen öyküleri bilirsin Şirâze, kısa, uzun, karışık, sade…
ben bildiğini bilirim, ben bilirim bildiğini
senin sesinden dinledim sen okurken o öyküleri
gençtim, belki güzeldim, ne fark ederdi ki
zeki bile olabilirdim, üstelik yine belki
hoş, hiçbirinin önemi yokmuş zaten arka planda
ön planda, “Allah çirkin talihi versin“ diyenlerin notunu düşelim
geç mi kaldık
geç kaldığımızı anlamak için bile mi geç kaldık
yoksa biz Şirâze, o son vagona binenlerden miydik
“yok böyle bir şey” mi diyorsun gülümseyerek
nereden başlarsan orası başlangıçtır
bir koşu biterken diğeri start verir
hem hatırlamak çoğu zaman gereksizdir
öykülerin seyri hızlı değişir diye beklemek de çoğu zaman iyi gelir
hacmi büyük olan öykü ilgi görmeyebilir; Savaş ve Barış gibi, Kelidar, Kavgam, Niteliksiz Adam gibi
yani ki okur ile buluşmayan öykünün hükmü nedir
ya da buluşsa da sonu getirilemeyen öykünün tadı hep eksik değil midir
klasik, ağır, yayvan ve bilindik her şey de denir ki eskimiştir
o halde Şirâze, yeni şeyler mi söylemeli; kısa, ritmik, yepyeni
hatta az biraz sanal, çok biraz elektronik
varmış da yokmuş gibi
tam da benim gibi
ister son vagon olsun, ister ilk; trendesin
mühim olan hangi istasyonda indirileceğin
keşke’leri ve olmuş bitmiş’leri ve artık’ları
yeni neslin oyalanması için retorik biçimde elimizden çıkaralım
zamanı daralanların zaman kaybetmeye zamanı yok sanırım
hiç olmayacak bir vakitte nedir bu kalabalık Şirâze
ellerinde renkli/renksiz pankartlar, belli ki pek sıkılmışlar:
“aşk bir ihtilâldir!” kimin
“aşk bir arayıştır!” yine kimin
“aşk bir tutunuştur!” kime
“aşk bir başkalaşımdır!” neden
“aşk bir yitiştir!” yine neden
sorsam birkaç söz Arabî’den
kaç kişi çıkar aralarından bilen
Şirâze’m
elini uzat, uzat elini
ben kendi ihtilâlimden endişedeyim
aşk belki, sadece ağlamaktır
yumuşatır insanı; eritir, inceltir
ağlamak yüreğin temizlik eylemidir
bilir misin Şirâze, laleler de işte böyle şebnemlenir