Karanlık ilgisizliğin görmeyi imkânsızlaştırdığını söyleseydim de yanlış olmazdı. Modern insan sadece dış dünyasıyla, sadece göz hizasından ve sadece göz teması kurarak yaşamaya razı olmuş değil, ayrıca bu halinden keyif alıyor gözükmektedir. Ancak içinde, görmeyi imkânsızlaştıran karanlık ilgisizlik vardır. Hayattan aldığı zevk, bu ilgisizliğin büyümesiyle orantılıdır. Varlığını ilgisizliğine kurban etmiştir. İlgisizlik içinde ağır bir karanlık büyütmektedir. Serin bir aydınlığın iç huzuru için sözü aydınlatmalı, açmalı, sözü ağartmalıdır. Söz de bizim ufkumuzu, sabahlarımızı, günlerimizi ağartmalıdır. Aklımız, duygumuz, düşüncemiz sözle ağarmalıdır. Sözü tutmalı, söze tutunmalı, söze tutulmalıdır.
Görme ve duyma, zihni besleyen iki önemli veri aracıdır. Gözle görsel olan, sözle sözel olan arasında birbirini tamamlayan yapısal bütünlüğün olduğu doğrudur. Ancak zihin yöneldiği ilgi tarzı ve düzeyine uygun olarak bu iki aracı kullanır. Birini diğerinden daha çok kullanmamız hayata, varlığa verdiğimiz önemin mahiyeti, biçimi ile doğrudan ilgilidir. Hakikate, hakikatin derin hikmetlerine ilgi duyan, varlığın ve varlığının anlamını bu ilgilerden uzak düşünemeyen zihin, elbette söze önem ve öncelik verecektir. Çünkü söz, varlığın en dolaysız ifade biçimidir. Sözle ilgili olan, söze önem veren, söze dayanan, sözle yaşayan, sözü yaşatan insan, ontolojik olgunluğa erişmiştir; görünüre ve görünüşe takılıp kalmaz. Anlama önem veren duymaya, işitmeye dolayısıyla düşünmeye önem verir. Buna örnek olabilecek en ince hassasiyeti görme engelli insanlarda buluruz. Dinleyip konuşarak sözle var olmak mecburiyetinde olan bu insanlar belki uç bir örnek olacak, ancak benlik ve kişilikleri üzerinden yapılacak çözümlemelerin köklü tematik karşılıkları olacaktır.
Kör veya ama diye tabir ettiğimiz engelli insanların görememekten kaynaklanan mahrumiyetleri, tüm aktif bağlantı ve fonksiyonlarıyla işitme yeteneğinin güç kazanmasıyla giderilir. Bu insanlarda kulak daha hassaslaşır. İşitme, anlama, kavrama, değerlendirme hızı artar. Görsel çevrenin karanlığına ters olarak zihin aydınlanır. Her bir ses, her bir kelime, cümle zihinde daha sağlam tutulur ve yerleşir.
Görmemenin veya az görmenin dezavantajı, işitme ile kapatılacağından duyma tarzı, hızı ve muhtevası bakımından yüksek bir kapasiteye ulaşır, ulaşacaktır. Görmeyen insan dünya ve varlıkla ilişkisini sözle, sözel olanla kurmak zorunda olduğu için insan zihni hafızanın sürekli canlı, diri kalan desteğiyle daha fazla aktifleşir. Var olma coşkusunun kendiliğinden denediği zorunlu seçenek olarak böyledir. Anlama ve kavrama gücü fazlalaşır. Bu hali insanlarla birlikte olmaya, onlarla konuşup anlaşmaya engel olmadığı gibi, bilme ve anlama yüksekliğinin gerektiği durumlarda daha saygın bir konum sahibi bile olabilir.
Kör için her zaman söz ve sözün anlamı öndedir. Anlam diye bir derdi olmayan insan, göze, görünüşe, gösterişe önem verir. Hele bu kişi görüyor fakat işitmiyorsa, yani sağırsa ortaya çok anormal bir durum çıkar.
Körlük ve sağırlık, insanın zihni yöneliş ve yoğunlaşmasının iki zıt uçları olarak açıklanabilir. Görmek, sağırların hayatla, varlıkla tek bağlantı noktasıdır. Her şey, tüm gerçekler görünenden ibarettir, göründüğü kadardır. Zihin görünenin ötesini berisini merak etmez. Aslında zihin hiçbir şeyi merak etmez. Bir anlamda algı kanalları hakikate kapalı olarak, bakar kör gibi yaşar. Hayatın maddi zevklerini, doygunluğunu yaşamayı ruhlarının enerjisini sömürerek, semirerek gezindirdikleri bedenlerinin en büyük anlamı, amacı, uğraşı sayarlar.
O nedenle işitsel olanla ilmi veya edebi olan arasında dolaysız bir ilişki olduğu gibi görsel olanla cehalet (ve bağnazlık) arasında dolaysız ilişki vardır. Kendi gözlemlerinize dayanarak bile bildiğiniz körler ve sağırlar arasında bir mukayese yapabilirsiniz. Görmeyenler, özellikle de doğuştan görmeyenler arasında birçok hafız yetişmiştir. Çocuk yaşlarda Kur’an’ı baştan sona ve tüm tecvit kaidelerine uygun olarak ezberlemişlerdir. Bu kişiler arasında gerçek anlamda ilim adamları, sanatçılar görürsünüz. Ama sağırlar öyle mi ya? Ben kendi payıma işitme engelli, özellikle de doğuştan işitme engelli olan ne bir hafız hatta neredeyse normal bir insan bile görmedim, göremedim desem yalan olmaz.
Benzer düşünceleri tartıştığımız bir vakit dostlardan biri büyük müzik dehası Beethoven’ın sağır olduğunu nasıl açıklayacağımızı sormuştu. Evvela ünlü müzisyenin sağır olduğu doğru değildir veya eksik doğrudur. Beethoven yirmili yaşların sonuna yani otuzlu yaşlara doğru işitme kaybı yaşamıştır. O zamana kadar sesleri en büyüleyici özellikleri ile ve notalarla yaşayan dehamız, işitemez olduktan sonra asıl düşlerinde ve özlemlerinde olan seslerin akışına kapılarak onları bestelemiş, bir anlamda zaten soyuta yatkın karakterleri olan sesleri tekrar soyutlayarak sanatının zirvesine çıkmıştır. Belki de sağırlık müzisyen için bir imkân olmuştur. Sesi tozlu, kirli gürültüsünden ayıklama, sade ve yalın sese ulaşma imkânı. Tabir caizse sonradan sağır olması, onun ruhunu bir sanatçı için çoğu durumlarda gereksiz olan dış seslere bir anlamda gürültüye kapatmış, iç sesine, sesin içine yönelen bir yolculuğa yöneltmiştir.
Bu yolla o içinde duyduğu sesleri süzdükçe süzmüş, arıttıkça arıtmış ve bunun sonucu olarak kusursuz, pürüzsüz bir akışa ulaşmıştır. Bir anlamda Cemil Meriç için söylenene benzer şekilde, Beethoven’ın kulağı dış dünyaya kapanınca can kulağı iç evrene, ruhun derinliğine, metafiziğe, öteye açılmış, bu yolla eşsiz sanatsal sıçrayışını yapması daha mümkün olmuştur.
Şahsen tanış olduğum sağır ve dilsizlerin çoğu içe kapalı, dışarıyla ilgisiz, ilgili olduklarında da tuhaf tuhaf hareketler yapan, zekâ düzeyleri son derece sınırlı insanlardı. Zekânın ve zihin dünyasının sadece görmeye dayalı olarak inşa edilemeyeceğini bu gözlemlerim sonrasına neredeyse çocuk yaşlarda fark ettim. Bu fark edişle doğrudan bağlantılı olması sebebiyle Pozitivizmin evvelâ varlığın hakikatine ve insanın fıtratına uygun olmadığını anladım. Ve elbette işitmenin, buna bağlı olarak duymanın ve konuşmanın akıl ve anlamayla daha doğrudan orantılı ve ilişkili olduğunu.
Bugün çok rahat ve kesin olarak kıvrak zekânın, çevik anlayışın, düşünmenin önünü açmak istiyorsanız söze, işitsel ve duyusal olana daha fazla önem vermelisiniz diyebilirim. Bu bağlamda ezber çalışmaları zihnin, zekânın, hafızanın en etkili ilacıdır. Hafızaya yerleşen her bir söz, düşünülen, hatırlanan, söylenen her durumda zihni açar, genişletir, hızlandırır.
Söz karşısında samimi tutumuyla zihin ne kadar atılım yeteneği kazanırsa görüntü karşısında da o kadar atıl kalır. Her bir görüntü atıl zihin ve zekâyı aşındırdıkça aşındırır, ufaladıkça ufalar. En son da kendini tüketir. Görüntüyü de aşan nesnelerin veya şeylerin anlam ve hikmetini tefekkür eden zihnin atılım ve açılım kapasitesiyle, anlama yeteneği görsel sınırlamanın ötesini merak etmeyen, giderek merak etme gereği de duymayan zihnin işe yaramazlığı mukayese bile edilemez.
Kendini unutacak ölçüde varlığını ihmal eden ilgisizlik, pozitivist kayıtsızlığını ve sorumsuzluğunu fikrî rahatlık sanmıştır, sanmaya devam ediyor. Gördüğü kadar olan, gördüğü kadar anlayan düzeysizlik, kendisi için yük kabul ettiği ruhu, anlam ve amaçtan yoksun bırakarak körleştirmiş, sağırlaştırmıştır. Kör ve sağır olarak ruhun duyarsızlaşması, insanın içine düştüğü varoluşsal sefaletin en perişan göstergesidir. Kendine varlık alanı açma çabasındaki pozitivizm o nedenle görüntüyü cehaletine dayanak kılmıştır.
Varlık görülen kadardır. İnsanın sağır ruhuyla ne kadar gördüğü, nasıl gördüğü de ayrı bir mesele. İçine karanlık çökmüş olanlar maalesef dışındaki aydınlığı göremiyor. Aklı, ruhu karanlık içinde olanlar kendi varlıklarına gizlenmiş hakikatin aydınlığını bile göremeyebiliyor. Çünkü insanın ilgi, duyarlık, yoğunluk ve yönelişine göre görme biçimleri değişir, değişiyor. Esasen bir yönüyle insan nesneler dünyasına bakarken zihninde olan değerleri, o değerlerin yansımasını görür. O nedenle bir şeye bakılsa da herkesin o bir şeyde gördüğü, görmek istediği farklıdır. Görse de anladığı inandığı farklıdır.
Görülenler kiminin imanını, kiminin inkârını artırır. Görünürle iktifa etmek varlığın nesnel sınırlarını geçememektir. Zihni görünenle sınırlamak insani bir meziyet değildir. İnkâr nesnel sınırı geçemeyen zihnin düzeysiz inadının tezahürüdür.
İman, içimize kodlanmış hakikati de kapsayan âleme, gizli aşkınlığa teslim olma yüceliğidir. Sathi bakan derin göremez, derinliği göremez. Derin bakansa orada gizli hakikatlere muttali olur. Sanki görünür olanın ötesini merak etmeyen merak etme gereği de duymayan, aslında buna yetecek gücü kendinde bulamayan zihinsel düzeysizliğin tersine, fiziki gözleri kapalı olanların iç bakışları son derece geniş ve derinliklidir. Necip Fazıl’ın Cemil Meriç için ‘Allah’ın, iç gözü daha iyi görsün diye dış gözünü kapattığı sahici münevver’ şeklindeki tanıtımı, bütün anlatmak istediğimizi özetler niteliktedir. Biz buna kalp gözü deriz. Niçin akıl gözü, vicdan veya ruh gözü değil de kalp gözü? Kalp varlığımızın canlılık merkezidir.
Kalp anlama ve anlamlandırma merkezi olarak değişimin, dönüşümün başlatıcısıdır. Yani kalp anlamanın, inanmanın, ahlâkın, dayanmanın, direnmenin, sevmenin, düşünmenin merkezidir. Bir şey daha var bütün bu faaliyetler içsel yetenekler olarak birbirlerini destekleyerek kalpte aynı anda cereyan eder. Dolayısıyla kalp gözünün açık olması varlık cevherinin canlı, benliğin anlamaya, değişmeye açık olması demektir.
Kalp gözü açık olarak düşünenler nesnel sınırların dar açılarından kurtulmuş olarak daha bütüncül ve sahih düşünürler. Kalp gözü körelmiş olanlar hiçbir şeyi, hususen de gerçeği göremezler. Gerçeği görme kabiliyetlerini yitirdikleri için kalpleri körelmiştir. Kâfirlik kalbin körelmesidir. Varlıklarına sorumluluk yükleyecek her şeyi reddederler. Bu kesin ve kesif bir gaflet halidir. Gerçeği görmeyi imkânsızlaştıran gaflet insanın kalbinden, ruhundan yani kendinden habersiz, kendisine ilgisiz yaşaması sebebiyledir.
Onlar bakar, görür ve inkâr ederler. Birileri de görmeseler bile, işitirler, duyarlar, dinlerler ve ‘inandık’ derler. ‘İşittik ve hemen iman ettik’ (Âli İmrân: 193) ‘Müminlerin sözü, ‘işittik, itaat ettik’ demeleridir’ (Nur:51) Bu iki farklı zıt yaklaşım müminlerle kâfirlerin bariz ahlâk ve yöntem farkıdır. Kâfirler inanmak için hep görmek istemişlerdir. Onların, inanmaları için mucize görme arzu ve talepleri sahtedir, samimi değildir; yalandır, çarpıktır.
Neye inanacaklar? Öteye, sonsuzluğa, sonsuzluğun sahibine. İyi ama buradan ve dokunduğundan başka gerçekliği olmayan sathilik, yüce bir kudreti hem anlayamaz hem de cahil şımarıklığı ile inadını yani inkârını sürdürür. Görünce inanıp inanmayacakları meçhuldür, belki meçhul bile değildir. Onların düşünerek, derinliğine vakıf olarak anlayacakları veya bütünleşecekleri, daha doğrusu kapalı kalplerinin kilidini açacak bir mucize yoktur. Orası hiçbir ışığın aydınlatamayacağı ölçüde kapalı, kilitlidir.
Hiçbir görüntü onlara hakikatin perdesini aralayamaz. Çünkü zihinleri kapalı ve karanlıktır. En açık, en aydınlık olana baksalar bile orada ruhlarını öldüren zifir zindanı görürler, göreceklerdir. İnkâr en koyu karanlığın ta kendisidir. Ve inkâr karanlıklar büyütür, karanlıklarla büyür. O nedenle tam anlamıyla kaba materyalist tutum demek olan inkâr, ilahî mesaj ve davet karşısında akıllarını acz içinde bırakacak bir mucize görmek istemiştir.
Oysa derin bile değil, samimi düşünseler, basit, bayağı sahtelikle nefislerin zebunu olmasalar, içlerinde ve dışlarında her şeyin ayet, işaret olduğunu görecekler. Boşlukta ve yörüngesinden bir santim bile şaşmayan dünya, keşfedebildiğimiz tüm boyutlarıyla kozmostaki düzenden aldığımız nefese kadar her yerde her şeyde muazzam ve ancak ilahi kudretle açıklanacak mucizeler vardır.
Onlar ne içlerindeki, ne dışlarındaki hakikati görebilirler. Aslında onların görme, anlama, fark etme özellikleri körelmiştir. Gerçek kör ve sağır olanlar onlardır. Çünkü gerçek körlük ruhun zindan içinde kalmasıdır. Her şeye o zindanla bakanlar her şeyde kendi zindanlarını görürler. O nedenle iç dünyaları aydınlık olanlar, dünya gözleri kapalı bile olsa hakikati görür, düşünür, zikreder, hissederler. Dünya gözleri kapalı ama kalp ve gönül gözleri açıktır. Asıl önemli olan da budur. Çoğu durumda da dışa bakan gözleri kapalı olduğundan iç görüleri fazla hassastır. İnsanı sözün hakikatine, hakikatin sözüne götürecek yollar onların dünyasında daha açıktır. Evvela zihinleri açıktır. İlginçtir gündelik hayatta gördüğümüz, görmek zorunda kaldığımız çoğu şey zihin dünyamızı ıvır zıvırla doldurmaktadır. Zihnimiz nesnel anıların, motiflerin, obje ve çağrışımların hurdalığı veya çöplüğü haline gelmektedir.
Benzer bir yaklaşım ses ve söz için de söylenebilir belki ancak söze ve işitsel olana odaklanmış dimağ, seçmede ve süzmede daha hassaslaşır. İşitsel olanla düşünsel olan arasında var olduğu aşikâr olan doğrudan bağlantılı kendiliğinden işleyiş, öncelikli hassasiyetlere uygun olarak duyduklarını tertip eder, düzenler, değerlendirir. Ezberleme ve unutma bu değerlendirmenin önem sırasına göre bir işlemle ortaya çıkar. Varlığımızla ve hakikatle ilişkili olanı unutmaz, ezberleriz. Bununla kalmaz her daim hatırlayarak yani zikrederek tefekkür eder, anlamı çoğaltırız.
Hayatla, varlıkla bağlantımız işitmeye dayalı ise iman üzere, imana yakın bir alanda veya fıtrata uygun yaşıyoruz demektir. Çünkü ‘bize bir mucize göster’ tavrı ne ölçüde inkâra yakın bir ruh durumunu ifade ederse, işittik iman ettik tavrı da o ölçüde inanca dönük bir ahlâkî tutumu ifade eder. Birinci tipler hakikati görme melekelerini yitirmiş gibidir. Sağır ruhları inatla kilitlendiği için baksalar da göremezler.
Görseler de anlayamazlar. Müminlerin ise inanmaları için görmeleri gerekmez. Görüntü çoğu zaman aldatıcıdır, hakikati gizler veya insan görüntüyü aşarak öze vakıf olamaz. Müminler zaten görmediklerine inanırlar. İnanmış oldukları için hayatı, hakikati görürler.