Genelde sanatı, özelde ise edebiyatı nasıl anlıyoruz? Ona nasıl bir misyon yüklüyoruz? Şiir, hikâye, deneme bizim için ne anlama geliyor? Bu tür soruları kalemi eline alan her insan mutlaka kendine sorar ve bulduğu cevaba göre de yazar. Daha doğrusu sormalı ve bulmalı demek gerekiyor. Çünkü öyle bir zamanda yaşıyoruz ki işin disiplini, ahlâkı çoktandır kaybolduğu için edebiyatla ilgili bu ve benzeri temel sorular üzerinde hiç kafa yormadan kalem ele alınıyor ve yazılıyor.
Edebiyatçı da bir insandır. Her şeyden önce edebiyatçının kimliğini ifade eden en temel sözcük bu olduğuna göre biz bir edebî eserde her şeyden önce bir insanın duygu ve düşüncelerini görmek, anlamak isteriz bir okur olarak. Ardından da onun hayata, insanlara, olaylara nasıl baktığını… Çünkü yazar, okurun gözünde farklı bir insandır. Bu farklılık en başta duygusal ve düşünsel zenginlik, farklı algılama ve yorumlamayla ilgilidir. Böylece bir okur, bir şiirde, bir hikâyede sadece yazarının iç dünyasıyla ilgili bilgilere ulaşmanın ötesinde kendi insanlığına katkıda bulunacak bir zenginlik de arar. Sözün doğuşundan bu yana bu hep böyle olagelmiştir. İnsanlar sözle ve sonra da yazıyla, okudukları konusunda konuşanı ve yazanı böyle değerlendirmişlerdir. Doğrusu konuşan ve yazanlar da insanlığın bu beklentilerini boşa çıkarmamış, sözle ve yazıyla bir ufuk açmışlardır okurun önüne… Farklı perspektiflerden göstermişlerdir okurun görmesi gerekeni. Böylece, söz, şifa olmuş, umut olmuş, acıyı hafifletmiş, sevinci çoğaltmış, algıyı zenginleştirmiş ve edebiyat eserleri okura verdikleri estetik hazların dışında bir zihin ve gönül gıdası da olmuşlardır.
Doğulu, Batılı, yerli, yabancı kalem namusu olan her yazarın tavrı böyle olmuştur. Yunus Emre bu anlamda ne kadar önemliyse Meselâ Goethe de o kadar önemlidir. Konfüçyüs’ü Mevlâna’dan ayrı düşünmek mümkün değildir. Şeyh Galip’le Rilke arasında akrabalıklar kurabiliriz. Bu topraklarda Necip Fazıl varsa Pakistan’da da İkbal vardır Meselâ. Mehmet Âkif’le Neruda farklı coğrafyalarda aynı soylu sesi dile getirirler. İnsanlık onuru, tabiat sevgisi, tarih bilinci, özgürlük, zulme karşı çıkış, hayat karşısında izzetli duruş vs… Bunlar, bu tür yazarların biz okurlara kazandırdığı zenginliklerdir.
Bu öylesine bir zenginliktir ki çağlar geçtikçe değeri hiç eksilmez hatta artar. Bu yüzden asırlar önce yaşamış olmalarına rağmen hâlâ hakikati, güzel olanı, insani olanı arayanlar duygu ve fikir zirvelerinde Sadi ile karşılaşırlar, Mevlâna ile buluşurlar. Sokrat onlara da hitapta bulunur. Paskal de öyle… Çünkü insanlığın serüveni hiç değişmez. Düşer, kalkar, yeniden düşer, kalkmak için de bu ellere tutunur.
Bu yüzyıl da şüphesiz bu zirvele rin arasına yeni isimler katacaktır. Meselâ Türkiye için söyleyecek olursak Sezai Karakoç böyle bir çağdaş söz mimarıdır.
Kalemi eline alan kişi, bu durumları görmelidir. Hem kendisi hem de yazıyla ulaşacağı kimselere karşı duyduğu sorumluluk açısından böyle yapmalıdır. Oysa görünen manzara hiç de öyle değildir. Yazılanlara bakıldığında insan hayrete hatta dehşete düşmekten kendini alamıyor. Niteliksizliği sözde edebi tartışmalarla örtmek istiyorlar. Şiirde, ölçü, kafiye, hikâyede olay, kurgu, tipleme vs. gibi sadece yazarların özel meseleleri alanına giren konularla dolduruyorlar dergi sayfalarını… Tabii, bunlar sonuç alınamayacak
tartışmalar olduğu için işin içine çok geçmeden nefsaniyetler giriyor, dayatmalar başlıyor, hakaret ve küçümseme gibi bırakın bir yazara bir insana asla yakışmayan tavırlarla kılıçlar çekiliyor. Kalem savaşları yapılıyor.
Siz, bir okur olarak bu tartışmaları, kavgaları okurken bir yandan da yaşadığınız ülkeye, komşu ülkelere, kısaca dünyaya bakıyorsunuz. Savaşlar sürüyor, açlık, kıtlık, yoksulluk en temel insanlık sorunları… Alkol, uyuşturucu, fuhuş hayatı ve insanlığı kirletmeye devam etmekte… Tabiat tahrip ediliyor. Tüketim çılgınlığı had safhada… Sadece para harcamıyoruz. İnsani olan her şeyimizi tüketiyoruz. Haber bültenlerine dinlemeye, gazeteleri okumaya korkar hale geliyoruz… Öylesine karanlık bir tablo var ki, yeni zaman ediplerinin tartışma konularıyla bu sorunlar arasında bir münasebet kuramıyor ve sonuçta edebiyattan kopuyoruz.
Savaşı, açlığı kısacası insanlığın bu ve benzeri sorunlarını yazarlar mı çözecek gibi bir soru işin bu noktasında hiç de anlamlı değildir. Elbette onlar çözmeyecek. Ama sorunu onlar dile getirecek; sorunun doğurduğu trajediyi onlar anlatacak. Dolayısıyla toplumsal sorunları siyaset anlamında çözecek olanlar, bu işe bir şekilde dâhil olması gerekenler, insanı ama sadece insanı ve onunla ilgili olanı anlatan şiirleri, romanları okuyacak ve bunlardan kazandıkları bakış açısı, algılama yeteneği ve tefekkür imkânlarıyla görevlerini daha farklı yapacaklar.
Örnek mi istiyorsunuz? Uzağa gitmeye gerek yok. Sadece o zor yılların şairi Mehmet Akif’e bakalım yeter. Sözün bir milleti nasıl ayağa kaldırdığının en çarpıcı sonuçlarını onun yazdıklarında görebiliriz. Çünkü Mehmet Akif de ilgilendi bir şair olarak edebiyatın kendine özgü sorunlarıyla. Vezin üzerinde, kafiye üzerinde o da yazdı, tartıştı ama bunlardan daha önce edebiyatın misyonu üzerinde durdu. Onun şunları söylemesi bu tavrın en veciz ifadesi olsa gerektir:
“Şiir için, edebiyat için “süs, “çerez” diyenler var. Karnı tok, sırtı pek milletlere göre bu söz belki doğrudur. Lakin bizim gibi aç, çıplak milletlere süsten, çerezden evvel giyecek, yiyecek lazım. Onun için ne kadar süslü, ne kadar tatlı olursa olsun, libas hizmetini, gıda vazifesini görmeyen edebiyat bize hiçbir şey söylemez.” (8 Mart 1912/Sebilürreşad)
Yaptığımızı işi iyi yapalım. Şairsek şiiri, hikâyeci ise hikâyeyi iyi bilelim. Sanatsal anlamda yetkin kalemler olalım. Bu doğru bir fikir. Buna kimsenin itirazı olamaz ve olmamalıdır. Ama nasıl bir ülkede, dünyada ve çağda yaşıyoruz? Bu bilinci kuşanmadan yazacağımız şeyler en başta bizi tarih önünde, vicdanımızda zelil duruma düşürecek, okura da şifa yerine zehir sunulmuş olacaktır. Unutulmamalıdır ki kalem de yaralar, felç eder, hasta eder hatta öldürür. Kelime dediğimiz şey, bir manada kaptır. Onun içine neyi doldurmuşsak okuyucu, gönül ve zihin dünyasına onu taşıyacaktır. Ziyanda olan insanlar olmadan edebiyatın bu yönü üzerinde de düşünmek ve yazmayı bir “salih amel” olarak idrak etmek gerekiyor.