Hey gidi Karadeniz…
Denizi hırçın, dağları sarp ve hoyrat, türküleri hüzün dolu. Hayata tutunmanın ısrardan ve inattan geçtiği bu topraklarda içinizde hep bir umut olmalıdır ki yaşayabilesiniz.
Tıpkı Mehmet gibi!
O, Trabzon’un ücra bir köyünde hatta köyün mezrasında eşi Hanife, biri down sendromlu iki çocuğu ve annesi Nazife ile yaşam mücadelesi vermektedir. Hem de altı ahır üstü tek odalı ev demeye dilimizin varmadığı yerde.
Bu küçük aile doğanın tam ortasında yaşamın en çilelisindedir…
Mehmet, bir yanı uçurum öte yanı sis bulutu sarp dağlarda maden peşindedir. Sürekli dağlara gider. Bazen günlerce kalır. Bulduğu taş örneklerini maden ocağına götürerek analiz ettirmeye çalışmaktadır. Olur ya maden bulursa dertlerinin dineceğini inanmaktadır.
Mehmet “madeni bulayım, evimizi yaptıracam, uşağı da doktora götürecem” dese de eşi Hanife ve annesi Nazife, Mehmet’e hep karşı çıkarlar.
Bu çilekeş hayatın tüm zorlukları bir kadın olarak Hanife’nin omuzlarına biner. Hanife, kocasının maden arayışından vazgeçmesini, gidip maden ocağında yevmiyeci olarak çalışmasını ve hayvanların bakımına yardım etmesini istemektedir.
Ama nafile…
Mehmet’in maden inadını komşusu Rasim de doğru bulmaz. “Bırak maden aramayı, ailenle barış, kayınlarınla küslüğü bitir” der. Fakat boşuna.
Sonbahar bitse de kış kapıya gelse de Mehmet yine dağlara gider. Yine maden aramaya koyulur. Bu kez kalandarın soğuğu erken bastırır.
Peki ya inatla süren tüm bu çabaların sonucu?
Hüsran ve hayal kırıklıkları… İzleyici olarak bu sefer madeni bulsa desek de Mehmet bulamaz.
Her başarısızlığın ardından biz onu yine dağın bulutun ortasında, taşın kovuğunda görürüz.
Aslında hikâyenin en can alıcı noktası da budur. Madeni bulsa dahi eline ne geçecektir? Maden işletmecilerinin vereceği üç beş kuruş ve arama tutkusundan başka hiçbir şey…
Mehmet, maden arayışındaki boşa çabaların ardından bu kez Artvin’de yapılan boğa güreşlerine katılmak ister. Kendi boğası birinci olursa kazanacağı parayla dertlerinin bitireceğine inanmaktadır.
Hanife, buna da karşı çıkar. Ama Mehmet’in inadı ve ısrarına dayanamaz. Güreşler için boğayı hazırlayan Mehmet, iki çocuğu ile Artvin’e gider. Yeni bir umudun peşinde. Ancak güreşi kaybederler.
Yine bir hüsran…
Filmin anlatmak istediği belki de şudur: Mehmet’in maden ve güreşe olan ısrar ve inadı, başta eşine sonra ailesine ve nihayetinde çevresine kendini ispat etmek istemesine dayanır.
Hayat zor.
Umutların boşa çıkması daha da zor…
Film bu noktada yeni bir atmosfere geçiyor. İklim değişir. Kardan soğuktan sonra bahar gelir. Baharın gelişindeki bereket gibi ailenin ineğin doğurur. Yeni ümitler yeşerir.
Filmin satır aralarında irfani bir söylemin ipuçlarını bulmak mümkün. Rüyalar üzerinde işlenen bu durum finalde kendini iyice ortaya çıkarmaktadır.
Besledikleri boğanın iplerinden kurtularak kaybolması, ‘her şerde bir hayrın olmasına’ karşılık gelir. Tüm aile üyeleri boğanın peşinden giderken “nimet” masum olanı seçer. Ailenin down sendromlu çocuğu Mustafa, ineği bulur. Ya da şöyle ifade edelim inek ona bulundurulur. Ve ineğin düştüğü çukura giren Mehmet, çukurda sürpriz bir şekilde madeni bulur.
Allah nelere kadir…
Kalandar Soğuğu, bir atmosfer sineması.
Dağ, orman, mağara, yayla, kar, sis, yağmur, inek, keçi, salyangozlar… Tam bir natüralist bakış açısı var. Doğa insanla buluşunca yaşam ortaya çıkıyor.
İnsanın yaşam mücadelesine dayalı bu hikâye doğru teknikle görselleştirilince son derece başarılı bir başyapıt ortaya çıkarmış. Filmin ilk dakikasından itibaren sizi saran bir yanı var. Çünkü film denilmeyecek kadar gerçek, kamerayı fark ettirmeyecek kadar sahici…
Filmi izleyen izleyicinin Karadenizli olup olmaması hiç önemli değil. Çünkü bu film kendi hikâyemizi anlatıyor. Aslına bakarsanız sinemanın hayatla bir bağı var. İster kurgu olsun ister bir gerçek olaydan alınsın hayatı eksene alan filmler sahici oluyor.
Peki ya Kalandar Soğuğu?
Yönetmen Mustafa Kara, şahit olduğu hayata kamera tutmuş. Filmi kendi yaşadığı köylerde çekmiş. Filmin ana karakteri Mehmet (Haydar Şişman), yönetmenin ilkokul öğretmeni. Eşi Hanife (Nuray Yeşilaraz) rolünü ise bir hemşire oynamış. Mehmet’in annesi Nazife, yönetmenin gerçek hayattaki annesi. Down sendromlu çocuk Mustafa (Temel Kara), yönetmenin bir akrabası. Diğer çocuk yatılı bölge okulundan. Yani oyuncu kadrosu profesyonel değil. Bana sorarsanız iyi ki de değil.
Çekimleri 1,5 yıl, toplamda ise 5 yıl süren bu film sabrın, inadın ve ısrarın sonucudur.
Son dönemde Türk sinemasında sözde “sanat filmi” adı altında kendi memleketine yabancı gibi bakan jakoben bir göz var. Sanat bu değil. Sinema da değil. Daha da önemlisi Kalandar Soğuğu oryantalist sinemaya tapan ve taklit eden bu yerli oryantalistler gibi değil.
Bu film bizim hikâyemizi bizim yanımızdan anlatıyor.
İzleyin derim.
Çünkü böylesi filmler her zaman çekilmiyor.