Yazı, Kitap, Okuma Dolayımında Sözün Serüveni

Yazının icadı ve yaygın kullanımının kültüre ve kültür hayatına etkisi hangi istikamette nasıl olmuştur? Yazıyla birlikte düşünme ve iletişim alışkanlığının hatta kimi fıtri istidatlarımızın değiştiği doğru mudur; doğruysa değişimin mahiyeti nedir? Sözlü aşamada yazı, kitap, okumak, yazmak gibi kelimeler var mıydı, varsa nasıl kullanılıyordu? İnsanın söz ve anlamla olan ilişkisi bu serüven içinde nasıl bir seyir izledi?

Söz, yazı, iletişim imkân ve teknolojilerinin çeşitlenerek yaygınlaştığı günümüzde, zihnimize yer eden kimi kabullerin, hakikatin reel mahiyetini anlamamızı zorlaştırdığı açıktır. Sözün insan ve kültür süreçleri içinde yeni tarz ve tekniklerini bilmek, gerçeğin olgusal kavranışında önemlidir. Konu iç içe geçmiş olgular ve gerçekler sebebiyle, farklı yönlere zihni gidiş gelişlere açıktır. Ayrıca günümüzde hemen herkesin zihni işleyişine egemen olan genel kabuller ve indirgemeci yaklaşım, tartışma alanını daraltmaktadır. Darlık ve daralma daha çok ve evvela zihin dünyasındadır. Kestirmeden indirgemecilik veya kestirmeci indirgemecilik büyük oranda bir huy olarak derin, geniş kavrayışın sorumluluğunu üslenmekten kaçınmaktadır. Bu tutum dar bakışın keyifli rahatından taviz vermeme eğiliminden kaynaklanıyor gözükmektedir. Artık küçülmüş, daralmış insan dimağı bu geniş bu büyük konuyu kavrama beceri ve kudretini yitirmiş gibidir. Bu meseleleri konuştuğumuz ortamlarda hep ‘Söyle, yazıdan mı, konuşmadan mı yanasın?’ diye sorulur. Hemen cevap vereyim: İlla birinden yana diğerine karşı mı olmamız gerekir? Bilmeyen, bu tür sorunun araştırmacı bir dimağın haklı tecessüsü sanır. Oysa bunlar nesnel hayatın, zihni çeşitliliğe tahammülsüz indirgemeci sıkıştırmalarının manasız yansımalarıdır. Manasızlık şu tarafta olsa ne olur, bu tarafta olsa ne olur? Anlamsızlık bulunduğu tarafa değer kaybettirir. Bu yapının etkisindeki zihne hoş görünmek için bir kaygımız zaten olmadı. Tek amacımız tarihsel realiteler üzerinden hakikate biraz daha yaklaşmak.

Bunun için girift, kıvrımlı yollardan geçtiğimiz, geçeceğimiz dorudur. Başka bir doğru da, önce olanı, olduğu gibi görmektir. Bunu deniyorum, denemeye çalışıyorum.

1.

Devlet organizasyonuyla bağlantılı olarak gittikçe yoğun, karmaşık hal alan toplumsal gelişmeler, oluşan kurumsal hafızayı titiz bir kayıt sistemi ile saklamayı zorunlu kılmıştır. Siyasal egemenliğin eğitimden ekonomiye hayatın her alanında denetim sağlayarak genişlemesiyle birlikte yazı yaygınlaştı; giderek bir güce dönüştü. Devrin devlet adamları ve devlet sırlarına vakıf insanları tarafından kullanılması, yazının kullanım alanını, biçim ve formlarını değiştirdi.(1) Yazı, hayatın, özellikle de eğitim ve ilim hayatının vazgeçilmez unsuru oldu. Bugün yazmanın ve okumanın olmadığı, olmayacağı bir hayatı düşünemiyoruz.

Yazı ilkin devlet ve toplum ilişkilerinin zorunlu iletişim ve saklama aracı olarak kullanıldı. Yazmak, ‘kayda geçirmek, güvenceye almak, belgelemek, kontrol etmek, hâkim olmak, düzenlemek ve kodlamak’ anlamlarına gelir. Yazı ilk planda, Foucault’nun ifadesiyle, ‘iktidarın yönlendirme aracı’ ile emir iletme organıdır. Yazılı olan her şey aynı zamanda kesin bağlayıcılığa sahiptir.(2)

Kitap yazıyla doğrudan ilişkilidir; yazılı olan veya yazılmış demektir. Şimdilik yazının işaret dizgelerinden oluşan nesnel bir metin olan son karşılığını düşünmeyelim. Niçin? Bildiğimiz anlamda yazılı kültüre sonradan geçildi de onun için. Yazının, bildiğimiz karşılığıyla kitapta yer alması, kitapla birlikte anılması sözlü kültürden sonradır. Her dilde değişen söyleyişleriyle ‘Yazı ve kitap’ sözlü kültür aşamasında da kullanılan kelimelerdi. Yeni araç ve teknoloji olarak yazı ve kitabı ifa de edecek en uygun kelimeler uyar lanarak yeni anlamlar kazandılar. Kelimelerin yeni semantikleri eski kullanımından ilgisiz değildi ama artık yeni içerikleriyle bambaşka anlamlar yüklendi. Öyle ki artık yazı ve kitap denildiğinde aklımıza birbiriyle bağlantılı kullandığımız bu son anlamlar gelmektedir. Kitap yazıdan, yazı kitaptan ayrı düşünülemez. Ama dün böyle değildi. O zaman böyle olmayan gerçek neydi?

Kitap, yazıya aktarılan bilgiyi muhafaza eden nesne demektir. Zaten yazıya geçirilecek öneme haiz bilgiler, saklanma zaruret ve derecesine bağlı olarak kalıcı olması gereken bilgilerdir. Burada ‘kalıcılık’ çok önemlidir. Kalıcı olan saklanır, saklanan kalıcı olur? Yazı, semboller dizgesi ile oluşturulan bir teknoloji veya araç olmasından evvel tam da budur: Değiştirilmez ve kalıcı olması gereken hükümler, söz ve hakikatler. Neyin kalıcı olup olmaması gerektiğine dair bilgi ve kararlar, bu amaçla ihtiyaç duyulan yazının biçim ve mahiyetini belirleyen ana hususlar olmaktadır. Kalıcı olması gereken neyse yazılması gereken de odur. Bunun değişen zaman, mekân ve nesillerle birlikte değişmeyen, değişmemesi istenen dini veya dine benzer hakikatle ilgili olduğu veya olacağı açıktır. Kur’an’da Allah’ın uymak, uygulamak mecburiye tinde olduğumuz şeriat ve hükümlerini ifade eden kelimelerden biri de ‘yazı’dır. (Maide:45, A’raf:145) Meselâ Maide Suresinin 45. Ayetindeki kullanım bu anlamdadır: “Ve ketebnâ aleyhim” (Ve onların üzerine yazdık: Onlara emrettik, onlar için hüküm koyduk)

Yazı başta Türkler olmak üzere bildiğimiz kaligrafik anlamından önce ifade etmeye çalıştığımız anlamıyla kullanılmıştır. Kültür tarihinde de yazı, kendi hakikatine uygun olarak evvela tanrısal metinler ve belki onunla ilişkili olarak siyasi yasalar, hukuki veya ticari metinler için kullanılmıştır. Özellikle ilahi dinler yazıya uzak durmamış hatta yaygınlaşmasında en önemli unsur olmuştur.

Allah kalemi yaratmış, yazmayı öğretmiştir. Yazıyı ve yazı sanatını ilk icat edip kalemi ilk kullanan ve yazıyı ilk yazan kişinin ismi ‘ders’ kökünden gelen İdris Peygamber olduğu ileri sürülmüştür (3) “Yüce Allah ona otuz sahife indirmişti” buyrulmuştur.”(4) “Dinlerin yazılı kültürü kullanmaları, onlara kalıcılık ve yaygınlaşma olanağı tanımıştır.”(5) Hatta dinler yazıyı tam da bu maksatla yani Tanrının sözlerini veya kutsal dini metinleri değiştirilmeye kapalı olarak olabildiğince yaygınlaştırmak için kullanmışlardır.

Yazı, değiştirilmemesi ve kalıcı olması gereken dini metinleri saklamanın en uygun aracıydı. Bu araçla mesaj ve öğretiler farklı coğrafyalardaki cemaatlere ulaştırılabilmiştir. Yani yazı, korumayı ve saklamayı kolaylaştırması yanında aktarım ve iletişim aracı olma özelliği ile de kullanılmıştır.

Tam da bu nedenle yazı, dini faaliyetler yoluyla yaygınlaşmıştır. Bütün dinler yazıya önem vermiştir. Meselâ “İbranî geleneğinde dört büyük akımdan biri olan ‘Yazıcılar’ daha çok kutsal sayılan yazıları yazmak ve korumakla uğraşırdı. Bir anlamda yazılı kültürün taşıyıcıları, başka bir deyişle tarihçiydiler.”(6)

2.

İlk yazılar taş yüzey, kil tablet veya tahta levhaya yazılmıştır. Bunlara kitabe ve tablet diyoruz.

İlk yazılı kayıtlar, dolayısıyla ilk kitaplar bu örneklerdir. Kitabe daha çok şehrin veya binaların giriş kapılarına önemli yasaları, uyarıları duyurmak veya kayıt altına almak için kullanılırdı. Ayrıca kil veya tahta levhalara yazılmış kitapların muhafaza edildiği odalar sarayların en önemli
bölümü olmuştur. Yapılan kazılarda bulunan Sümer, Asur ve Akad uygarlıklarına ait kitabe ve tabletler, sadece yazının tarihini değil dönemlerinin dinî, siyasi, ticarî ilişkilerini de aydınlatan önemli belgelerdir. Bu tabletler aracılığıyla dönemin uygarlıklarına özellikle ticaret başta olmak üzere milletler arası münasebetlerin mahiyetine vakıf oluruz.

M.Ö. 8. Yüzyılda doğan demotik şeklinden sonra yazı daha hızlı yazıldı. Ancak ünlü Rosetta Taşında görüldüğü gibi yaygın kullanımı için Ptolemaioslar ve Roma döneminin gelmesi beklenecektir.(7) Yine de günümüzde bildiğimiz haliyle bir kültürlenme ve bilgilenme aracı olarak kitaptan söz etmek belki sınırlı örnekleriyle ancak mümkün olabilir. M.Ö. 7. Yüzyıla kadar tablet, kodeks veya rulo şeklindeki ilk/el biçimleri ile bile olsa (Hangi konuda olursa olsun) kitap veya kitabi bilgiler, yok denecek kadar azdır. Buna mukabil sözlü sanat ve kültür eserleri bakımından şiirler, oldukça fazlaydı. Yazıya geçmeyen ve hafızada tutulan bu şiirlerin müzik eşliğinde belli bir ritim ve ölçü düzeni ile söyleniyor olması da işin doğasına uygun önemiyle ilginçtir.(8) Bununla birlikte ‘yazı, kitap, kelime, okuma’ gibi kelimeler, günümüzdeki karşılıklarını bulmadan önce gündelik hayatta farklı yakın anlamlarda kullanılmıştır. Yazının yaygınlaşması ile birlikte onunla bağlantılı kelimelerin günlük kullanım anlamları genişledi. Mesela yazı bir anlamın veya nesnenin karşılığı olan işaret ve ifade olarak günlük dilde zaten kullanılıyordu. Türkçede felsefi içeriğinden şarkılar türküler de dâhil gündelik kullanıma kadar bu ayrı anlamların çok yerinde kullanımları hâlâ gözlenir.

Türk dilindeki veya kültüründeki yazı, bildiğimiz kaligrafik ve gösterge anlamını da içerecek tarzda ama belki daha geniş anlamlarıyla kullanılıyordu. Mesela insanımız ‘yazı’ deyince toprağı, tarlayı, araziyi anlıyordu. Bugün bile kırsal alanlarda ‘yazıya çıkmak’ tarlaya gitmek olarak kullanılır. “Doğanın da yazısı vardır. Doğa kışın kara, baharları yeşile, yazları sarıya, sonbaharları gazele keser, tozlanır, savrulur. Halk buna ‘yazının yüzü’ der. Türküsü de vardır; “El yazıya, el yazıya/ Duman çökmüş çöl yazıya” diye.(9) Taşıdığı tema ile canlılığı sürmekte olan bu kültürel motif veya kullanımın sadece bize ait olduğunu söylemek de doğru olmaz.

Sözlü ve doğal olarak toprağa bağlı geçmişi olan her toplumda benzer örtüştürmeler görülür. Meselâ “bugünkü Fransızcada ‘kâğıt’ anlamına gelen ‘page’ kelimesi, eskiden ‘tarla’ anlamına gelmekteydi. Ve güneşin gölgesi tarla üzerine düştüğünde tarlanın üzerinde okunacak işaretler bırakıyordu. Güneş saatinin kadranı da yine aynı işlevi görmekte değil mi?”(10) Sonra ‘alın yazısı’ veya mevsim olarak da bildiğimiz ‘yaz’ hep yazıyla alakalıdır. ‘Yazık’ derken benzer espri vardır. Muhteşem bir başarıyı anlatmak için ‘Destan yazdık’ deriz. Sonra kadınlarımızın başörtüsü olarak kullanılan ‘yazma’larımız vardır.

“Oyalı yazma” ne demek? Bir yer adı olan ‘Akyazı’daki ‘yazı’ nedir? Mevsimin adı olan ‘yaz’ ile Hititlerin üzerine kabartmalar çıkardıkları büyük kayalara bugün ‘Yazılı Kaya’ diyoruz; bu ne olacak? Dahası var: ‘Ali Şapkanın üzerine otura yazdı’, yani Ali şapkanın üze rine çıkıyor, oturuyor ve (mektup) yazıyor’ öyle mi? Tabii ki, değil, ya ne?”(11) Değerli dil araştırmacısı Şinasi Tekin’in sıraladığı örneklerde olduğu gibi bütün bu ve benzeri kelimelerdeki yazı, kullanım yerlerine göre ‘yapmak, genişlemek, hüküm, ifade, işaret’ anlamlarına gelir.

Anlamlı işaret dizgesi anlamında yazının Türklerde ve diğer Asyatik kavimlerde fazla kullanılmamış olması, temelde göçebe hayat tarzı ile açıklanmalıdır. Mesken tutmak anlamında bir yerde kalıcı olmayan kavimler, kalıcı olana yönelmezler. Göçer özellikli toplumlar genellikle taşınabilir ürünler üretmiş, geliştirmişlerdir.(12) O nedenle Türklerin çok eskilere giden yazılı kaynaklarının fazla olmayışında şaşılacak bir durum olmaz.(13) Bozkırdaki göçebe hayatın şartları, pratik hayatta zaten fazla ihtiyaç duyulmayan okuma yazmanın yaygınlaşmasına imkân vermemiştir. Ancak cemiyetin belli sınırlı kesi mine inhisar etmiş okuryazarlığın, değişen siyasi otoriteyle birlikte format değiştirdiği olmuştur. Okurya zar kesim ya doğrudan doğruya idare eden sınıfın kendisidir veya bu sınıfa yakın çevrelerdir.

Bu realite ile birlikte ortaya çıkan sonuç olarak “bozkırda her zaman gördüğümüz ve sık sık tekrar eden siyasî ve askeri dalgalanmalar neticesinde idare eden sınıf iktidardan uzaklaştırılınca, bu sınıfın ayakta tuttuğu yazı tekniği ve ona dayalı yazı dili de tarihe karışır.”(14) Formel değişikliğe uğrasa bile yazının egemenlerin ve egemen bilginin şifresi olma özelliği sürmüştür.

Denebilir ki, modern zamanların başlangıcına kadar okuryazarlık hemen her toplumda belli sınıfların öğrenme imkânı bulduğu bir faaliyettir. Örneğin, “Ortaçağın son dönemi ve Rönesans’ın Hıristiyan toplumlarında, okuryazarlık kilise dışında yalnızca soyluları, on üçüncü yüzyıldan sonra da burjuvazinin üst tabakasını kapsayan bir ayrıcalıktı.”(15)

Ayrıcalığın siyasi veya maddi iktidar sahipleri tarafından kullanılması tesadüf değildir. “Erken modern dönem Avrupa’sı (özellikle erkekler, kentliler ve Protestanlar olmak üzere) küçük bir azınlığın okuyabildiği ve okuyabilenlerin de çok azının yazabildiği sınırlı bir okuryazar toplumuydu.”(16) Fransa’da “Klasik yazı kesinlikle bir sınıf yazısıydı.

17. Yüzyılda, iktidarın hemen çevresinde yer alan bir topluluk içinde doğdu, bu burjuva yazısı, inaksal kurallarla oluşturuldu../.. İlk siyasal utkuların alışılmış alaycılığıyla, küçük bir ayrıcalıklı sınıfın dili olarak verildi: 1647 yılında, Vaugelas Klasik yazıyı yasal değil, olgusal bir durum olarak salık verir.”(17)

Göçer toplum olarak Türkler ilk defa Çin’de kaligrafiyi ve bunların işlevini görünce isabetli bir adlandırmayla buna yazı demişler, bazen de özellikle fırça ile yazmak anlamında ‘bitti’ kelimesini kullanmışlardır.(18) Çin’de yazıdan önce aynı işlevi yerine getirmek üzere düğümlerin kullanıldığı bilinmektedir. Sicimlerin ve düğümlerin çeşit ve biçimi, birbirine yakınlık ve uzaklıkları, kat ve yoğunlukları ayrı ayrı anlamlar içeriyordu.

(Kur’anda Felak Suresinde şerlerinden sığınılan ‘düğümlere üfleyenler’ denirken, bu kültürle ilişkili ezoterik içerikli büyücülüğe işaret ediliyor olduğunu düşünüyoruz.) Düğümlerden okunan ve düğümlere okunan anlamların özellikle bilmeyenlerin psikolojileri üzerindeki tesiri, beşeri bir zafiyetin sonucu olmalıdır. Tarihin her döneminde ve hemen her toplumda zayıf insan benlikleri üzerinde bi linmeyenlerin etkisi olmuştur, oluşturulmuştur. Bilinmez lik çoğu zaman kurnazca kontrol edilen bir cazibeye veya korku sebebine dönüştürülmüştür. Zayıf benlikler bu dönüşümün tüm telkinlere açık psikolojik alanı olur. Başta en bilinen muska yazma veya muska takma örneğinde olduğu gibi Anadolu’da da yazı ve insan arasında başka boyutta böyle büyülü bir ilişki çokça görülür. Kızılderililerde de benzer uygulamalara rastlanır. Yalnızca kâhin (yossakidler) ve rahiplerin (medaslar) bildiği ‘kekinowin’ diye tabir edilen efsunlu işaretler büyü ibareleri söylenerek Kızılderililere yüksek meblağlar karşısında satılır.(19) Belki bu adet hâlâ devam ediyordur. Daha sonra M.Ö. 3. Yüzyılda bu sicim ve düğüm şekillerinin Tshanke adlı bir kişi tarafından fırça ile resmedilerek daha pratik ifade ve anlatım aracına dönüştürüldüğü tespit edilmiştir.(20)

Yazı, kâğıdın üretilip yaygın kullanım alanı kazanması ile birlikte yaygınlaşıp Çin’de kültür ve medeniyet alanında büyük gelişmelerin önünü açtı. Yazılmadan önce veya yazıldıktan sonra yaprakların üst üste konup ciltlenmesiyle, bugünkü kitapların atası sayılan ‘Kodeks’ler oluşturulmuştur.(21)

Kâğıtla birlikte veya kâğıt üzerine yazının kültür hayatında önemli bir araç olarak Ön Asya, Afrika ve Avrupa’ya yayılması Müslümanlar eliyle olmuştur. Müslümanlar Kur’an’ın emir ve tavsiyesi doğrultusunda okumakla uyumlu olarak yazmayı da içtenlikle benimsemiştir. Konu üzerine ayrıntılı araştırmacılardan olan Orsenna “Müslümanlarda yazı yazmak dua etmek anlamına gelir.”(22) diyordu.

Müslümanlar nerede, nasıl uygulamış olursa olsunlar yazıya, ince, naif formlar, estetik ölçü, ritim, düzen ve kompozisyon kazandırarak onu ‘hat’ dediğimiz sanata dönüştürdüler. Hat sanatı, kitap sayfalarından levhalara, panolara, Camilerin kubbe, mimber ve mihrap başta olmak üzere hemen her yerinde, medreselerden çeşmelere kadar tüm mimari yapılarda çeşitli tarz, üslup ve tekniklerle icra edilerek hayatı her açıdan, her noktadan sardı, doldurdu. Böylece Müslümanlar hayatın her yerinde yazıyla iç içe yaşar oldular. (23)

751 yılında Talas Savaşının kazanılması akabinde Müslümanlar Çinlilerden kâğıdı almış ve 762’de Halife El Mansur döneminde Dicle Nehri boyları başta olmak üzere tüm Müslüman coğrafyalarda kâğıt üreten imalathaneleri çoğaltmışlardır. Avrupa’da 1072’de Normanların istila ettiği Sicilya, İslâm coğrafyasına yakın olmasının avantajını da kullanarak kültürel ve teknik alışverişin merkezi haline gelir. Kâğıt bu tarihlerde Palermo üzerinden İtalya’ya yayılır.(24) İbni haldun’dan, yazının İslam devlet ve toplum düzeni içinde yaygın ve etkin kullanıldığını ayrıntılarıyla okuruz.(25)

Bütün bu gelişmeler yazılı kültürün ortaya çıkması için yeterli ölçüde etkili olmamıştır. Başka bir ifadeyle sözlü geleneğin canlılığı çok güçlü sürmeye devam etmiştir. Daha doğrusu sanat, düşünce, felsefe, edebiyat faaliyetleri başta olmak üzere kültürün yazı ekseninde, yazıya, dolayısıyla kitaba bağlı olarak gelişmesi yoğun değildir. Buna rağmen yazının ilmi, edebi, fikri çalışmalarda önemli bir araç olarak kullanılması, yeni bir bilgi çağı denebilecek İslâm devlet ve medeniyetleri döneminde mümkün olmuştur.

Yazının kültür faaliyetlerinde 12. Ve 13. Yüzyıllarda belirgin yer edin meye başladığı söylenebilir. (26) Meselâ Oğuzların yazı dilinin ilk defa 13. Asırdan itibaren Anadolu’da ortaya çıktığı söylenmektedir.(27)

Bu arada sözlü düzlemden yazıya geçiş sürecinde ilk metinlerin, konuşma alışkanlığının etkileriyle kendi biçimsel formunu bulamamış olduğunu da söyleyelim. “Sözcüklerin birbirinden ayrılmadığı, büyük harf ve küçük harf ayrımının gözetilmediği, noktalama işaretlerinin olmadığı
parşömen tomarlara yazma geleneği, sesli okumaya alışık insanların amaçlarına hizmet ediyordu. Göze birbiri ardına dizili harfler olarak görünen şeyi kulağın ayırmasına alışık birine göre düzenlenmişlerdi. Bu devamlılık o kadar önemliydi ki, parşömen ya da papirüs yapraklarını bir arada tutacak bir tutkal bulan Philatius’un heykelini diktiler.”(28)

3.

Yazıyorsunuz ve onunla bir ifadede bulunuyorsunuz. Yazıyı, hükmü kayıt altına almak, bir şeyi açıklamak için kullanıyorsunuz. Değil mi ki, kadınlarımızın yazmaları, renk lerinden motif ve nakışlarının çeşitliliğine kadar ayrı ayrı anlamlar ifade eder. Yazılı metinle ‘dokuma’nın eşsesli kelimelerle ifade edildiği kültürler vardır.(29) Anlamsal boyutu geriye iten her ilmeğin veya örgünün “arkasında iyice gizlenmiş ya da hafifçe örtülmüş bir anlamın bulunduğu düşünülmüş olduğu halde bugün, dokumanın kendi sine odaklanılmış” (30) olması ayrı bir konudur. Okumak dokumaktır. Latincede yazılı metine ‘text’ dilimi ze geçtiği haliyle ‘textil veya tekstil’ denmesi anlamlıdır. Kitapların arkasında ‘text’ bölümü vardır.

Orada, benzetme yerindeyse bir dokumaya meselâ bir halıya benzetildiğini varsaydığımız metnin kelime ve kavramlardan oluşan ana anlam noktaları, düğümleri, renkleri, motifleri sıralanır. Şimdi text yerine daha çok dizin kelimesi kullanılıyor. Dizin bölümü bir anlamda kitabın kavramsal anahtarını veya kesitini bize veriyor.

Yazı böyle olunca okumak da bundan uzak düşmeyen ilişki içinde sadece yazıyla ilgili olmayan anlamını bulur. (31) Bu anlam yazılı kültüre geçmeden önce hayat içinde, hayat ve varlıkla ilişkili kullanımıyla doğrudan ilgilidir. Bu kullanım yazılı kültür döneminde kelimenin semantiğine kaynaklık etmiş olmalıdır. ‘Meydan okumak’, ‘canına okumak’, ‘okuntu göndermek’, ‘şarkı okumak’, ‘bir malı pazarda okutmak’ gibi çok çeşitli türevleriyle okumak, gündelik hayatta alfabeye dayalı yazıyı okumaktan başka anlamları ihtiva eder. Okumanın doğrudan hayatın içinden çıkan, sonradan alfabetik dizgelerle ilişkimizin mahiyetini de açıklayan ilk ve belki asıl anlamları bunlardır: Düşünmek, anlamak, nüfuz etmek, kendine ait kılmak, teslim almak, ifade etmek, yorumlamak vs. Bu sadece Türk kültüründe değil, Arapça ‘ikra’ veya Latince ‘text’ kelimelerinin etimolojisinde de görüleceği gibi Arapça ve Batı dilleri kültür havzalarında da benzer muhtevaya sahip olduğu anlaşılmaktadır. Konu üzerinde en fazla yoğunlaşan düşünürlerden biri olan Bartes, “Okumak anlamlar bulmak, anlamlar bulmak da onları adlandırmaktır” der.(32)

Anlam bulmak, adlandırmak bilgi ve bilinçle birikimli bir zihni yapının karşılıklar üreten çevikliği ile mümkün olmalıdır. Bu tarz okumak, aslında tam da zenginleştirdiğimiz varlıkla ve varlığımızla hayatı kavrama becerisinin kendisidir. Bu beceride ne kadar ustaysanız o kadar iyi okursunuz demektir. Yani o kadar iyi anlar, kavrarsınız demektir.

Harflerin dar aralıklarına sıkıştırılmayan, daha doğrusu satırları, cümleleri, sayfaları aşan geniş, derin okuma uğraşı ile gözetilen asıl ve nihai amaç, varlığın hakikatine ulaşmak, hayatın sırrını çözmek değil midir? Öyleyse en geniş okuma, hayatı, varlığı okumaktır. Hayata ve varlığa uzak duranlar, hakikate, hakikatin soyut, somut tüm anlam biçimlerine de uzak kalırlar. Füsun Akatlı Zamansız Yazılar’ında altını çizerek ‘Okumayı Bilmek’in tarz ve etki alanını “Zamanda okumak, uzamda okumak, birkaç boyutta, birkaç katmanda okumak” diye genişletmekte haklıdır. En genel teşmille ontolojik, hermetik çağrışım ve karşılığıyla düşüneceğimiz bu ifadeler, daha sonra göstergebilim ve alılmama alanına kayar. Aslında varlığı okumakla sayfalar boyu sürüp giden satırları okumak aynı mahiyete sahiptir. “Yazıların ötesini olmasa bile berisini mutlaka okumak. Satırların arasını ille de okumak, parçayı okumak, bütünü okumak, bütünde parçayı okumak, parçayı götürüp girintilerini çıkıntılarını kollayarak tamamlayıcı olan bir başka parçaya takmak.”(33) Burada okur, en doyumsuz istekle anlamın bütün inceliklerini izleyen zihni yapısı ile vardır.

Gerçek okur kişiliği aktif, diri bilinciyle çevik olmalıdır. Bu anlamda okumanın, yani düşünmenin, öğrenmenin, anlamanın sınırı olamaz. “Gerçek okuma” der Ali Dündar, “yazıya geçirilmiş, anlamlandırılmış birtakım sözcük ve kavramlara can verme, algısal ve yargısal birtakım işlemlerden geçirerek işlevselleştirme, bilinçli olarak yeniden anlamlandırma işlemidir.

Okunan parçada yer verilen dilsel öğeleri, dilsel kuralları ve bu öğelerin, kuralların arasına sıkıştırılmış bilgisel, kurumsal, sa natsal yargıları, bir başka boyutta yeniden yaratma eylemidir.”(34) Özetle hangi anlamda ele alınırsa alınsın Wirginia Woolf’un dediği gibi insan okurken olanca dikkatini vermeli ya da her satıra, her imaya olanca ağırlığını vermeli.”(35)

Aslına bakarsanız bu hassas ayrımlardan uzak bir tutumla gerçek bir okuma da yapılamaz. Goethe, “Bakın Doğa nasıl da açık bir kitap” diyordu; “Yanlış anlaşılan ama anlaşılmaz değil” (36) Geor ges Jean okumaya verilen anlamı şehirlere uyarlayarak dile getirir: “Şehir yazarı belirsiz, açılmış büyük bir kitaptır. Bakmak yeterlidir. Re simler sizinle konuşur.” (37)

Freire, okumanın düşünmek ve anlamak boyutunu öne çıkaran yalın bir tespit yapar: “Okuma- yazma, harfleri ve sözcükleri salt mekanik bir etkinlik olarak ele almaya indirgenemez”(38)

Bu anlamda formel olarak ileri düzeyde okuma yazma bilinse dahi gerçek anlamda okuryazar olmayan birçok insanın mevcudiyeti muhakkaktır. “Bırakın okumayı yeni öğrenen çocukları, daha büyüklerin, gazete, dergi, kitap kuyanların, giderek kendilerine ‘okur’ denen okuması- yazması olanların yüzde kaçı okumayı gerçekten biliyor acaba?../.. Öğrenimin yüksek basamaklarına tırmanmış olanlar, öğrenimini tamamlamış olanlar arasında okumayı bilmeyen öyle çok insan var ki”(39)

Bir metni veya kitabı okumak evvela o yazının mahiyetini kavramak, anlamak, onu yorumlamak, nüfuz edilen anlamı içselleştirip kendine ait kılmak ve yorumlamak demek değil midir? Değilse yapılan, üstünkörü bir okuma olur. Kutlu Resul’e Allah’ın ‘oku’ emri de benzer içeriğiyle bir sığaya sahiptir. ‘Oku’ yani düşün, anla, bağlantılar kur ve bütün bunlardan sonra bilgini, birikimini paylaş, dağıt, davet et! “Oku” emrinin, ‘algıla, kavra, anlamlandır ve yorumla’yı içerdiği aşikâr. Okuma işinin yanlış yapılmaması için bir ‘bakış açısı’, bir ‘koordinat’ veriliyor: “Yaratan Rabbinin adıyla”(40) Değilse düz mantıkla bilinen anlamda Pey gamberin okuma yazma bilmediği, ümmi olduğu bilinmektedir.

Kitap okumak, aslında hayatı ve hakikati derinlemesine düşünmek demektir. Kur’an da kitap da kelime de yazı da düşündüğümüze yakın anlamda kullanılmıştır. Daha samimi bir söyleyişle esasen semantik çözümlemeye dayalı düşüncemizin bu mahiyette yön bulmasının ana dayanaklarının başında doğrudan Kur’an ayetlerinden anladıklarımız etkili olmuştur. Kur’an’da ‘kitap’ Allah’ın hükmünü, vahyini ve bunlarla ilişkili olarak Kur’an’ı ifade eder. (41) Kur’an’daki bir anlamıyla ‘kitap’ Allah’ın değişmez ilmi ve iradesidir.(42) Hem değil mi ki, Kur’an (Okunan) kendisini ‘kitap’ olarak ifade eder.(43) ‘İyi ama Kur’an’ın bildiğimiz şekliyle kitaba dönüşmesi yüce peygamberden sonradır. Yani Kur’an kendisini ‘kitap’ olarak ifade ettiği zamanlarda ortada sahifeleri ile mütecessim bir kitap henüz mevcut değildir. Ama başta Hazreti Peygamber olmak üzere (Kıyamet:16, 19) Kur’an hafızları onu ayet ayet ezberlemişlerdir. Zikrettiğimiz ayet ten öğrendiğimize göre “peygamber vahyi tam muhafaza edebilme endişesi içinde veya vahyeden Ruhtan farklı bir yönde daha önceden ifadelendirmek için kendi beşeri iradesi dâhilinde dilini kıpırdatmış ve bu da Allah tarafından reddedilmiştir.”(44) Biryandan da çok muhtemelen tedris için deri ve parşömenler üzerine yazılan Kur’an, ilk kez Hz. Ebu Bekir döneminde bir araya getirilmiştir.(45) Söz lü olarak inzal edilen zikrin yani Kur’an’ın muhafazası da Allah’ın garantisi altındadır.(Hicr:9)

Kur’an, sözlü inzal olmuştur. “Yazma bir eser olması, Kur’an’ın özünde sözlü olmasını engellemez. Allah’ın kendini ifade edişinin karşılığı sadece sözdür.”(46) Hıfzedilmiş bir sözün muhafazası yazıya kıyasla daha kolay ve garantilidir. Eskiden, ezberlemeksizin sözü bir yere yazıyla kaydetmenin daha riskli olduğu düşünülmüştür. Yazılı kültürün pek yaygınlaşmadığı dönemlerde mürekkepten, deriye, taşa, kâğıda kadar yazı malzemelerinin yanma, yırtılma, silinme gibi çeşitli sebeplerle yok olacağı veya hasar göreceği düşünülürse, yazıya güvenmemenin haklı nedenleri olduğu anlaşılır.

O nedenle Kur’an’ın sözlü yolla ve ezberlenerek muhafaza edilip aktarılmış olması, orijinalliğinin muhafazası açısından tartışmasız kesin yoldur. Kur’an, daha ilk zamanlardan itibaren sahabeler tarafından ezberleniyordu. Hem o dönemin kültür ve hayat özelliği hem de ümmi Arap toplumunda ezberlemeye olan yatkınlık, Kur’an’ın hıfzedilmesini kolaylaştırıyordu. Ayrıca, bu kutlu kitabın ses akışı ve ritmi, ezberlenmeye mucizevî ölçüde uygundu.

Ayet ve Surelerin yazılmasından ayrı olarak, her Ramazan ayında, Kitab-ı Mübin’in o zamana kadar inzal olan kısımlarının, Peygamber tarafından Cibril’e okunduğunu, sonra da Cibril’in okumasını Peygamberin takip ettiği bilinmektedir.(47) (Bu sünnet, güzel, anlamlı bir gelenek olarak, Ramazan aylarında sahur ve sabah namazları arasında muhakkak surette bir Kur’an cüzünün karşılıklı okuma ve takiple sürdürülen kıraat mukabeleleriyle hâlâ devam etmektedir.)

Burada yazılı metinlerin değil, hıfzedilmiş metinlerin esas alınmış olması, sadece konumuz açısından değil Kur’an araştırmaları açısından da önemli bir husustur. “Gelen vahiyler ilk dönemlerde yazıya geçirilse de yazının hafızaya yardımcı olmaktan öte başka bir işlevinin olduğu söylenemez.”(48) Günümüzde bile Kur’an hafızları için mushafın işlevi, takıldıkları zaman hatırlatmasıdır.

O dönem Arap toplumunda okuma yazma bilen yok denecek kadar azdı. Kur’an’ın bu sınırlı çevrenin anlayıp okuyacağı bir kitap olması, onun bütün bir insanlığa hitap etme iddiasıyla da çelişirdi. Ayrıca o dönem yazılı olana pek itibar etmeyiş, binyıllar boyu sürüp gelen kadim gelenekle söze ve hafızaya verilen değerden dolayıdır. Yazının yetenek ve işleyişi bakımından insan zihnini değiştirdiği, Sokrates’ten bu yana tespit edilmiş bir realitedir. Walter J. Ong, bu realiteyi açıklarken, yazının belleği çürüttüğünü, yazıya alışanın unutkan olduğunu sözle varlık kazanan kültür hayatının sağladığı canlılığın tersine, yazının insanı dış kaynaklara bağımlı kıldığını ifade eder.(49) Hatta kimi kaynaklarda, eskiden özellikle ilim tahsilinde okumayı araç olarak kullanmak, zihnin zayıflığının işareti sayılmış, bu sebeple bazı kişiler okuma yazma bildiklerini gizleme yoluna bile gitmiştir.(50)

Zihnimizi mevcut algıların formundan kurtarıp, getirdiğimiz açılım çerçevesinden bakılırsa, yazının hüküm, otorite, kesinlik ifade ettiği anlaşılır. Biz kuvvetli ihtimalle hayata ve yaygın tasavvura girmiş ilahi mesajlardaki anlama uygunlukla ‘yazık’ veya ‘alın yazısı’ gibi kullanımlarda hep bu değişmezlik anlamını öne çıkarırız. Yoksa ‘alın yazısı’ nasıl bir yazıdır?(51) Onu gören okuyan var mıdır? Alın yazısı tüm beşer sınırlarını aşan, beşer güç ve iradesinin değiştiremediği, değiştiremeyeceği yaşanmış veya yaşanacak mecburiyetleri ifade eder. Peygamberimize kitap verildiği veya kitapta müminler için, bütün insanlar için bir şey yazıldığı ifade edildiğinde henüz ortada bizim anladığımız anlamda iki kapak arasında kâğıttan veya başka sayfalardan oluşan yazılı bir metin yoktu. Kitap doğrudan ilahi mesajı, yazı Allah’ın hükümlerini ifade diyordu.(52)

Kitap ve yazı böyle olunca kelime’nin de bu çerçeve içinde anlamı şekilleniyor aslında. Kur’an’ın kullanımıyla kelime Allah’ın sözü, Allah’ın ayetleridir. Burada ayet kelimesini hakikatin işareti, delili, açıklaması olarak anlamak yanlış olmaz. Mesela Hz. İsa için “O Allah’tan bir kelimedir”(Nisa:171) veya “Gelin aramızda bir tek kelimede birleşelim. Allaha hiçbir şeyi ortak koşmayalım”(Ali İmran:64) dendiğinde aynı ilahi espriyi buluruz. İsa Allah’ın bir ayeti, hükmüdür.

Andığımız ikinci ayette üzerinde bir olmaya çağrılan ‘kelime’ ise bir mefkûreyi, istikameti, iradeyi, ideali belirtir.

Her halükarda kelime Allah’ındır ve onun ilminden, iradesindendir. Biz kelimeyi, kelimeleri anlamaya, idrak etmeye çalışırız. Bu da kalbimizi, zihnimizi Allah’a, yaradılışımızdaki seslere, ondan gelen buyruk ve beyyinelere açmakla mümkündür. Allah’ın kelimesi yücedir, büyüktür. Onun kelimesi hakikatin özüdür, kendisidir. Kelâm, kelime bilgisi olarak müteal olanı kavramaya, anlamaya çalışır. Yuhanna’daki kelamî cümlenin ana hatlarıyla İslâm tasavvur ve yaklaşımına da uyumlu olduğu söylenebilir. Bu cümle bizim münevverlerimiz nezdinde de kabul gördü: “Önce söz vardı.”

Şimdi ne var? Şimdi söz kalmadı mı?

Yoksa sözün hakikati, anlamı mı kalmadı?

———————————————

1-Mehmet Gedizli, Okuyabilmek, s.121, Marka yay, İst. 2006. 2-Özgür Taburoğlu, Resim Söz ve Yazı, s.209, Doğubatı yay, Ank.2013; Jann Assman Kültürel Bellek, s.262, çev. Ayşe Tekin, Ayrıntı yay, İst.2001. 3-Cemâlnur Sargut, Hz. İdris, -Fusûsu’l Hikem Çalışmaları 4- , s.18,19, Nefes yay, İst. 2014. 4- Mahmut Erol Kılıç, Hermesler Hermesi, s.45, Arkeoloji ve Sanat yay, İst. 2010. 5- Metin Bobaroğlu, Batınî Gelenek, s.70, Ayna yay, İst. 2002. 6-Metin Bobaroğlu, age, s.61. 7- Nuray Yıldız, Eskiçağda Yazı Malzemeleri ve Kitabın Oluşumu, s.24, TTK yay, Ank 2014. 8-Nuray Yıldız, age, s.59. 9-Osman Şahin, “Yazarın Kalemi”, Haz: Feridun Andaç, Kalem Kitabı, s.109, Varlık yay, İst. 2014. 10- Ali Akay, Postmodern Görüntü, s.136, 2. bas. Bağlam yay, İst 2002. 11-Şinasi Tekin, İnşikakçının Köşesi, s.57, Dergâh yay, İst.2014. 12-Osman Polat, Sanat ve Estetik Üzerine Notlar, s.33, Akdeniz yay, Antalya 2003. 13-Osman Polat, age, s.24. 14-Şinasi Tekin, age, s.115. 15-Alberto Manguel, Okumanın Tarihi, s.93, çev. Füsun Elioğlu, YKY İst. 2007. 16-Asa Briggs, Peter Burke, Medyanın Toplumsal Tarihi, s.41, çev. Ümit Hüsrev Yolsal, Erkan Uzun, Kırmızı yay. İst. 2011. 17-Roland Barthes, Yazının Sıfır Derecesi, s.59, çev. Tahsin Yücel, Metis yay, İst.2007. 18- Şinasi Tekin, age, s.58. 19-Carl Faulmann, Yazı Kitabı, s.9, çev. Işıl Arda, 2. bas, İş Bankası yay, İst.2005. 20-Carl Faulmann, age, s.47, 260. 21-Georges Jean, Yazı İnsanlığın Belleği, s.82, çev. Nami Başer, 5. bas, YKY yay, İst.2008. 22-Erik Orsenna, Kâğıt Yolunda, s.43, çev. Akın Terzi, Metis yay, İst.2013. 23-Geniş bilgi için bkz. İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Türklerde Yazı Sanatı, Kültür Bakanlığı yay, Ankara 1993. 24-Erik Orsenna, age, s.40,42. 25-ibni Haldun, Mukaddime C.1, s.495, 496, haz. Süleyman Uludağ, Dergâh yay, İst. 2014. 26-Asa Briggs, Peter Burke, age, s.19. 27-Şinasi Tekin, s.64. 28-Alberto Manguel, age, s.66. 29-Roland Barthes, Metnin Hazzı, s.140, çev. Şule Demirkol, YKY yay, İst.2006. 30- Hilmi Yavuz, Okuma Biçimleri, s.25, Timaş yay, İst. 2010. 31-Ahmet Oktay, “Görmenin Okuması”, Emin Özdemir, Düzyazının Sorgulayan Gücü, s.288, Bilgi yay, İst. 2009. 32-Roland Barthes, S/Z, s.21, çev. Sündüz Öztürk Kasar, YKY yay, İst. 1996. 33-Füsun Akatlı, Zamansız Yazılar, s.79, YKY yay, İst.1994. 34-Ali Dündar, Dil ve Düşünce, s.37, Kültür Bakanlığı yay, Ank. 2001. 35-Virginia Woolf, Bir Yazarın Güncesi, s.19, çev. Fatih Özgüven, İletişim yay, İst. 2008. 36-Aberto Manguel, age, s.198. 37-Georges Jean, age, s.132. 38- Paulo Freire, Donaldo Macedo, Okuryazarlık, s.15, çev. Serap Ayhan, İmge yay, Ank.1998. 39- Füsun Akatlı, age, s.78. 40-Mustafa İslâmoğlu, Savaş Kesmeyen Sözler, s.58. 41-Toshihiko Izutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s.21, çev. Süleyman Ateş, Kevser yay, Ank. Tarihsiz. 42- Kur’an-ı Kerim: Bakare:180, En’am:12, 54, Hac:4, Yasin: 12,Tevbe:121, Maide:83, Âl’i İmran:181, Meryem: 79, vs. 43- Düşünülmesi için: Beyyine:4, Buruc:21, Mutaffifin:9,20, Cum’a:5, Vâkı’a:78, Saffat:170, Zuhruf:4, Fatır:31, Ankebut:48, En’am:7. 44- Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur’an, s.161, çev. Alparslan Açıkgenç, Ankara Okulu yay, Ank.2012. 45- Fazlur Rahman, İslâm, s.49, çev. Mehmet Dağ, Mehmet Aydın, Selçuk yay, İst.1981. 46-ÖzgürTaburoğlu, age, s.37. 47-İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, Elif Ofset, Ank.1979. 48- Süleyman Gezer, Sözlü Kültürden Yazılı Kültüre Kur’an s.151 , Ankara Okulu yay, Ank. 2008. 49- Walter J. Ong, Sözlü ve Yazılı Kültür, s. 97, 98, çev. Sema Postacıoğlu Banon, Metis yay, İst.1995. 50- Süleyman Gezer, age. s.126-133. 51-Şinasi Tekin, s.62. 52-(Süleyman Gezer, age.157,158.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

167. Sayı / Mart-Nisan 2017 / Ay Vakti
Mehmet Aycı ile Şiir ve Kitapları Üzerine / Esma Budak
Nurullah Genç ile “Mahrem ve Münzevi Üzerine”... / İsmail Sezer
Yazı, Kitap, Okuma Dolayımında Sözün Serüveni... / Necmettin Evci
Bir Distopik Film ve Amerikan Diplomasi Retoriği / Onur Akbaş
Tümünü Göster