Hikmet Kavramı
Hikmet; (HKM) den türemiş bir kavramdır. “Ha ke me ” fiilinin mastarıdır. Hükm; bir güç, karar verme ve egemenlik ifade etmektedir. Hükm, kelime anlamı olarak yönetme ve idare etme demektir. Ayrıca Araplar atı gemlemeye de hükm derler. Demek ki hükm de zaptu rapt altına alma anlamı da vardır. Fiil tef”ıl babına nakledildiğinde hakem tayın etmek demek olur. Hakîm insanlar arasındaki anlaşmazlıkları çözümlemek çın seçilen kişidir. Bu çerçevede hikmet doğru ve isabetli bir karar olarak öne çıkmaktadır. İsabetli olmak doğru/uygun düşünmek ve doğru davranmak olarak da anlaşılmalıdır. Hikmet, bu anlamda karışan ve yerlerinden oynatılan kavramları yerli yerine oturtmaktır. Bu noktada adaleti de içermektedir. Ki hikmetin bir anlamı da adalettir. Hakîm ise isabet eden adaletli davranan kimsedir. Adalet, her şeyin yerli yerince olması; zıddı olan zulm ise bir şeyin asli yerinde değerlendirilmemesi, yerli yerince kabul edilmemesidir. Kavramı biraz daha açacak olursak “Hikmet kelimesinin kökü olan “Ha ke me“ düzeltmek maksadıyla menetmek manasınadır. Bu nedenle gem, yular anlamına gelir. “ Hakemtü ed-dabbete” hayvanı gemledim, yani hikmet ile ona engel oldum demektir. “Ahkemtuhu” ise ona bir hikmet (gem) yaptım anlamındadır. Aynı şekilde gemiyi bağladım anlamında “hakemtü essefınete” ve “ahkemtüha”(onu bağladım)şeklinde kullanılmaktadır. Şairin şiirinde; “Ey Beni Hanife sefihlerinize sahip olun (uhkımu)” diye kullanılmıştır. Burada kelime, sahip olmak, frenlemek, haddi aşmayı önlemek, anlamında ele alınmıştır. Rağıb el İsfehânî “ha ke me“ nin mastarı olan hikmet kelimesi için akıl ve ilimle hakka uygun düşülmesidir, demiştir. Ayrıca hikmeti Allah’tan gelen ve insandan gelen hikmet diye ikiye ayırmıştır. Allah’ın hikmeti eşyanın bilinmesi ve gayesine uygun olarak sağlamca yaratılmasıdır. İnsanın hikmeti ise mevcudatın bilinmesi ve hayırlı işlerin yapılmasıdır. Hz. Lokman buna örnektir. Rağıb el İsfehânî, hikmeti Kurân’ın tefsiri olarak da görmüştür.
Bu tanımlardan çıkacak genel bir sonuç şu şekilde özetlenebilir: Kullanım alanlarını göz önünde bulundurduğumuzda hikmet lafzına en uygun düşecek mana “eşyanın ve nesnenin yerli yerine konması veya işin doğrusu ve özü “ olmalıdır. Hikmet kelimesi duyulduğunda zihinde çağrışım yapan ve zihne doğru koşan anlam budur. Ayrıca dilimizde hikmet sıfatının; uyanıklık, esneklik ve tecrübe kelimeleriyle buluştuğunu da görüyoruz. Bu bakımdan biz bu özelliklere sahip olan insanı hikmetli insan olarak nitelendiririz. Çünkü uyanıklık, esneklik ve tecrübe bir insanın en isabetli görüşü ortaya koymasına yardımcı olan, onun yanlış adımlar atmasına, yanlış şeyler yapmasına engel olan özelliklerdir. Bu özelliklere sahip olan insan hikmetin yaygın anlamında olduğu gibi eşyayı ve nesneyi yerli yerine koyabilecek olan insandır. Buna göre hikmet kavramını “gerçeğe uygun söz“ şeklinde anlamamız mümkündür. Çünkü sözün gerçeğe uygun olması da bir yönüyle hakkı yerine koymayı ifade etmektedir. Buradan da anlaşıldığı gibi bir şeye hikmet diyebilmemiz için sabit, değişmez ölçülere dayanması eşyayı,varlığı olduğu gibi yansıtması gerekmektedir. Bu noktada “hikmet neyin doğru “ neyin yanlış olduğunu anlamaya yarayan bilgi“ anlamına (da)kullanılır. Ayrıca hikmet “varlıkları en geniş bilgiyle, en iyi şekilde anlama ve kavrama” olarak da tarif edilmiştir. Bu yaklaşımlardan anlaşılan ortak sonuç, hikmetin çok yönlü bir anlama ve kavrama süreci sonucunda varılan şaşmaz doğrular olarak anlaşılması gerektiğidir. Bu çerçevede hikmet, zihnî, kalbî ve eylemsel alanda insan için doğru bir anlayış ve yaşayışı ifade etmektedir.
Hikmet ve Sanat
Bir rivayette “şiirden bir kısımı hikmettir” diye buyrulmaktadır. Şiir “şuur“ kesilmesinden türetilmiş bir kavramdır. Şuur insanlarda bulunan anlama yetisinin bir boyutu olarak kendini göstermektedir. Hz. Muhammed(a.s) döneminde toplumda insanlara yol gösteren onlara akıl veren ve bunu da şiirin imkanlarına yaslanarak yapan bir zümre vardı. Onların şiirlerinde bir çok evrensel doğru bulunmaktaydı. Bunun sebebi de bir çok felsefi düşüncenin şiir diliyle kuşaktan kuşağa aktarılması; yanısıra insanların düşünceden çok duygusal yönünün bir tezahürü olması sebebiyledir. Çünkü insan belli sebeplerle farklı düşüncelere sahip olsa da ortak duygusal tepkiler ortaya koruyabilmektedir. “Şiirden bir kısmı hikmettir” sözü bize göre bu iki yöne işaret etmektedir. Yanı felsefi yaklaşımları taşıyan bir araç olarak şiirin önemli bir işleve sahip oluşunun altı çizilmekte ve insanın duygusal yönden çoğu kere kendini gizleyemediğini vurgulamaktadır.İnsanlar çoğu kere menfaatleri sebebiyle bile bile hakkı gizleyebilmişlerdir. İnsan bu hakkı gizleme işini düşünce farklılığı düzeyinde ortaya koymakla birlikte daima duygusal açıdan vıcdanî bir kabul ediş içerisindedir. İşte şiir de düşünceden çok insanın bu içsel yapısını ortaya koymakta, kimi kere evrensel genel-geçer hakikatleri yansıtabilmektedir. Bu yüzden Peygamberimiz, Ümeyye b.Ebi Salt için “şiiri mü’min fakat kalbi kafir” değerlendirmesini yapmıştır. Ancak eğer şiir düşüncelerin propogandası haline gelirse zaten şiir olma özelliği de ortadan kalkmış olur. Hz. Peygamber’e şair denilmesi anlamlıdır. Peygamber’in anlattıkları ona şâir diyenleri vicdanlarından yakalıyordu çünkü. Onlar küçümsedikleri için değil bilakis yücelttikleri için Peygamberimize şâir diyorlardı. Ancak Kur’ân bir şiir değildi ve Peygamberimiz de şair değildi. Peygamberimizin anlattığı mutlak hakikat menbâından akan şeylerdi. Bunu bir ücret karşılığında da anlatmıyordu o dönemin şairleri gibi. Kur’an’ın anlattığı şair şiir yazıp söyleyen insandan ziyade vahy’i eksen almayan, kendi hevası doğrultusunda insanları yönlendirmeye çalışan asalak bir zümredir. Bu noktada biz müslümanlar arasında o dönemde de şiir söyleyenlerin olduğunu biliyoruz. Onlar Kur’anın şiir ve şaire yüklediği anlamı şiir yazanlar olarak anlasalardı herhalde bir daha şiirin semtine bile uğramazlardı.Ama biz biliyoruz ki bugüne kadar İslam toplumunun kültürel yapısında şiir her zaman varolmuştur. Müslümanlar aynı ilgiyi resim ve heykele göstermemişlerdir. Kur’an’ın şair olarak nitelediği zümre Kur’an nazil olmadan önce de toplumu bir biçimde yönlendirmeye çalışan ve günümüz medyasının işlevini gören bir yapı arzetmekteydi. Musa (a.s) dönemindeki sihirbazların işlevi ne ise, Hz. Muhammed (a. s) dönemindeki şairlerin durumu da odur. Her iki zümre de kendi yetenekleri doğrultusunda hakkın karşısında bir konum almışlardır. Ancak nasıl Musa’nın asası sihirbazların sihrinin sahteliğini ortaya koymuşsa, Muhammed (a.s) a verilen mucize olan Kur’ân da şairlerin şiirlerinin değerini ortaya koymuş, şairlerin gerçek kimliklerini topluma tanıtmıştır. Kur’ân indikten sonra şairler birer propogandacı durumuna düşmüşlerdir. “Şeytanların kime indiğini sana haber vereyim mi:Her pek iftiracı, çok haram işleyiciye inerler/Kulak verir, kulaklara fısıldarlar ve onların çoğu yalancıdır. Ve şairler, onlara azgın-sapıklar uyar. Görmez misin her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar. Ve onlar yapmadıklarını söylerler. Ancak iman edenler, salih amel işleyenler, Allah’ı çok zikredenler ve zulme uğradıktan sonra yardımlaşanlar hariç. Ve zulmedenler hangi inkılabla devrileceklerini yakında bileceklerdir. “ Buradaki şairler kimi kere evrensel insani gerçekleri dile getirerek (ki bu hikmettir) süslü sözler söyleyen, insanları etkileyen fakat bu anlattıkları güzel şeylere kendileri inanmayan, pratiklerine yansıtmayan kimselerdi. Onların ilham kaynağı şeytani fısıldamalardı. Yani belli bir değere bağlanmadıkları için fıtratlarını hevâlarının emrine âmâde kıldıkları için şeytani telkinlere de açık durumdaydılar. Bu yüzden de bir söyledikleri bir başka söylediklerini tutmuyor, bugün övdüklerini yarın yerebiliyorlardı. Söylediklerini kendilerini yüceltmek için söylüyor ancak bu güzel şeyleri pratiklerine yansıtmıyorlardı. Örneğin cömertliğin faziletinden bahsediyorlar ancak kendilerinde cömertlik görülmüyordu. Bu yüzden Peygamberimiz Ümeyye bin Ebi Salt’ın şiirini duyduğunda “şiiri mü’min fakat kalbi kafir” değerlendirmesini yapmıştır.
Ayrıca o dönemki Arap toplumunda hikmet ehli olarak bilinen kimi insanlar vardı. Bunların başında Ekrem b. Safiyy geliyordu. Bu insanlar toplumda parlak zekalı ve meseleleri köklü bir biçimde kavrayan insanlar olarak tanınıyorlardı. Bu kimseler felsefi düşüncelerini de çoğu zaman şiir’in imkanlarına yaslanarak ortaya koyuyorlardı. Şiirden bir kısmı, hem insanın evrensel ortak duygularından izler taşıması açısından hem de düşünce düzeyinde kimi evrensel doğruları yansıtması açısından hikmet olarak nitelendirilmiştir.
Sonuç
Genel olarak toparlarsak insanda zihinsel özelliklerin yanı sıra hem duygusal hem de vicdani özellikler vardır. Duygusal özellikler sanat ile, vicdani özellikler ahlak ile ilintilidir. Aklı sadece intellekte hasrettiğimizde bu akıl insana sağlıklı bir sonuç sunamayacaktır.
İnsanlar çeşitli sebeplerle farklı düşünseler bile, ortak duygulara sahiptirler. Duygular daha çok sanat alanında kendini göstermektedir, denilmiştir. Ayrıca insanlar fıtri ve vicdani ortak değerlere sahiptirler. Bu noktada ahlakı da akıl dışında değerlendiremeyiz. Aklı ahlaktan soyutladığımızda ahlaki temellerini yitirmiş bir akıl (!) ile karşı karşıya kalırız. Ayrıca ahlak ile, insanın duygusal yönünden kaynaklanan aşk da akıldan ayrı değildir. Bu yüzden insanların tarih içerisinde ortaya koydukları sanat ile ahlak arasında da önemli bağlar bulunmaktadır. Biri diğerinden ayrı değerlendirilemez. Toynbee “Mısır Piramitleri’nin nasıl yapıldığını öğrenmem onun estetik değerini unutturdu” demiştir. Burada insanın bir sanat eserini vicdani yanıyla da değerlendirebildiğini görmekteyiz.
Hikmet, yukarıda da belirttiğimiz gibi sadece intellectüel bir çaba ile ulaşılacak bir nokta olmadığı gibi, sadece aklın zihinsel yanının ürünü ve sadece matematiksel çıkarımlar sonucu elde edilen bir sonuç da değildir. Belki hikmet, aklın çok boyutluluğu ile ulaşılan bir sonuç ve aşkın bir varlığın ikramıdır. Bu yüzden hikmet, hem aklın intellect yanından, hem estetik yanından hem de etik yanından izler taşır. Bu anlamda evrensel genel-geçer bir sonuç olarak ortaya çıkar. İnsan sadece düşünen bir varlık değil aynı zamanda duyumsayan, duygulanan bir varlıktır. İnsanlar ortak düşüncelere çeşitli yönlendirmeler sonucu sahip olmasalar da, ortak duygulara sahiptirler. Bu noktada insanlar düşünce alanından daha fazla duygusal alanda evrensel olan genel-geçer hakikatte buluşabilmektedirler. İnsanın duyguları ise sanat alanında ortaya çıkmaktadır. Sanat alanı insanların kendilerinden kaçamadığı bir alandır. Bu anlamda hikmet, insanın düşünce ve duygularının da buluştuğu ortak nokta olmaktadır. Bu anlamda Kur’an’ın tanımladığı akıl hem düşünce hem de duyguyu kapsayan bir akıldır. Aklın anlamının daraltılması özellikle Avrupa aydınlanması ile gerçekleşmiştir. Aydınlanma, akıl ile kalbi birbirinden ayıran bir yaklaşım sergilemiştir. Bu anlamda akıl biçimsel bir yapıya hasredilmiştir. Aydınlanmayla birlikte egemen olan akıl, Horkhaımer’ın öznel akıl dediği akıldır. Biçimsel (öznel) akılda amelî, ahlakî ya da estetik bir doğrudan söz etmek anlamsızlaşır. Çünkü akıl sadece intellect’e mahkum edilmiştir.
Öz olarak söylemek gerekirse, Aydınlanma ile birlikte sistemleştirilmeye çalışılan gerek rasyonalizmin, gerek kutsalı olmayan; seküler dünya görüşlerinin, ve gerekse felsefi sistemlerin tanımladığı akıl ile Kur’an’ın ortaya koyduğu akıl oldukça farklılık arzetmektedir. “Rasyonalistler Allah’a inanmakla birlikte günlük hayatı belirleyen bir ilâhî irade kavramını kabul etmiyorlardı. İnsanın doğaüstü bir ışığa ihtiyacı olmadığını söylüyorlardı.” Aklın zihne indirgenmesi aslında hayattaki bölünme ve parçalanmanın da bir uzantısıydı. Felsefe, ahlak, sanat, siyaset ve din birbirinden ayrılmıştı. Aslında “akıl mı vahiy mi“ ayrımı daha şiddetli bir biçimde tam bu aşamada ortaya çıkıyordu. Aydınlanma aklın alanını daraltmaya çalışırken farkında olmadan aklı da güçten düşürmüştür.
Oysa Kur’an’ın tanımladığı akıl ne salt intellecte hasredilmiş bir akıldır, ne de salt sezgi, duyum vesaireye hasredilmiş bir akıldır. Akıl sadece zihne indirgenirse duyuların insanın hayata bakışına etkisi de yok sayılmış olur. Çünkü alemde zihni aşan şeyler de bulunmaktadır.Kur’an ne materyalist/pozitivistlerin intellecte mahkum ettiği akıldan yanadır; ne de ruhbanların daima emre amade kıldıkları akıldan yana. Kur’an’ın tanımladığı akıl, insanın bütün varlığını kuşatan bir akıldır.