Onu ilk gördüğümde yalpalayarak çaresizce sağa sola giden kolları ve ayakları değil, o masum, melek gibi yüzü dikkatimi çekmişti. Komşular, “Kim biliyor musun o çocuk?” diye sorduklarında “Yok” demiştim. “Çıkartamadım.” “Hani Cezayirli Melika var ya onun Londra’da okuyan oğlu işte.” Bir rahatsızlığı var galiba, diye soracak oldum sustum sonra. Kendimce kas erimesi teşhisi koydum. Baksanıza elleri ve kolları öylesine incelmişti ki yürürken her biri başka bir tarafa savruluyordu. Soran komşum devam etti. “Çocuğu öldüresiye dövdüler Londra’da. Gencecik yaşta sakat bıraktılar.”
Güneşli bir günün tam orta yerinde yeşilin bin bir tonuyla boyanmış Regent’s Park’ta altın kubbesiyle ışıl ışıl gülümseyen bir cami, Londra Merkez Cami. Araplar, Pakistanlılar, Afganlılar, Afrikalılar, Türkler ve daha pek çok milletten müslüman, “Cuma günü namaz için çağrıldığınızda hemen Allah’ın zikrine koşun.” ayetinin muhatapları, Cuma namazı için buraya akın etmişti. Namaz sonrası oluşan o rengarenk insan seli gerçekten görülmeye değerdi. Bu mübarek günde müslümanlar genellikle kendi geleneksel kıyafetleriyle namaza gelirlerdi. İşte Yasir de o gün cumaya gelirken Arapların ‘sevb’ dediği bembeyaz uzun bir elbise giymişti. İnce, uzun boylu, beyaz tenli bir delikanlıydı Yasir. Hafif dalgalı ve biraz uzunca saçları, kısa sakalı, kara gözleri, uzun kıvrık kirpikleri ve gülünce yüzünde güller açan gamzesiyle o beyaz sevbin içinde çok daha masum bir güzelliğe bürünüyor, görenleri kendine hayran bırakıyordu.
Yasir, İmperial Kolej’de makine mühendisliği okumuş ve şimdi de aynı üniversitede mastır yapıyordu. Cuma çıkışı selamlaşıp ayrıldı arkadaşlarından. Hocalarından Mr. Reward’la randevusu vardı. Parkın hemen karşısından metroya binecek, metro çıkışı da on beş dakika yürümesi gerekecekti. Giydiği elbise koşmasına engel oluyordu; lakin eteklerini hafifçe yukarı çekerek olabildiğince hızlı adımlarla yürümeye başladı. Yürürken, şayet geç kalırsa Mr. Reward’ın onu kesinlikle kabul etmeyeceğini düşünüp biraz canı sıkıldı. Çok dakik bir adamdı hocası. Adımlarını iyice hızlandırdı.
Birden sağ omuzunda müthiş bir acı hissetti. Birine çarpmıştı, özür diledi. Hiç oralı olmadı karşısındaki. Soğuk, donuk, ruhsuz gözlerle Yasir’e baktı. Aynı anda arkasından bir el onu iteklemiş, Yasir yere kapaklanmak üzereyken son anda dengesini korumuştu. Ancak başını çevirdiğinde etrafındaki insanların sayısının arttığını farketti. Tam beş kişi oldular. Halleri hiç hayra alamet değildi. Yasir’in telefonunu istediler, vermedi. Bu arada parkın içerisinde ona yardım edecek birileri var mıdır umuduyla etrafına baktı ama koca parkta kimsecikleri göremedi. Önce yumruklamaya başladılar Yasir’i. Karnına , yüzüne öldüresiye vuruyorlar, onu bir halka içine almış, her bir yumruk darbesinden sonra birbirlerine fırlatıyorlardı. Yasir, karnında hissettiği şiddetli sancılarla iki büklüm olmuşken, bu kez de üzerine çullanıp onu yere yatırdılar. Gözü dönmüş caniler, yanlarında getirdikleri beyzbol sopalarıyla öldürücü darbelerle Yasir’e vuruyor, Yasir’den iniltiden başka bir ses gelmiyordu. Bir süre sonra derin bir sessizliğe büründü Yasir’in bedeni. İnsanlıktan nasibini almamış bu beş serseri onu öldü sanıp çekip gittiler. 0nları gören bir iki kişi sessizce uzaklaştı oradan. Hiç bir şey görmemiş, hiç bir şey duymamış gibi. Yasir, kana bulanmış bembeyaz elbisesiyle yerde vav gibi kıvrılıp yattığında takvimler on bir eylül olaylarının ancak birkaç ay sonrasını göstermekteydi.
Müslümanlar gün geçmiyordu ki yeni bir sözlü ya da fiziksel saldırıya maruz kalmasın. Pek çok batı ülkesinde olduğu gibi İngiltere’de de bunları yapanlar ne tesadüftür ki! bir türlü yakalanamıyor, yakalananlarsa hiç bir ceza almadan serbest bırakılıyorlardı. Akif’in “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” ı artık son dişini de yitirmiş, kabaran öfkesini, her geçen gün şiddetin dozunu artırarak müslümanların üzerine kusuyordu. İşte Yusuf yüzlü Yasir de o kurbanlardan biriydi.
Kabloların, serumların, hortumların, makinelerin, oksijen tüplerinin ortasında öylece uzanıp kaldı Yasir. Öylece, sessizce, her şeyden habersiz. Arkasında gözü yaşlı bir anne, bir baba ve dahi üç kardeş bıraktığını bilmeden. Sara, Haysam ve Eymen. Bu üç kardeş için abilerinin yokluğu demek, annelerinin de yokluğu demekti. Ayrı ülkelerde, aynı acının sancısıyla kıvranıp durdular.
İki yıl boyunca sürekli uyuyan bir çocuğa nasıl annelik yapılır Melika’dan öğrenmiştim. Yaşamın tek bir anında umutsuz olunamayacağını da… Çocuklar ve eşi Cezayir’e dönünce, Yasir’in bütün sorumluluğu Melika’nın omuzlarına binmişti. Melika, Londra’da küçücük bir apartman dairesi kiraladı kendine. Gerçi hiç bir doktor ümit vermedi, kurtulur demedi ama o sabırla ve inançla oğlunun o kara gözlerinin bir gün dünyaya yeniden gülümseyeceği günü bekledi.
St George Hastanesi’nin 406 numaralı odasında, iki yıl süren uykudan sonra gözlerini açtı Yasir. Karşısındaki merhamet dolu kadına korkuyla baktı. Tanımamıştı işte annesini. Babasını, kardeşlerini, arkadaşlarını tanımadığı gibi. Melika, Yasir’den gelecek bir “anne” nidasına öylesine muhtaçtı ki. Oğlunun tedavileri bir yana, bir de öğrenciliği artık düştüğü için Yasir’in vize uzatma işlemleri de iptal edilmişti. Melika zorlu bir hukuk savaşının içerisinde buldu kendini. Bu arada hastane ortamında yapılacak bir şey kalmadığı öne sürülerek Yasir bir bakım evine sevkedilmişti. Melika’nın bu konudaki itirazları fayda vermedi. Aslında gün gibi ortadaydı her şey. Anne-oğul sınır dışı edilmek isteniyordu.
Yasir, her gün karşısında gördüğü bu nur yüzlü kadının elini tutuşunda, gülümseyişinde, hüzünlenişinde, konuşurken ellerini ahenkle kaldırışında zihnini harekete geçiren bir şeyler buldu. Melika, bakım evine her sabah elinde taze çiçeklerle gelir, vazonun suyunu değiştirir, çiçeklerle suyu buluşturduğunda hoş bir rayiha yayılırdı odaya. Cıvıl cıvıl bir sesle oğluyla konuşur, bazen yağmuru, güneşi, çiçeği, börtü böceği; bazen Sara’yı, Haysam’ı, Eymen’i, bazen de çocukluk yıllarına dair hatıralarını anlatır, işte bu anlarda ikisinin de kalbi pıt pıt atardı. Konuşmaktan takati kesilip bittim dediği anlarda da eline Kur’an-ı Kerim’i alıp o yanık sesiyle usul usul okumaya başlar; hem kendisine, hem de Yasir’e şifa saçardı.
Bir kitapta okuduğu satırları sık sık aklına getirir, umudunu kamçılardı. “Şayet bir gün sarsıldığını, korktuğunu, şiddetli bir sıkıntıya düçar olduğunu hissedersen; yürekten inanırsan ve azmini her gün yeniden bilersen; çalışırsan, gayret edersen, yeise kapılmazsan, zaaflarının yanında durmazsan, namazla ve duayla kıyama kalkarsan, vazgeçmezsen, ertelemezsen, göklerin kopmaz, güvenilir kulpuna sımsıkı sarılırsan sürçmezsin, yalpalamaz, düşmezsin. İçinde baş gösteren sarsıntıyı gelecek yardımın müjdesi gibi algılarsın. İşte o zaman daha güçlü, daha kendinden emin olarak yoluna devam edersin.”
Aylardan mayıstı. Londra’nın o yemyeşil parkları, bahçeleri, çiçekleri yeniden uyanmış; ağaçlar tomurcuğa durmuştu. Çiçek açmış dalların o rengarenk cümbüşü Melika’nın tefekkürünü ve dilindeki duasını artırdı. “Kuru dallara can veren ey Rabbim, şu kuru dallar senin izninle can buluyor, senin izninle tomurcuklar patlayıp çiçeğe duruyor, senin izninle o minicik yapraklar kuru gövdeden sürgün veriyor. Sen benim oğlumun kurumuş bedenine de can ver, hayat ver, kuru bir yaprağa dönmüş zihnini yeşert Allah’ım.”
Sabahın ilk ışıklarıyla beraber Melika yine bakım evine gelmiş, pencerenin önündeki vazoya getirdiği çiçekleri yerleştiriyordu. Bir yandan oğluyla konuşuyor, bir yandan yeşillikler içerisindeki bakım evinin bahçesindeki o renk cümbüşüne dönmüş ağaçları seyrediyordu.
Birden yağmur başladı. Tane tane, usul usul gökle yeri buluşturdu o dupduru damlalar. Melika’nın oğulcuğuna arkası dönüktü. Bu yüzden onun dudaklarının bir kelebek kanadı gibi titreyişini göremedi. Uğultuyla karışık boğuk bir ses çıkarışını da duymadı. Sonra bir daha denedi Yasir, bir daha, bir daha… Ta ki dudaklarından cılız, naif, derinden, yıllardır suya hasret toprak gibi hasretle bir “anne” sesi çıkarıncayadek. Melika, seyre daldığı çiçekler dile geldi, bulutlar anne diye ağladı sandı. Kuşlar anne diye ötüyor, toprak anne diye bereket fışkırıyordu. Melika koştu mu Yasir’in yanına yoksa uçtu mu bilinmez. Yasir’in saçlarında, yanaklarında , dudağında elini gezdiriyor, her bir anne sesine mukabil “Elhamdülillah” sesiyle karşılık veriyordu.
Yasir’in tedavisindeki her bir adımda “Artık bundan daha fazlasını beklemeyin,” diyen doktorlara “Rabbimin izniyle neden olmasın?” diyordu bu müşfik anne. Bu arada Melika davadan davaya koşarak oğlu için oturum izni almayı başarmıştı. Yasir’in hafızasının çiçek açmasından bir kaç ay sonra ayak ve ellerindeki kıpırdanışlar doktorların dikkatinden kaçmadı. Bir bebeğin ilk adımını bekleyen anne gibi, Melika da sabırla, ilmek ilmek dokudu gelecek muştu günleri. Yıllarca kuru bir dalda asılı kalan koza, büyümüş, büyümüş; kelebek olacağı an için gün sayıyordu.
Bu kez bakım evinden ciddi bir fizik tedavi merkezine transferi yapıldı. Yasir, annesinin umut dolu gözlerinden ilham alarak sıkıca sarıldı hayata, asla pes etmedi. Elleriyle tutmayı, ayaklarıyla yürümeyi öğrendi yeniden. Eski günlerdeki gibi olmasa da kendi başına yürüyerek taburcu oldu hastaneden. Aradan dört yıl geçmişti ve Yasir’i bu hale getirenler tüm çabalara rağmen! yakalanamıştı.
Melika çoktan soğumuş kahvesinden bir yudum aldı. Gözleri dolu dolu olmuştu. Ağlıyor sanmıştım ama yok, öylece kaldı sadece. Ne kadar da zayıftı. Artık iyice yaşlanmıştı. Tıpkı Yasir’inki gibi uzun kıvrık kirpikleri, kapkara gözleri vardı. Teni bembeyazdı. Elmacık kemikleri zayıflıktan iyice belirginleşmiş, sırtı hafif kamburlaşmıştı. Baktı ki benim fincanım boşalmış, doldurmaya kalktı. “Yok,” dedim, “Tekrar almayayım.” Bu helli Arap kahvesi hurma yiyerek içsem de bana çok acı geliyordu.
Kendimi çok kötü hissediyordum. Bir hikaye çıkarırım umuduyla geldiğim Melika’nın evinden, şimdi ona aynı acıları tekrar tekrar yaşatmanın pişmanlığıyla ayrılıyordum. Müsaade istedim, kalktım. Gelmemesini rica etsem de beni bahçe kapısına kadar uğurladı. Onun frenlediği gözyaşları sağnak sağnak benim gözlerimden akmaya başladı. Yanında ağlamak istemiyordum ama olmadı işte. Bir anne şefkatiyle gözlerimi sildi. “Merak etme, Rabbim hiç kimseye kaldırabileceğinden fazlasını yüklemez,” dedi. O kurumuş, incecik ellerinden öpmek istedim, çekindim sonra. Yalnızca müthiş bir hayranlıkla ve muhabbetle baktım gözlerinin içine.
“Ma’asselame habibeti.”
“Ma’asselame.”