“Duruş, inanmanın ve yaşayışın kazanımıdır”
İnsan maddeye hükmetmeye başlayınca, maddenin anlamı güçleniyor. Her bakışın, aslında bir dokunuş olduğunda şüphe yok. Anlaşılır ifadeyle biri uzaktan diğeri yakındaki temastır. Karşılıklı alış verişin mutlak surette sözlü ya da sözsüz teması söz konusudur. Her hâlükârda kelimeler içten ya da dıştan gerekli müdahaleyi yapar. Alışveriş kesintisiz, fasılasız sürer.
Meseleye böyle bakınca madde ile metafizik arasındaki bağın vazgeçilmez olduğu ortaya çıkıyor. Biri diğeriyle kaimdir. Sevgi dediğimiz husus, maddenin de mananın da özüdür. Maddeyi kuşatan aşkla bahar yaşanır. Yüreğinizde kuruma, çölleşme varsa maddenin daha da katılaştığını görebilirsiniz. Madde asli yaratılışından sıyrılarak başka bir unsura dönüşür. Bu ölümün izdüşümüdür. Ölüm yalnızca metafizik akımın durması değil maddenin de bitimidir. Baharın toprakla buluşabilmesi için sonbaharla kışa katlanması icap eder. Aksi takdirde bahara kavuşamazsınız.
Bahara kavuşanlar mevsimlere katlananlardır. İnsan en çok toprakla temas halindeydi asırlar boyu. Giderek topraktan uzaklaşmaya başlayınca olanlar oluyor, insan tükenmeye
başlıyor. İnsan kendini öldürdükçe toprağında ölümüne neden oluyor. Aslında anlatmaya çalıştığım husus, bireyle madde arasında kurulmuş olan –doğuştan var olan- bağın, eksilmeden, azalmadan sürmesidir. Ünsiyet azalırsa içten kopmalar başlar. Ünsiyet, etle kemiğin biribirine kaynaşmasıdır.
Tıpkı, âşık olan iki kişinin ne kadar uzak kalsalar da –uzakta olsalar da- bir tek vücut gibi birbirlerini her an özlüyor olmalarıdır. Uzaklık aşkı öldürmez, bilakis aşk; ölümsüzlük iksirinden bir nefhadır ateşin içten içe yanışı gibi yanmayı sürdürür. Tıpkı toprakla temasta var olan hareketlilik gibi mesafelerin engel teşkil etmediğini bilerek ünsiyetin sürüyor olmasıdır.
Yaratılıştaki hayretlik-hayranlık aynıyla estetik olana da işaret eder. Yaratılış sırrının keşfi, kişinin kendisini keşfidir. Keşif sürdükçe –ki hayat boyu sürer- kişilik keşfi gelişir, yalnızca huzura açılmaz yol, aynıyla estetiğe de açılır.
Hissedebilmek, kalpten kalbe açılan en anlamlı kapıdır. Madde denilen şeyin de mutlak surette bir dili vardır. Hal diliyle –oluş, duruş, yaşayış- söylenilmesi gerekeni söylemekten asla vaz geçmez. İnsan ise kafasında döndürüp durduğu birçok hususu söylemeye başladığı andan itibaren kelimeler zıplayarak yerlerini değiştirdikçe yeni anlamlara bürünür ve asıl söylenilmesi gereken ortadan kaybolup gider. Tıpkı yazmaya başlarken kurduğumuz ilk cümleyle anlatmak istediklerimizin birden bire değişiverdiğini ve yeni bir metnin bize yazdırıldığını her makineye oturuşumuzda yaşarız.
Demek oluyor ki her şey elimizde gibi gözükse de bir kumanda eden, idare eden, dikte eden, emreden, müdahale eden var. Eylemlerin zuhuru, bu müdahalenin belirginleşmesini her vesileyle fark ettirir ve kendisini hatırlatır. Aslolanın bu hatırlayışta birden çoğula doğru yol alırken çoğuldan da bire doğru bir yolculuğun yapıldığı göz ardı edilmemelidir. Muradımız aşk terazisinde ağır gelmektir. Aşk terazisi gönlün ayarıdır. Gönlün ayarı bozulursa büyüde, sırda, aşkta bozulur. Öyleyse yapılan her eylemin aşk üzere olması, söylenilen her sözün aşkla temas kurması, dokunan her bakışın aşkla bakışması ruhların dirilişine vesile olur. Aşk imiş âlemde her ne var ise.
Eşya ve insan, birbiriyle tesanüt içinde bulunmalıdır. Varlıkları tasnif eden hâkim güç, bir yandan da kader çizgisindeki hükmünü icra ettirmekten geri kalmaz. Eninde sonunda hüküm, insandan insana olduğu kadar, varlıktan varlığa doğru da tesirini sirayet ettirir. Böylelikle maddenin soğuk yüzü giderek kaybolur ve daha anlamlı, daha tutarlı ve daha sıcak bir dönüşümü yaşatmış olur. İnsan yalnızca kendisini değiştirmez, geliştirmez, dönüştürmez. Aynı düzlemde birlikte olduğu çevreyi de, toplumu da, mekânı da, makamı da, semti de, şehri de değiştirir ve dönüştürür.
İlk cümlede kast ettiğimiz mananın bir de tersine bakalım; madde insana dokundukça insan değişmekten kendini alıkoyamıyor. Rüzgâr, fırtına, hava, su, yağmur, dolu, taş, deniz, toprak, ateş sayısız elementler insana her gün, her an dokunmayı sürdürüyor. Soğuk üşütüyor, yağmur ıslatıyor, güneş ısıtıyor, terletiyor, kılıktan kılığa değiştiriyor. Bakışlar etki ediyor, bakışlar tersyüz ediyor ve bakışlar öldürüyor. Bunlar her an yaşadığımız hususlar olduğu için ifade ediyorum ki insanın etkileniş biçimini kavramış olalım. Demek oluyor ki yalnızca insan etkilemiyor aynı zamanda etkileniyor da.
Meseleye bir başka açıdan bakalım; taşa taş ustası kullanılır hale ya da istediği şekli vererek işine yarar hale getirmesiyle bir üretime imza atmış olur. Üretim var olan üzerinde yapılan eylemlerle, sanatkârlıkla onu kendi iç dünya beğenisinden geçirerek dış dünyada
beğenilir kılma çabasıdır.
Bu da sanatkârlıktır. Bu müdahale, eşyanın itaatini ortaya koyduğu gibi, insanın kendi ruhundan eşyaya dokunuşlar yaparak anlam genişletmesine ya da insanı mistik bir hüviyete büründürerek yenilenme ve tazelenme duygusunun değişmeksizin sürüp gittiğini bize gösterir. Aynı zamanda estetiğin varlığı, aranıp bulunması da gündemini korur.
Dönüp bakmalı insan, geçip gittiğimiz onlarca yıl, mevsim, insan, şehirler dahası her bir şey, her ürettiğimiz ve tükettiğimiz husus bizde ne kadar var? Bizde ne kadar kalıcıdır her tanıştığımız yüz? Okuduğumuz eser bize ne getirip götürmüştür?
Duruş, asalettir.
Kaybolmayan ne kadar yüz varsa duruşlarından, yaşayışlarından ve savunduklarından dolayı vardır.
Duruş, istikamettir.