kendine yakın olduğun sürece
uzak diye bir yer yok
Ayşemin sürekli içine düştüğü boşluğun tekrar kendisini acımasızca çekiştirmeye başladığını hissetti. Nedenini biliyordu bu sefer bu dipsiz boşluğun kazandığı gücün. Daye bir kelimeyle kayıp gitmişti hayatından. Hiç vedâsız. Uzanıp dokunmadan. Sarılmadan. Üç kelâmı paylaşmadan. Üzülmeden. İki damla gözyaşı dökmeden. Buz gibi. Yüzüne bir olsun bakmadan. Hep gözlerini kaçırarak. Onu bir anne özeniyle büyütmemiş gibi. Yıllardır tek sırdaşı o değilmiş gibi. Yine kırıldığını farketti Ayşemin çok yerinden. İçinde binlerce cam kesiğinin açtığı yara kanıyordu şimdi. Ağzında demirsi bir tat gezinirken midesinde ağır bir bulantı hissetti. Kendi kanını içiyordu sanki bir Moğol’un sunduğu tastan.
‘Git’ ile kendisini bu hayattan hiç duraklamadan çekiveren Daye kaçmaya çoktan hazırdı belki de. Hatta yıllardır o da bu günü bekliyor, ihtimâl kendi özgürlüğünün hayâlini kuruyordu. Ayşemin Daye’nin arzuları, hayâlleri, bir umudu olabileceğini hiç hatırına getirmemişti oysa. Onun etten kemikten varlığını ancak şimdi görebiliyordu. Gidişiyle. Gitmeyi istemesiyle. Bir daha onunla karşılaşmayacağından emindi artık. Bu yüzden işte, göğsünün tam ortasında bir ağırlık, baskı, ağrı, sızı vardı onu bunaltan. Terkedilmişti. Bırakılmıştı. Atılmıştı bir gereksiz hırka gibi. ‘Vazgeçilen olmak ne ağırmış’ diye geçirdi aklından. ‘Seven bırakır mı böyle kolay?’ Dönüp dolaşıp yine sevgi konusuna gelmişti işte yine. Ses hemen atıldı bu soruyu bekliyormuş gibi. ‘Terkedilmen sevilmediğinden değil, aksine çok sevildiğindendir belki de, bilemezsin. Sevmek ve sevebilmek ömür süren bir yolculuk, birgün gelir yorulur sevgiliyi seyretmekten de uzaktan sevmeye devam etmek ister ve sevgisini de alır gider seven.’
Sevmek ve sevilmek… Tamamen yabancısı olduğu iki kelimeydi Ayşemin’in. Ne sevmiş, ne de sevilmişti ona göre. Soran olsaydı birkaç yıl önce ‘o da neymiş diye terslenirdi ihtimâl.’ Babasını sevseydi, tüm şatafatın içinde onu ardında bırakıp, umursamadan öylece bir anda gidemezdi. Üstelik kaçıştan bu yana neredeyse hiç aklına getirmemişti Şâh’ı. Hiç mi sevmemişti babasını Ayşemin? Yok, bir baba gibi hiç sevmemişti. Fakat, belli ki o da kızını bir evlât gibi sevmemişti. Böyle çıkıp gitmesine izin verdiğine göre; önemsemeden, merakta kalmadan, yol göstermeden. Sevgi değildi bu. Sevgi böyle bir şey olamazdı, dahası olmamalıydı. Şâh’ın sevmeyi hiç öğrenmemiş olması mümkün müydü ki? Yanlış sevmişti ya da. Sevginin eğrisi düzü, yanlışı doğrusu olur muydu ki? Ayşemin Şâh’ın, Şâhbanu’ya yaptıklarını düşününce, onun sevgiden yana hiç nasiplenemediği sonucuna vardı. ‘Yazık!’ diye düşündü acıyarak babasına. Sevgi olarak kabul ettiği; tutku, güç, irâde, baskı gibi kelimeleri barındırıyordu içinde, ki bunların hiçbirinin sevgiyle uzaktan yakından bir ahbaplığı olamazdı Ayşemin’e göre. Öyle miydi gerçekten, aslında bunu da bilmiyordu.
bir sebep olur
girersin hayatlara
plansız, şartsız, kayıtsız.
bir sebep olur
çıkarsın hayatlardan
kavgasız, amaçsız, yalnız
‘Sevmek’ diye düşündü Ayşemin, ‘her ne olursa olsun sevdiğinden vazgeçmemektir.’ Ses ona karşılık verdi: ‘Şartsız kabul etmektir. Affedebilmektir. Hoşgörebilmektir. Maddeye takılmadan onun içinde gizli olanı görebilmektir. Geçmişi geçmişte bırakıp şimdiyle hemhâl olmaktır. Beklentisiz, kuralsız, sınırsız, baskısız, şeffaf, açık, net ve dümdüz yüreğine adını işlemektir. Deseni, rengi değiştirmeden olduğu gibi tabloya yerleştirebilmektir. Sevmek herkesin başarabildiği de değildir. Zorların zoru ve her şeyin temelinde yatan. Bütün mutsuzlukların ardında gezinen illet sevmeyi bilememektir, sevememektir. Kendinden başka kimseye önem verememektir. Kör olmaktır yani. Kör ve sağır ve topal ve bencil olarak gayyâ kuyusunda sıkışıp kalmaktır. Ve bunun farkına bile varamamaktır.’
Sabah olsun diye gözlerini kapattı Ayşemin. Sabah olsun ve değişsin günlerin giydiği elbise. Ama Şâh’tan Esta’ya, Dâye’den aşk’a, sevgiye, belirsizliğe, bu gidişe, özleme, nefrete dair her şey beyninde rahtsız edici bir karıncalanmaya sebep oluyordu. Hepsi ışık hızıyla geziniyordu damarlarında. Kaç saat onları kovaladı böyle gözleri kapalı tahmini mümkünsüzdü, ama sonunda uykuya kaydığında sabaha topu topu üç saat vardı.
işaretlerin anlamını çözdüğünde
açılacak kapısı sırların
ya bulacaksın
ya tamamen kaybolacaksın
Dar ve karanlık koridorlarda yürümüyorlardı da, sanki temas etmeden yere kayıyorlardı tozları havalandırmadan, ruhları uyandırmadan, iz bırakmadan ve ayrıldıklarına dair hiçbir mesaja gerek duymadan. Yolcu yolunda gerek edâsıyla yeni bir yolculuğun eşiğinden geçtiler böylece. Esta yere kadar uzanan siyah pelerinin altında geceye karışmış, Ayşemin de aynı karanlığın bir parçası olmuştu gören gözleri yanıltmak için. Artık kendisi belirlemiyordu bu yolculuğun yönünü. Seçen değil boyun eğen, itaat edendi zayıflık derecesinin boyutlarını farkettiğinden beri. Ve bu zayıflık bilinci onu incitiyordu, kabullenemediği bir ağırlıktı sırtında, burun kıvırdığı bir özellikti; ama değiştiremiyordu işte. İnsan birkaç ilaç içip geçiremiyordu zavallılığı, ya da bir hafta istirahatla silemiyordu bedeninden ilelebet perişanlığı.
Sabahın loş karanlığına çıktıklarında bir grup insan, serin rüzgâr yalayıp geçti tenlerini. Ürperdi Ayşemin, içi titredi. Havada yosun kokusu, nem ve tuzlu bir tat; içine çekti hepsini aynı anda derin bir nefesle. Sokakta bekleyen faytonlara usulca yerleşip hiç zaman kaybetmeden hareketlendiler. Son bir kez dönüp hızla süzdü çıktıkları binayı. Eski, dışarıdan bakan gözlere terkedilmiş görüntüsü sunan, tuğlaları dökülmüş, yer yer yeşermiş, yosunlanmış ve sanki bir odadan ibâretmiş duruşuna şaşırdı. Oysa içinde nereye açıldığını bilmediği dehlizler, yerin altına doğru uzanan geçitler, avlulara varan koridorlar, boy boy sayısız hücre ve ufak bahçelere bakan kapılar vardı geniş ibadethânelere ek olarak. Bu önemsiz ve ufacıkmış gibi duran yapının Tâcü’t-Tevârih’in sayfaları arasından kayıp bu sokağa yerleştiğini varsaydı elinde olmadan. ‘Gizemli bir dünya bizimkisi’ diye düşündü sonra. Ses hemen karşılık verdi ona: ‘Budur dünyayı sevdiren. Budur nedeni dünyaya kök salmış gibi tutunması insanın, hiç gitmeyecekmiş gibi davranması, sonsuzmuş inancına kapılması. Doğrudur insanın sonsuzluğun bir parçası olduğu aynı zamanda. Ancak bedenin toprakla buluşmasından sonrası için geçerlidir bu sonsuzluk. İnsan iki ömrü birbirine karıştırma hatasına düşmüştür hep. Bazı gizemleri çözer. Çözdükçe karşısına başkaları çıkar kesintisiz. Her yeni giz daha çok saplar insanı dünyaya. Sanır ki çöze çöze sona varacaktır birgün. Yazık ki bu bir yanılgıdır. İnsan dünyayı tamamen anlayabilecek yetenekte yaratılmamıştır. Bundan kaynaklanır dervişlerin o engin tevâzusu. Kavramışlardır onlar mümkün ile imkânsızı. Ne kadar bilirlerse bilsinler, başka bilinmeyenler bitimsiz açılacaktır önlerinde. Buna ne gücü yeter insanın, ne bilgisi, ne ömrü, ne sabrı, ne de vakti. O yüzden sadece şimdiyi yaşayabilirsen geçmişe takılmadan, yarını hesaplamadan tutunabilirsin belki.’
Limana vardıklarında durdu faytonlar. Yine hızlıca, ama hiç dikkat çekmeden ve gürültüye neden olmadan, onları bekleyen devasa bir gemiye doğru ilerlediler. Hava henüz aydınlanmamıştı ve zifirî karanlık onları gören gözlerden koruyacak yoğunluktaydı. Ayşemin Esta’nın bir adım gerisinde kendisini bekleyen değişime adım adım yaklaşıyordu. Annesiyle iletişime geçmeye hazır olmadığından sormuyordu, merak etmiyordu, araştırmıyordu, tartışmıyordu. Ne kadar çabuk vazgeçmişti hayattan. Pek nazenin yetiştirilmişti ondan; altın kafesteki bülbüldü o, gül bahçesindeki en nâdide renk ve koku. O ulaşılamayan ve dokunulamayan bir varlık hükmündeydi sarayda. Hayatın gerçek yüzüyle karşılaşınca direnç gösterebilecek özelliklerle donatılmamıştı büyütülürken. Sahipsiz kalmanın, evsiz olmanın, kimsesizliğin, açlığın anlamını saraydan kaçana kadar bilmiyordu. Bu yüzden ilk karşılaşmada şoklandı. Yaralandı. Hırpalandı. Çöktü. Kendinden vazgeçti Ayşemin. Ve bıraktı kendisini suyun akışına, ne olacaksa olsun havasında.
Gemiye yaklaştıklarında dalgaların o büyüleyici sesine kapılıverdi Ayşemin. Daha görmeden. Dokunmadan. O mucizevî ahenk, içindeki neye olduğunu bilmediği özleme uzanıp bir bûse kondurmuştu. Kondurmuş ve tutuşturmuştu yüreğini. Bir daha denizsiz yaşayamayacağını düşünecekti sonraları. İlk anda yosun kokusu ve nem ciğerlerine yerleşiverdi. Başını kaldırıp sesin geldiği tarafa baktığında ise sonsuz bir siyahlık gördü sadece denizin olduğu yerde. ‘Gün ışısa da gerçek yüzüyle karşılaşsam’ diye geçirdi içinden.
Geldiği yerlerden çok farklıydı burası. Ne yeşili çoktu, ne denizi vardı, ne de dağları tepeleri geride bıraktığı toprakların. Nehirler ve uçsuz bucaksız bozkır tanıdıktı ona sadece. Berrak mavilikte gökyüzü ve sapsarı topraktı tüm bildiği. Hayatı kupkuru ve kavurucu sıcak yavaşlatırdı geldiği yerlerde. Bir de dışarıdaki manzaradan tamamen farklı, sarayda inşa edilmiş bir yapay mekândı onun tüm dünyası aslında. Şimdi bu dalga sesleri Ayşemin’in içinde ufak bir heyecan kıpırtısına neden oluvermişti sanki. Hayatın hep yeni sürprizlerle önünü keseceğini unutmaması gerekiyordu. Planlayan o değildi. Ve Ayşemin tüm yaşadıklarından sonra hiçbir planı kendisinin yapamayacağını çok iyi öğrenmişti. Hayat kendi hayatı olsa da ipler hiçbir zaman onun elinde değildi. İşte tam da bu, Ayşemin’in içinde garip ve dayanılmaz bir öfkeye, ateşe neden oluyor, kaprislerin alevini şiddetlendiriyor, bir çeşit histeriye dönüşüyordu. ‘Bir kuklayım ben’ diye bağırmıştı birgün, babasının şiddetli azarını işittikten sonra. Odasına koşup kapısını kırarcasına çarpmış ve Daye’ye akıtmıştı içindeki o huysuz nefreti. ‘O ne derse yapmak zorundayım. Düşünemezmişim gibi; benim hislerim, hayâllerim, beklentilerim, merak ettiklerim olamazmış gibi. Aklım yokmuş gibi. Kendi hayatımda hiçbir söz hakkım yok. Karar verme yetkim yok. Ben sadece bir kuklayım.’ Hıçkırıklara boğulmuştu yine. Yemeden içmeden kesilmiş, haftalarca odasından çıkmayı reddetmiş, hatta odasındaki perdelerin açılmasına bile izin vermemişti. Bir ayın sonunda Şâh onu odasında ziyaret ettiğinde, kızını yatağında büzülmüş konuşmaya dahi mecâlsiz şekilde bulmuştu.
‘Neden böyle yapıyorsun prensesim?’ diye sormuştu Şâh.
‘Kendi kararımla tek yapabildiğim bu çünkü!’ demişti kısık sesiyle Ayşemin. Gülmüştü Şâh bu karşılığa dalga geçer gibi. ‘Olur mu hiç öyle şey! Hangi renk elbise istediğine, modeline, desenine sen karar veriyorsun. Her sabah bahçede hangi çiçeği dalından koparıp salonu renklendireceğine de sen karar veriyorsun. Hangi yemeği yemek istediğine, hangi saatte uyuyup hangi saatte uyanacağına, hangi kitabı okumak istediğine de karar veren hep sensin.’
Ayşemin hayretle bakmıştı babasının yüzüne, gözleri yaşarmış ve böyle bir hayata daha fazla dayanamayacağını anlamıştı. Lâkin, sadece ‘Yeter!’ diyebilmişti. ‘Lütfen, daha fazla duymak istemiyorum. İzninizle biraz uyusam iyi olacak.’ Şâh canı sıkılmış bir şekilde yavaşça doğrulmuştu yerinden. Alnındaki damar seğirmeye başlamıştı yine. Kızının ona karşı böyle konuşması içinde büyük dalgalanmalara sebep oluyordu hep. Bu sefer kükremedi ama. Ortalığa korku salıp hiddetle saldırmadı kim varsa yanında yönünde. Koskoca Şâh’ın topu topu bir kızı vardı şu hayatta. Başka bir evlât bahşedilmemişti ona. Kızını da böyle saçma sapan sebeplerden dolayı kaybetmeye hiç niyeti yoktu. Bütün güç, ihtişâm onun daha fazla çocuk sahibi olmasını sağlayamamıştı. Hızlı adımlarla terketmişti odayı. Ayşemin onun ardından ‘Senin kuklan olmayacağım!’ diye mırıldanmıştı.
Şimdi kendisini alıp kim bilir nereye götürecek gemiye doğru yürüyordu işte. Nasıl değişmişti akışı hayatın hiç beklemediği bir anda, aniden, plansız ve tereddütsüz. ‘Korkmayacağım!’ diye söz verdi kendi kendine. ‘Korkaklar karar veremez, direnemez, başkaldıramaz, değişimde etkili olamaz ve her zaman kaybetmeye, ezilmeye, sinmeye mahkûmdur.’ dedi ses. Ayşemin bir an irkildi bu sözlerin etkisiyle, sendeler gibi oldu. Etrafını sarmış olan korumalar hemen kollarına yapıştılar düşeceğini zannedip. ‘İyiyim’ diye mırıldandı ama duydular mı, duysalar da umursadılar mı bilinmez. Yüzlerinde taşıdıkları aynı donuk ve sert ve okunmaz ifâde yine hiç değişmemişti.
Sonunda gemiye çıktıklarında, sürekli sallanan ahşap köprüyü aşabildiği için rahatladığını, farkında olmadan çektiği derin bir ‘oh!’ ile anladı. Yüzündeki siyah tül peçe rüzgârda savrulup duruyordu. Bir an önce bütün üzerindeki fazlalık kıyafetlerden kurtulmak istediğini düşündü. Az kalmıştı sanki buna. Bu gemi açıldığında uzaklara, uzaklaştığında bu kara parçasından artık hiçbir şeyin onu rahatsız edemeyeceği hissine kapılmıştı birden. Gemi bir beşik gibi sallanıyordu. İlk adımını attıktan sonra gemiye kenarda durup baktı uzak açıklara. Ama henüz karanlık aydınlığa yol vermemişti, perdeleri kaldırmamıştı aradan. Seçemedi gözleri hiçbir ayrıntıyı o yüzden. Dipsiz bir karanlık. Ve sonra, gemi büyük bir sessizlik içinde o dipsiz karanlığa doğru hızla açıldı. Kaçmaya devam ediyorlardı demek. Bu kadar itina, temkîn, koruma ve gizlilik sadece kaçışın habercisi olabilirdi çünkü. Ayşemin sormadan edemedi kendi kendine: ‘Ne zaman sonlanacak bu kaçış?’ Ses bir ah! çekti önce ve ekledi: ‘Cesur olmayı öğrendiğinde!’