Belli bir insani özün olup olmadığı tartışılagelen bir konu. Bu konuda insanın doğasını kabul edenler ve böyle bir doğanın olmadığını savunanlar var.Hakikat kainatta sabit, değişmez ve mutlak olanı karşılayan bir kavramdır. Eşyanın özünde bulunan ana gerçeğe verilen addır.
Kainatta değişmeyen yasalar vardır. Bu yasalar hem tabiat aleminde hem de insan fıtratında değişmez genelgeçer ve sabittir. Bu noktada yaşam, ölüm, sevgi, birer hakikattirler.
Gerçek ile hakikat farklıdır. Her hakikat aynı zamanda bir gerçeği ifade ederken, her gerçek bir hakikati ifade etmeyebilir; yalan gibi. Yalan her an rastladığımız gerçeklerdendir. Ancak yalanın bir hakikati yoktur. Bazen gerçekler kullanılarak hakikatin üstü örtülebilmektedir. Örneğin yalan gerçeği, doğru olanı ortadan kaldırmak için kullanılabilmektedir. Hayatta bir çok gerçek kimi kere hakikatin gizlenmesi amacına hizmet etmek için kullanılabilmektedir.
Örneğin işçilerin ezildiği bir toplumda “ezilmişlik” gerçeğinden yola çıkarak işçileri bütün toplum katmanlarındaki insanlara tafdil etme gibi bir yaklaşımı benimsemek hakikati gizlemek anlamına gelmektedir. Bu yaklaşım daha da ileri giderek bütün işverenlerin sömürücü olduğu sonucuna vardırılabilecek, oradan da bütün zengin insanların kötü ve ezen olduğu düşüncesi ortaya çıkabilecektir. Oysa hakikatin bu olmadığı ortadadır.
Bir başka örnek verecek olursak zencilerin zulüm gördüğü bir ortamda zencilerin de hakları olduğunu savunmak hakikatin ifadesidir ancak bu gerçekten yola çıkarak bütün ırkların asli renginin siyah olduğu, bu yüzden siyah ırkın en üstün ırk olduğu sonucuna varmak, gerçekler kullanılarak hakikatin uzağına düşmek demektir. Bu örnek cinsiyet ayrımları için de kullanılabilir. Kadınların ezilmesi gerçeğinden yola çıkıp erkek düşmanlığına varmak gibi. İşte ideolojiler kimi gerçekleri kullanarak hakikatin uzağına düşmüş kafa yapılarının ürünüdürler. Onlar kimi fıtri tepkilerden yola çıkmakla birlikte kendilerini kılavuzdan mustağni saydıklarından dolayı her vadide şaşkın şaşkın dolaşan kişiler üretmiş; çoğu kere hakikate hizmet etmek yerine hakikatin anlamını kaybetmesine katkıda bulunmuşlardır.
Sanat konusunda da ideolojik yönlendirmeler devreye girdiğinde duygusal olan cephe yozlaşmakta; fıtri değerler dumura uğramaktadır. Bu noktada sanat hakikati örtmeye yarayan bir araç konumuna mahkum edilmektedir. Bu tutum sanatı da ortadan kaldıracaktır haliyle. Çünkü ideolojiler için insan ve eşya birer malzeme yığınıdırlar. Bunlar hakkında belli yargılar ortaya koyulmuştur en başta. İnsanı ve eşyayı birer malzeme yığını olarak görerek sığ bir bakış açısıyla yeni yapılar kurmaya çalışmak evrensel hakikati yakalama çabasından uzaklaşmak demektir. Çünkü böylesi bir yaklaşım, gözüne mavi cam takıp bütün kainatta maviden başka renk olmadığını iddia etmek gibi bir sapmaya vardıracaktır kişiyi.
İdeolojiler düşüncenin ürünüdürler. Oysa sanat alanı düşünceden çok duygularla ilgili bir alandır. İnsanlar ortak düşüncelere çeşitli yönlendirmelerle sahip olmasalar da, ortak duygulara sahiptirler. Burada sanatı yozlaştıran şey sanatçının bir ideoloji benimseyip benimsememesi değil ideolojik propaganda kaygısı ile sanat icra etmeye çalışmasıdır. Elbette gerek Marxist gerek Faşist bir sanatçının eserinde kimi evrensel hakikatler bulunabilir çünkü fıtrat büsbütün yok edilemez. [1] Bu noktada sanat eşyayı aşabilme imkanıdır. İdeolojiler hakikate ne kadar uzaksa sanat o kadar yakındır. Sanat eseri eşyayı, sınıfları, ırkları aştığı oranda hakikati yakalayacak hakikati yakaladığı oranda sanat olacaktır. [2] Bu anlamda sanata yaklaşmak demek hakikate yaklaşmak demektir. Sanat eseri evrensel olan insani özü aramaktadır. İnsanı bulan sanatı bulacaktır.
Sanatın Evrensel Boyutu
Sanat’ın hakikatle buluştuğu nokta evrensel boyutunda kendini göstermektedir. Sanat eserleri insanlara, fikri, bilimsel, sosyolojik, tarihsel bilgiler vermek amacıyla ortaya konulmazlar. Sanat eserleri daha çok insanların duyuşlarıyla (hisleriyle) umutları, özlemleriyle ilgili eserlerdir. İnsanların bu duygularını yansıtmak işlevini görmektedir sanat.Bu anlamda görüşlerine katılmadığımız, inandıklarına inanmadığımız sanat eserlerinden zevk almamız, insani özelliklerin bir ortak yönünün bulunması sebebiyledir. Evet insanların ortak özellikleri vardır. Yaratılıştan gelen bu ortak özellikler daha çok insanın iç dünyasından kaynaklanan özelliklerdir. Bu özelliklere örnek verecek olursak, şunları söyleyebiliriz: Her baba ölen çocuğu için acı çeker. Ayrılıklar herkes için üzücü ve sancılıdır. Kadın ve erkek arasında oluşan sevgi her insanı bağlayıcı niteliktedir vs.
Ancak bu ortak özelliklerin yorumlanması, farklı toplumların yapılarına göre değişiklik gösterebilir. Bundan dolayı ben, sanat eserlerini değerlendirirken inançlarımızın tümüyle devre dışı kaldığını söylemek istemiyorum. İnandığımız değerlere taban tabana zıt olan eserlerden zevk almamız mümkün değildir zaten. Fakat sanat böylesi eserlerde yaratılışımızdan kaynaklanan kimi ortak özelliklerin bulunması, bizlerin o eserden zevk alabileceğimiz anlamına gelmektedir. Sosyalist dünya görüşünü benimseyen bir kimse Necip Fazıl’ın veya Sezai Karakoç’un eserlerinden zevk alabileceği gibi, İslam’ı benimseyen birisi de Nazım Hikmet veya Atilla İlhan’ın eserlerinden zevk alabilir. Zevk almamızın temelinde inançlarımızın devre dışı bırakılması söz konusu değildir bana göre. Zevk almak hali kimi insani ve ahlaki değerlerin ortak olması sebebiyledir. Bu ortaklığı büsbütün ortaklık anlamında kullanmadığım yukarıdaki cümleler dikkate alındığında anlaşılabilir.
Yunus Emre’nin ve Dostoyevski’nin, aynı kişi tarafından zevkle okunmasının kökeninde, insani değerlerin ortak özelliklerinin bulunması yatmaktadır.
Bu noktada sanat değişmez sabit ve mutlak olan hakikatte bizi buluşturmaktadır. Ancak Fıtri değerlerin yozlaştığı ve fıtratın bozulduğu ortamlarda sanatta da bir gerileme görülecektir. Özellikle materyalizmin egemen olmaya başladığı ve insan ilişkilerine sindiği ortamlarda sanat ciddi bir biçimde gerilemiştir. Çünkü materyalizm insanın insan olma özelliklerini yok sayan bir yaklaşım biçimidir. Ancak saf materyalizm de mümkün değildir. “Tanrı öldü” diyen Nietzche (Niçe)nin bile bir at arabası sahibine atlara zulmettiği gerekçesiyle müdahale ettiği anlatılır.
Materyalist hegemonyanın insan fıtratını bozduğu en etkin bir biçimde varoluşçu (existansiyalist) sanatçılar tarafından ortaya konulmuştur. Örneğin Albert Camus’un “Yabancı” adlı eserindeki kahramanın annesinin ölümünü umursamazlıkla karşılaması bir bunalımın ve fıtrat bozukluğunun ifadesi olarak değerlendirilmelidir. Burada da sanat kaybedileni aramaktadır. O evrensel, genel geçer insani özü (hakikati) aramaktadır.
Albert Camus Batı’da materyalizmin insanı yok edişini iliklerine kadar duymuş bir yazardır. Dolayısıyla insanın yokoluşunun öyküsünü kazımıştır eserlerinde. İnsanın bunalıma Nihilizm’e, alemin saçma olduğu görüşüne yönelmesi hep insanı tek boyutlu ele alan materyalizmin hakim olmaya başladığı bir ortamın sonucudur. Dostoyevski’nin yerinde tespitiyle “Tanrı yoksa her şey mübahtır” anlayışının insanı getirdiği noktayı A. Camus “Veba” adlı eserinde çarpıcı bir biçimde vermiştir. Veba’nın salgın olduğu bir dünyada, bir papaz, bir materyalist ve bir de her ikisinin görüşlerini reddeden birisi anlatılır. Papazın vebayla savaşması dini ve ahlâkî sorumluluğunun bir sonucu olmasına karşın, materyalist olan, öldürülme ya da intihar etme arasında bir fark görememektedir. Anlamsız bir dünyada bunun zaten öyle olması gerektiği anlayışındadır. Üçüncü şahıs ise “gününü gün et yarını düşünme” anlayışıyla mücadeleye kendisini adamamaktadır. Zaten materyalizmin insanı getireceği nokta absürdizmdir. (saçmalık)