Eski Fotoğraflarda Mahzun Bir Şair Yüzü

Dostlar, yalnızlığımızı artırarak bir bir ayrılıyorlar aramızdan. (Cahit Sıtkı’nın mısralarını hatırlıyorum.) Şöyle bir düşünüyorum, kısa sayılacak bir zamanda, yanı başımızdan dar-ı bekaya ne çok ağabey, kardeş uğurlamışız. Yalnızca şuaradan bir bölük geliyor aklıma: Zarifoğlu, Hasan Ali Kasır, Akif İnan, Hüseyin Alacatlı, Nazir Akalın, Alâeddin Özdenören… Cümlesini rahmetle anıyorum.
Bu güzel dostlardan biri, Nazir Akalın üstüne yazacağım bu yazıyı. Belki biraz gecikmiş olarak…
Nazir, benimle ilgili bir yazısını, beni daha geniş bir zamanda, şiirimden yola çıkarak anlatmak umudu ile bitirmişti. Ben de onu, onun şiirini bir yazıda ele almayı tasarlamış, Kanayan Simya’yı (Beyan Yayınları, İstanbul 1998) bu amaçla notlar tutarak okumuştum. Ancak o daha gençti, ölümse aklımıza öyle sık gelen bir şey değildi. Onun düşündüğü gibi, yazacak daha geniş zamanları beklemiş, böyle böyle ertelemiştim bu yazıyı yazmayı.
Ne kadar kadere rıza göstersek, ne kadar mütevekkil olsak da ölüm, hele yakına düşen ölüm, insanda şok etkisi yapıyor. Cevat (Akkanat), telefonda Nazir’in ölüm haberini verdiğinde, tabir yerindeyse afalladım. Beklenmedik bir olayın doğurduğu şaşkınlıkla, aczin getirdiği perişanlık birbirine karışıyor böyle durumlarda. Söyleyecek söz bulamıyor insan, birkaç kelam edeyim derken saçmaladığı da oluyor. Ben, sadece bir an önce konuşmayı bitirip telefonu kapamayı istediğimi hatırlıyorum. Telefonu kapadıktan sonra,” Nazir, güzel adam, bizi bırakıp nereye?” diye mırıldandım. Onun, yakın dostu şair Hüseyin Alacatlı’nın ölümü üzerine yazdığı duygu yüklü yazıyı okuyalı çok olmamıştı. Bu yazının başlığı, yukarıya aldığım sözlerdi. Yalnız isim farklıydı. Hissettiklerim, onun Alacatlı’nın ölümünü öğrendiğinde hissettiklerinin aynıydı. Onun gibi bir dizi anı canlanıverdi gözlerimin önünde.
Erteleyip durduğum yazıyı artık yazmak farz oldu, diye düşünmeye başladım. Ancak elim bir türlü gitmedi. Vefat eden dostlarımın ardından yazmak hep zor gelmiştir bana. Öyle ki kimilerinin ölümlerinin üzerinden çok zaman geçmesine rağmen rahatça kalem oynatamam onlar hakkında. Çok duygusal davranmaktan ve yazıyı karmakarışık bırakmaktan korkarım.
Tarihleri aklımda pek tutamam. Yılları birbirine karıştırdığım da sık olur. Ama Nazir Akalın’la ne zaman, nerede tanıştığımı hatırlıyorum: 1997’nin Mayıs ayı… Kahramanmaraş, Dolunay Şiir Şöleni… Hatırlıyorum, çünkü o yazmıştı bir yazısında.
Nazir, sözü geçen şölende şiirini okuduğunda, yanımda oturan mühendis arkadaş şairin mükemmel inşadından etkilenmiş, onu tanıyıp tanımadığımı sormuştu bana. Rûberû henüz tanışmıştık. Tanışmış ve hemen kaynaşmıştık.
Aslında birbirimizi yazdıklarımızdan tanıyorduk. Erzurum’da çıkan dergiler (Palandöken, Mina, Karçiçeği…) bana ulaşıyordu. Bu dergiler sayesinde Erzurum’da yaşayan birçok kalemden haberdardım: Nurullah Genç, Hasan Ali Kasır, Tacettin Şimşek, Hüseyin Alacatlı, Hanefi İspir, Rıdvan Canım, Nazir Akalın… Bunlardan birkaçıyla görüşmüşlüğümüz de vardı. Bu serhat şehrimizdeki edebî gayret ve heyecanı gıptayla uzaktan takip edenlerdendim. Belki bundan dolayı daha ilk görüşmemizde derin, lezzeti dimağda kalan sohbetler yaptık. Sonra başka vesilelerle de beraber olduk. Birikimi, haddeden geçmiş edebî zevki, salâbetli duruşu yakınlaşmamı, onunla dost olmamı sağladı.
Alaca’da bir şiir okuma yarışmasında ikimiz de jüri üyesiydik. Yan yana oturuyorduk. Yarışma sonunda değerlendirme kartlarımızı karşılaştırdığımızda aynı yarışmacılara, aynı puanları verdiğimizi gördüm. Bu, edebî zevk ve ölçülerimizin birbiriyle örtüştüğünün basit işaretiydi. Nitekim sohbetlerimizde bu daha belirgin bir şekilde kendini göstermişti. Trabzon’da, Sümela’ya sohbet ede ede tırmanırken, şiirin doğuşu, Necatigil’in ifadesiyle “şiir uçları” üzerinde konuşuyorduk. Bu vesileyle “Rüzgar, Dağ, Sen, Ben” başlıklı küçük şiirimin nasıl doğduğunu ve tamamlandığını anlatmış, şiiri okumuştum. Bu şiiri uzun zaman dilinden düşürmedi Nazir. Beni ne zaman görse, kendine has bir talâkatla o şiiri okurdu.
Daha ilk görüşmemizde, yüzündeki derin hüzün çizgileri dikkatimi çekmişti. Bir şiirinde “Yüzümüzde hüznün sessizliği kanıyor” diyordu. O sessizliğin kan izlerini görür gibiydim. Biraz dikkatli okuyunca bu derin hüznün / melalin neredeyse bütün şiirlerine sindiğini fark ettim.
ve
ah limon çiçeği
meçhul bir kapı aralığından
nazir akalın diye
hüzne künye düştüler

Böyle diyordu, “Limon Çiçeği” şiirinde. “Eski fotoğraflarda mahzun şair yüzleri” acıyı yüreğine “teyelleyen sesler”di. Şairdi ve bu mahzun yüzlerden birini taşıyordu Nazir. Derin bir acıyı ve hüznü anlatan tebessümünün şerhi, onun şiirlerinin satır aralarında duruyordu.12 Eylül zulmünden nasibini almış, “yorgun hicran”lar yaşamıştı. Eylül’ün şiirlerinde bunca yer alması bundandı. “Artık ben de fişlendim” diyor bir şiirinde. Bir başkasında “Soğuk bir adres gibidir eylül” diyor. Şunları da diyor:

ihtilal kaçağı mıyım karanlığın koynunda
tüy gibi hafifleyen ak kimliğim ne tenha
gözlerinde hüzünle yasa boğulmuş annem
eylüllere garkolmuş yorgun hicran ayında

Eylül, zaman zaman melankolinin sınırlarını zorlayan bir melale dönüşüp bütün şiirlerine siniyor adeta. Matemli Nağmeler, Nağmesiz Bahçeler, Kanlı Kurdele, Melal Denizleri. Kanayan Simya’nın bölüm başlıkları bunlar. Neler çağrıştırdığını söylemeye gerek var mı? Şiir başlıkları için de aynı şey söylenebilir.

Nazir, çalışkandı. Bütün olumsuz şartlara rağmen sürekli araştırır ve üretirdi. Tenkitçi bir bakışla dört başı mamur yazılar da yazıyordu. Vefatından hemen sonra çıkan ‘”Şairin Eldivenleri”ndeki (Meneviş Yayınları, Ankara 2003) yazılar bunun kanıtıdır. İlim adamı vasfı vardı. Biri Doğu Dilleri ve Edebiyatları, diğeri Türk Dili ve Edebiyatı’yla ilgili olmak üzere, iki master yapmıştı. Çokça uğraştıktan sonra üniversiteye araştırma görevlisi olarak girebilmişti. Ancak bu kez de 28 Şubatçıların gadrine uğradı. Liyakatine bakılmadan, buradaki görevine son verildi. Hep haksızlığa uğrayarak, “öteki” olarak yaşamak kolay değildir. Nazir, zorlukların girift tezgahında fikir adına, edebiyat adına ve bu ülkede yaşayanların yarınları adına hep bir şeyler dokumaya çalıştı. Sesi kimi zaman isyana dönüşse, “nabızlarım isyan taşıyor” ya da “kan içinde şiirimin kökleri” dese de…
“Bais-i şekva bize hüzn-i umumidir”diyen Namık Kemal gibi Nazir de kendininkilerden ziyade ülkesinin dertleriyle dertlenmektedir: “kalbimi kuşatırken / tüm melali ülkemin…” Ülkesinin, insanların cebinde “daracık bir borsa” olmasına üzülmektedir.
Her şeye rağmen, “cüzzamlı bir suskunluk” halinde de olsa, içinde hep bir umut taşır Nazir. Bunaldığında rahatlayacağı sığınakları yok değildir. Bunlardan biri anne’dir. Şair, acılarını ona seslenerek, onunla paylaşarak azaltmaya çalışmaktadır adeta. “En avare haliyle” geceleri, onun düşüne girmektedir.
Nazir’in şiirinin referansları yerlidir. Türk ve Doğu edebiyatları üzerine çalışan, bu konularda yazılar yayımlayan birinin, klasik edebiyata vukufiyeti tartışılmaz. Şiirlerine şöyle bir bakmak bile onun klasik edebiyata yakınlığını anlamamız için yeterlidir. Kanayan Simya’da, klasik nazım şekilleri ile yazılmış ya da klasik edebiyatı çağrıştıran isimler verilmiş çokça şiir var: Simurg, Devlet Kasidesi, Çark-ı Felek Gazeli, Hüzün Gazeli, Leyla Gazeli…. Bölüm başlarına Bakî, Hafız, Nâbî gibi önemli Divan şairlerinden özenle seçilmiş beyitlerin konması da Nazir’in Klasik Edebiyat’a meylini, hatta muhabbetini göstermektedir. Şiirlere serpiştirilmiş bir dizi telmih bu düşüncemizi pekiştirmektedir: Simurg, Kafdağı, Firavun ehramları, Mecnun, Leyla, Kerbela, anka, İbrahim, Su Kasidesi, gül-bülbül, tecelli, nazargah, mesnevi, ebr-i nisan, andelib, servi boy, Zuhal, Süreyya, Yusuf, semender, Şehrazat, Sadabad… ‘Kanayan Simya’ şiirinin sonunda bakın Nazir nasıl anlatıyor sevgilinin gözlerini: “bir divan şiiri bu kaynar durur dilimde / kasidedir gazeldir mesnevidir gözlerin.” Şair, bu mısraların alındığı şiirin tümünde, belli bir kalıp kullanmadığı halde, bir aruz ahengi sağlamayı başarmış.
Nazir, bir tarafıyla klasik, bir tarafıyla da romantik bir şairdi. Ve çağ,bu iki özelliğe de muhalifti. Bunun için, onu hep yanlış zamanlarda yaşamış biri gibi düşündüm. Belki şu mısralarını da onun için sevdim:
bir şair daha öldü yaşamadı yaşarken
şiirleri sarılı kanayan kurdeleye
ardından söylenen ağıtlara aldırmadan
istediği yöne dönüyor dünya…

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Ve Sevmek Üşür Bu Ülkede / Hakan Küçüksöz
Yakarış Temrinleri / Mehmet Ragıp Karcı
Si-Adu: Taşın Rüzgar Hızında Konuştuğudur / Nurettin Durman
Sevgilim / Mustafa Şen
Selimiye / Arif Dülger
Tümünü Göster