Nasip

Eşkıyanın gözü kara olur azizim. Eskiden çok vardı buralarda. Hele kara kelle dedikleri bir harami vardı ki Allah düşmanımdan uzak etsin. Bitli, pireli kısa donlu muşmula suratlı bir adamdı. Bir vakit soyacak kervan bulamayınca yiyecek bulmaya bizim köyü basmışlardı. Bir adam bir başına ne kadar yer dersin efendi, hadi bir okka, bilemedin iki okka. Öküz herif benim karakeçiyi bir başına yedi, bir de: “Lahana turşusu yok mu?” diye sordu. Neyse ki Allah’tan, derbentçiler geldiğinden beri rahat ettik. Yoksa ar namus dinlemezdi bu haramiler. Hele bir de büyükçe bir kervan gördüler mi, iyiden iyiye azıtırlardı. Beş senedir artık eşkıyanın esamesi duyulmuyor çok şükür. Şimdi her şey iyi hoş ama o ilk gelen derbentçiler sağlam durmasalardı bu iş böyle kolayca biter miydi? Hele bizim geçide gelenlerin hikâyesi bir garip zaten. Haydar ile Selim. Ha bu arada ikindiye ne kadar var?

-Bir saatten fazla var her halde.
-Daha var madem dinle o vakit. Sancaktan iki derbentçiyi bizim civara memur etmişler.

Önce sevinmiştik, ama maişetlerinin bize yükleneceği hiç hesapta yoktu, duyunca tadımız kaçtı. Çok geçmedi iki irikıyım delikanlı köy meydanında göründü. Bunlar gelince Kethüda köylüye kapı kapı haber gönderdi. Güya bunlara ev bulup akşamdan akşama da kapılarına tayın bırakacakmışız. Tabi kimse oralı olmadı.

-Neden?

Haram yiyiciler gitti helal yiyiciler geldi diye söylenti çıktı köyde. Yiğitbaşı zorla kümesten bozma bir ev bulmuş. Orada kalmadılar, biz beğenmediler falan zannetmiştik ama iş başkaymış. Çok izzetli çocuklardı, köylüye yük olmayalım diye geçidin orada, tepeye çadır kurup kimseden de zırnık istemediler. Bir şey lazım olursa da gelir parasıyla alırlardı.

-E… Sonra?
-Sonrası ne olacak, kervan geçerken öteki derbentçilere katılır, eşkıya denk gelirlerse de çarpışırlardı.
-Ne olmuş, neresi garip bunun?

Garip olan bu değil azizim, garip olan bizim Nusret Efendinin kerameti. Bunlar haftada bir, iki Nusret Efendiye feyz almaya giderlermiş bana da derviş Mehmet anlattı. Bir defasında yiğitlere: “Bu gelen kervanda bir ak bir de kara katır var. Ak katırda ahiret hazinesi siyahında dünya hazinesi yüklüdür. Kim, hangisinin yularına yapışırsa o hazine ona nasiptir. Gidin o katırları üzerlerindeki adamlarla beraber doğruca yanıma getirin.” diye nasihat etmiş. Tabi bunlar da dinlemişler. Kervana varınca bakmışlar ki katırların tepesinde iki âdem, ama katırların ne heybesi var ne de hazinesi. Merak içinde tutacak olmuşlar katırları. Haydar biraz daha cebbarmış hemen dünya hazinesini alacağım diye kara katırın yularına yapışacak olmuş ama hayvan tutturmamış huysuzlanmış anlayacağın. Mecbur kalmış ak katırın yularından tutmaya. Selim’e de karası nasip olmuş… Yani keramete göre Selim zengin olacak, Haydar da Mevla’ya giden yolu bulacak. Adamlar “Nereye gidiyoruz kime gidiyoruz?” diye söylenmişlerse de bunlar hiç konuşmadan doğruca tekkeye yol almışlar. Derviş Mehmet anlatıyor, ak katırdaki adam Nusret Efendi’yi görür görmez öyle bir gülmeye başlamış ki neredeyse katırdan düşeyazmış, meğer bu kişi Padişah’ın hocalarından mübarek bir zatmış. Üç gecedir de rüyasında Nusret Efendi’yi katırlara çobanlık ederken görür, ama bir mana veremez,“Katır çobanı da ne ola?” diye düşünüp dururmuş. Kara katırdaki adam ise Divan-ı Hümayun azalarından defterdar efendiymiş. İşin daha acayibi bunlar gece tekkede rahatla yatarken Kara Kelle kervanı basmasın mı? Pek çok masumun kanı dökülmüş. Defterdarla Hoca Efendi böylece baskından kurtulmuşlar. Biz kapandı gitti zannetmiştik lakin Defterdar hadiseyi divanda dile getirince haber Sultan’ın kulağına kadar gitmiş. Meraklanıp Nusret Efendiyle derbentçileri Huzur-u Hümayun’a çağırtmış. Nusret efendi rahatsızdı o vakitler. Yola dayanamam diye affını isteyip gitmemişti. Derbentçiler gittiler. Padişah huzura kabul edince önce hadiseyi başından sonuna anlattırmış ardından:

-Dileyin benden ne dilerseniz.

Kolay mı Padişah huzurunda “Şunu isterim” demek. Hiçbir şey diyememişler, başlarını önlerine eğip yere bakmışlar.

-Madem bir şey demezsiniz sizi Defterdarım ile Hocam’a havale ettim.

Avluya çıktıklarında Defterdar ikisini de inceden inceye süzüyormuş. Gençlere: “Hazineye bir muhafız lazım lakin bir türlü karar kılamadım.” Selim kara katırın yularına yapışmış olmanın rahatlığıyla: “Bu iş benden sorulur Efendim.” deyivermiş. Ama onun böyle ortaya atılması Defterdarı rahatsız etmiş. Bu davranışı ukalalık addedip onu değil, Haydar’ı hazineye memur eylemiş. Aylık otuz altın da maaş bağlamış. Selim’in nasibine de tekkede manevi ilimleri tahsil etmek düşmüş.

-Allah, Allah! Nusret Efendinin kerameti tutmamış, tam tersi olmuş yani.
-Biz de öyle sanmıştık ama insan zahire aldanıyor azizim. Söyledikleri tastamam çıktı Nusret Efendi’nin.
-Nasıl?
-İşte işin tuhaf olan tarafı da orada zaten… Meğer Haydar’da mal düşkünlüğü varmış. Yani onu tekkeye getirseler orada ondan bir nane olmaz kaçar gidermiş. Gülme yahu hakikaten öyle.
-Yani tekkede eremedi de incir ağacında mı erdi?
-Ne ağacı azizim adam hazinede erdi, hazinede! Ak katırın yularından tuttuğu için kırklara yedilere karıştı. Şimdi git bak bir lokma bir hırka.
-Yahu yalandır, hiledir. Hiç parayla pulla evliya olunur mu?
-Büyük konuşuyorsun Hacı Remzi! Bak sonra ağzın burnun yamuluverir, Deli Sabri gibi olursun.
-Tamam, sustum hadi anlat.
-Şimdi Haydar’ı hazineye Memur etiler ya…
-Ee…
-Cebine de peşin peşin otuz altın koymuşlar.
-Sonra hemen erivermiş öyle mi?
-Bak gene cıvıtıyorsun. Neyse… Haydar hazinenin içinde vazifeliymiş. Gece sabaha kadar binlerce altın ve mücevherin içinde durur, sabah da nöbeti başkasına devredip evine gidermiş. Günler böyle geçerken bir gün Sultan hazineyi ziyaret etmiş. Burada bizimkine latife olsun diye bir oyun yapmış: “Evladım bir şartım var eğer kabul edersen tüm hazineyi sana vereceğim ne dersin?” demiş. Tabi bizimkinin feleği şaşmış “ Her şartı kabul ederim Sultanım” diye atlamış…
-E… Sonra?
-Kesme de anlatayım, Sabırsız Hacı.
-Şartı neymiş?
-Tüm hazine onun olacakmış ama kapıdan dışarı bir parçasını dahi çıkaramazmış.
-Ne anladık o zaman. Ha bekçilik etmişsin ha sahip olmuşsun ne fark eder.
-Ne fark eder olur mu? Bekçiyken otuz altın maaş veriyorlarmış hazine kendinin olunca maaşı da kesmişler.
-Hay Allah.
-İlk gün hazine benim diye epeyce sevinçli olsa da sabah acı gerçeği anlamış. Cebinde taşıdığı otuz altın tüm hazineden daha kıymetliymiş. Çünkü beraberinde dışarı çıkartabiliyormuş. İşte o vakit evliya oluvermiş. Hazinede ermiş anlayacağın. Sonra Padişah’a haber yollamış. “İnsan Beraberinde götüremediği şeye kalbini bağlamamalı, artık benimle kabrin ötesine geçemeyen nesnede gönlüm yoktur gelsin hazinesini alsın” demiş.
-Hay Maşallah. Peki, Selim’e ne olmuş?
-O mu? Haylaz Çocuk! Hocasıyla saraya girip, çıkarken sadrazamın gönlünü yapıp ona damat olmuş. Şimdi iki de kervanı var. Onun kervanı ne zaman buradan geçse bizim köye hediyeler yollayıp fakir fukarayı sevindirir. İşte öyle azizim nasipten öteye geçilmez.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

“Dert İnsanı Söyletir” / Şeref Akbaba
Yakartop / Nurullah Genç
Edebiyattan Ne Anlıyoruz / Mustafa Özçelik
Duruş / Recep Garip
Sen Söyle Derim / Muhsin İlyas Subaşı
Tümünü Göster