Halep’ten Harput’a Bir Kutu Baklavanın Öyküsü

-Ağlamayı unutmuş Halepli çocuklar ve analarına- 

HARPUT VE HALEP

Tehcir, öteki adıyla Kafle süreci tamamlanmış, Harput’taki Ermeni kafileleri genellikle yakın bölge olan Halep’e göçmüşlerdi. Şehrin ileri gelen ailelerinin himayesi altındaki birkaç Ermeni aile ise askerden gizlenerek, ortalıkta çok fazla görünür olmaksızın, Harput’ta yaşamlarını sürdürmeyi seçmişlerdi. Şehirdeki küçük askeri birliğin komutanları, eşrafın himaye ettiği Ermenilere dokunmaya cesaret edemezlerdi. Çünkü onların merkezle irtibatı güçlüydü. Ve zaten en yaşlı himayeci Çötelizadeler, Efendigiller, Ebcioğulları, Cadoğulları, Sunguroğulları arasında emekli askerler vardı.

Yüzyıllarca bir arada yaşamış bulunan farklı etnik ve dini kimlikli Harputlular, birbirlerine öylesine bağlanmışlardı ki yabancı gözüyle onları akraba sanmamak mümkün değildi. Zaman içerisinde, az da olsa, kimi karşı etnik ve dini grupların gençleri arasında gönül ilişkileri bulunduğu gibi, yetişkinlerin ise ticari ve ekonomik beraberlikleri vardı.
Ortak ticarethaneler, imalathaneler, hanlar, hamamlar işletmekteydiler. Küçük esnaf olarak çalışan öyle Ermeniler yaşamaktaydı ki, onların şehri terk etmesi demek, belki de insanların uzun bir süre yaya dolaşması yahut kışlık palto temin edememesi anlamına gelirdi. Çünkü şehirdeki neredeyse bütün zanaatkârlar Ermeni ya da Süryani’ydiler.

Sebepler birleşip, şehrin esnafı himayecilikte baskın çıkınca, Harput’ta belki öteki Anadolu şehirlerine nazaran daha fazla Hıristiyan nüfus tehcirden geriye kalmıştı. Aralarında Ermeni, Süryani ve az sayıda Keldani mezhebine mensup olanlar da bulunuyordu.

Harput, tehcir ve şehrin Mezra’ya taşınması sebebiyle, günümüzde, taş üstünde taş kalmamış bir harabe şehir görüntüsü vermesine rağmen, kültürünü ve özellikle de kendisine has musiki ve folklorunu olduğu gibi muhafaza edebilmiştir. Şüphesiz bu kültür ve folklor, şehirde vaktiyle yaşamış bulunan çok etnisiteli nüfusun ortak karakterini yansıtmaktaydı. Düşünün ki Türk, Kürt, Arap, Acem, Müslüman, -Ermeni, Süryani ve Keldani nüfus bir arada, hem de yüzyıllar boyu kavgasız gürültüsüz yaşamış ve yirminci yüzyılın başlarına kadar hayatiyetini sürdürmüştür.

Çoğunlukla Anadolu’daki Hıristiyan nüfusu, Ortodoks ve az sayıdaki Katolik mezhebinden kopartarak, Protestanlaştırmak amacıyla açılmış bulunan Amerikan Koleji, Harput’taki faaliyetine 1910’lara kadar ara vermemiştir. Bunun dışında Fransız, Avusturya, Alman ve İtalyan kolejlerinin de bir vakitler Harput’ta bulunmuş olması, şehrin batılılar nazarında nasıl bir cazibesi bulunduğunu göstermektedir.

Harput’taki misyon okullarının öğrenci yapısı büyük çoğunlukla yabancılardan en çok da Ermeni ve Süryanilerden oluşmaktaydı. Kız erkek Hıristiyan çocukları bir arada okumaktaydılar. Müslüman nüfus içerisinde bu kolejlere devam eden tek bir kız çocuğu yoktu. Ancak çok az sayıda erkek çocuğunu bu okullarda okutmaya rıza gösteren birkaç eşraf aile bilinmekteydi.

ANUŞ VE HİCABİ

Hikâyemiz şöyle başlıyor. Harput’un köklü ailelerinden (x)lerin üçüncü oğulları Hicabi, Harput Kayabaşı mıntıkasındaki evlerinin yakınında bulunan Mahalle Mektebini bitirdikten sonra, iki ağabeyi gibi daha ileri öğrenim görmeyi reddetmişti. Bunun üzerine babası Lütfullah Efendi, onu çok yakın arkadaşı, hatta aile dostu saydığı Ermeni Mamikon’un Tabakhanesine, çırak olarak vermişti.

Aslına bakarsanız Hicabi’nin deri debbağlığı gibi kirli, kötü kokulu ve zor bir mesleği reddetmesi gerekirdi. Ama öyle düşünmeyin, çünkü bilmediğiniz şeyler var. Nedir derseniz, bilmelisiniz ki Hicabi Mahalle mektebinde, babasının arkadaşı Mamikon Ustanın sevimli kızı Anuş ile birlikte okumuş ve daha üçüncü sınıftan itibaren kıza gönlünü kaptırmıştır.

Babası, Hicabi’yi, Mamikon ustaya çırak olarak verdiğinde, oğlunun hiç itiraz etmeden bunu benimsemesinin sebebini bilmediğinden, demek ki bu çocuk zanaatkâr olacak, diye geçirmişti içinden. Oysa iş başkaydı. Ve oğlanın yüreği Anuş kız için çırpınıp duruyordu. Eh Anuş’un babasına çırak olmak, kızın en yakınında bulunmak anlamına gelmez miydi?

Anuş, Malahalle mektebinden sonra Amerikan Koleji’ne kaydını yaptırmış ve orada öğrenimini sürdürüyordu. Sabah çok erken saatlerde uyanan Hicabi, önce Anuş’un okul yolunda, bir konağın duldasına gizlenerek kızın
geçişini izler, ardından koşarak Tabakhaneye ulaşırdı. Mamikon Usta daima çırağından önce gelmiş olur, her seferinde yumuşak bir dille ona geç kalmamasını tembih ederdi.

Hicabi’nin bir başka beklentisi de Mamikon ustanın kendisini arada bir evlerine göndereceği ve bu suretle Anuş’a daha yakın olabilme ihtimaliydi. Nitekim çıraklığın ilk günlerinden itibaren Mamikon Usta, çırağını öğlen saatlerinde evlerine gönderiyor ve sefer taslarına doldurulmuş yemekler getirterek, birlikte yiyorlardı. Ne var ki bu seferlerinde Anuş evde değil okulda bulunuyordu. Hicabi de yalnızca Narine Teyze ile muhatap oluyor, Narine Teyze ise her seferinde, Hicabi’nin hayvan derisi kokan saçlarını okşayarak, eline sefer taslarını tutuşturuyordu.

Elbet bu da, yüreği sevdanın yakıcı ateşiyle her geçen gün kavrulan Hicabi için, önemli ve değerli bir adımdı. Hiç yoktan iyi gibiydi. Ancak Anuş’u göremedikten sonra bu anlamsız muhabbetin onun yüreğini yatıştıracak bir serinliği yoktu.

Bir gün Anuş Tabakhaneye uğramıştı. İşte o gün Hicabi beklentilerinin, dualarının kabul olduğunu düşünmüştü. Düşünmüştü ama kız, onu üstü başı kir pas içerisinde görünce, yüzünü öteye çevirdiği gibi, hiç mi hiç tanımamıştı bile. Hicabi ise mevcut kokmuşluğu hem de cesaretsizliği ile ona uzak bir mıntıkada ancak seyirci kalabilmişti.

Günler geçiyor, Hicabi dürüstlüğü ve çalışkanlığıyla ustasının gözüne iyice giriyordu. İlk kez bir yaz günü, okullar tatilken, Hicabi Mamikon Ustanın evinden sefer taslarını almaya geldiğinde, kapıya Narine Teyze yerine Anuş çıkmasın mı?

Gençlerin her ikisi de müthiş bir sarsıntıya uğramışlardı. Anuş o an Hicabi’yi tanımış ve Hicabi’nin hem babası Mamikon, hem de sefer tası ile alakasını ilk kez o zaman anlamıştı. Ayrıca okul arkadaşına öyle tatlı bir gülümseme fırlatmıştı ki sormayın gitsin.

Bu sefer hiç konuşmamışlar, kız içeriye oğlan da dışarıya kaçar gibi uzaklaşmışlardı birbirlerinden. Yüzlerine o an bakanlar olsaydı, bir insan çehresinde bunca kızarıklığın ne aradığını asla açıklayamazdı. Utanç mı, şaşkınlık mı, ani bir çarpılma mı yoksa Anuş bakımından ilk görüşte aşk mıydı yaşadıkları; kimse bilemedi, çünkü ortalıkta onlarla ilgilenen hiç kimse yoktu. Bazen kimsenin olmaması âşıklar için birilerinin bulunmasından daha iyi değildir.

NARİNE VE GILAFET HANIM

Anuş ile Hicabi arasındaki elektriğin ilk farkına varanlar anneler olmuştu. Biri Ermeni öteki Müslüman, iki genç arasındaki bu yakınlaşma, her bakımdan tehlikeli sonuçlar doğurabilir diye endişeleniyorlardı. İki aile arasında kurulmuş bulunan dostane münasebetlere de zarar verebilirdi, söz konuşu ilişki. Erkenden önlem alınmazsa, babalar olayın farkına vardığında daha büyük sorunlar çıkabilirdi.

İki kadın çocuklarının yüreğindeki ateşi görür görmez hemen buluştular. Ortak bir karar aldılar. Kısa vade de çocukların bu yakınlaşmadan kopmaları gerektiğini düşünerek, en sessiz ve kimselere duyurmadan çözüm çareleri aramaya başladılar.

Gılafet Hanım oğlu Hicabi’ye önce Tabakhanede çalışmanın olumsuz yanlarına, kirliliğine dair şeyler anla tarak, babası Lütfullah Efendi’nin kendisine daha temiz bir iş bulmasını önereceğini söylemeye başladı. Ancak Hicabi elbette annesinin söylediklerini dinlemiyordu bile. Başı ve yüreğine bulutlar çökmüştü bir kez.

Narine Hanım ise kızına ima yollu sorular sormaya, Kiliseye ve Rahip Efendi’ye ne ölçüde inandığını sorgulamaya başlamıştı. Açıkçası kızın da oğlana gönlü kaymıştı. Elbette bir çevre baskısı olacağının farkındaydı. Annesi, okula giderken her günkü yolunu değiştirmesini öğütlüyor, kendisini izleyenlerin olup olmadığını soruyor ancak işe yarar bir cevap alamıyordu.

Ana yüreği, aslında her ikisi de çocuklarının gönlünden geçenlerden ötürü, bir yandan gizliden sevinç ve mutluluk duyuyor, öte yandan da ciddi korkular taşıyorlardı. Korku ve mutluluk bu iki duyguyla nasıl yüzleşecekler ve hangisine doğru eğilim göstereceklerdi. Narine Hanım’ın nazarında Hicabi tertemiz bir çocuktu; sevimli, insanda, bağrına basma arzusu uyandıran bir karakteri vardı. Aynı şekilde Gılafet Hanım da Anuş kız için benzer izlenimler taşımaktaydı. Güzel, alımlı, saygılı bir kızcağızdı Anuş.

LÜTFULLAH VE MAMİKON EFENDİ

Anneler kendi uyarılarının çözümsüzlüğünü anlar anlamaz, sorunu babalara açmaktan başka çarenin kalmadığını erken fark ettiler. Narine Hanım kocasına usulü dairesinde, Hicabi’yi artık eve göndermemesi gerektiğini, evde gelinlik kızının bulunduğunu, her ne kadar birbirlerini çocukluktan beri tanıyor olsalar da artık koca insanlar olduklarını söylüyordu. Mamikon karısının yüzündeki kızarıklığın ziyadeliğinden, işin ileri boyutlara varacağı korkusuyla ciddi kaygı duymaya başlamıştı bile.

Gılafet Hanım’ın Lütfullah Efendi’yi ikna etmesi, inandırması daha zor görünüyordu. Çünkü Lütfullah Efendi, çocuklar arasındaki bu yakınlaşmadan hoşnutsuz olacak bir yapıda değildi. Hatta tersine memnun bile olabilirdi. Karısına göre daha özgür düşünceli bir adamdı. Onun bir tek endişesi vardı. Harput’a yeni bir komutan tayin olmuş, o da şehre gelir gelmez bütün Gayrı Müslimleri ciddi takibe almıştı.

Bir ara şehrin ileri gelenlerini karakola çağırtarak onlardan Ermeniler hakkında malumat istemiş hatta bir tür ihbarcılıkla da görevlendirmişti.

Her ne kadar tehcirden arta kalan Ermenilerin, şehirde o güne kadar hiçbir olumsuz davranışlarına rastlanılmamış ise de, ne olur ne olmaz diye hükümet, ihtiyatlı davranılması yönünde talimatlar vermişti.

Uzatmayalım, Anuş ve Hicabi arasındaki sevda, her geçen gün ateşini artırmış ve iki genç, ailelerinin buluşmalarını engelleme çabaları karşısında, yeni bir çözüm bulmuştu. Kızın okul yolu üzerindeki caminin bir duvarında, anaç kerpicin toprakları dökülmüş küçük bir kovuğunu kullanarak, mektuplaşmaya başlamışlardı. İkisi de Osmanlıca okuryazar olduğundan her gün birisi kovuğa mektup koyuyor diğer gün öteki.

Hicabi’nin Mamikon tarafından eve gönderilmesi kesilmişti. Lütfullah Efendi de oğluna, şehirde onarılıp yeniden hizmete açılan Kale Hamamı’nda, kâtiplik işi bulmuştu. Ne var ki bu olay gençlerin ihtirasını ve sevdasını kesmeye değil artırmaya yaramıştı.

Olan olmuş günün birisinde Hicabi ile Anuş gizlice buluşarak, Hicabi’nin yakın arkadaşı Fethullah’ların Buzluk’taki bağlarına birlikte kaçmışlardı. İki gencin nikâhını Sara Hatun Camii müezzini Sıtkı kıymıştı.

Lütfullah Efendi’nin müsamahakâr tavrı, kısa süre sonra iki ailenin arasını düzeltmiş ve gençlerin Lütfullah Efendi’nin konağında yaşamasına göz yumulmuştu.

Gelgelelim olay resmen yani devlet tarafından da fark edilince, karakol komutanı Lütfullah Efendi’yi çağırmış, bu işi çözmesi gerektiğini aksi halde durumun yukarıya bildirilip bizzat kendisinin bile başının belaya gireceğini, neredeyse azarlayan bir dille hatırlatmıştı. Müslüman erkekle
Hıristiyan kızın evliliği, toplum içeri sinde fitneye sebebiyet verebilirmiş. Komutan, ayrıca, Harput’ta çıbanbaşı sayılan bir iki Ermeni aileye daha, yurdu terk etmeleri yönünde ihtarlar yapıldığını, bunlardan birisinin de Mamikon ailesi olduğunu söylemişti.

Temel sebep ise askerler Kurşunlu Cami duvarındaki mektuplardan bir kaçını yakalamış ve iki gencin birleşmelerinden birkaç hafta önce merkeze postalamışlardı. Güya Ermeniler bu mektuplarla gizli iş çeviriyor, casusluk yapıyorlardı. Mektupların yakalanması üzerine cami imamı, müezzini sorguya alınmış, adamcağızlar bu mektupların “muhabbet yazısı” olduğunu söylemelerine rağmen, karakola çekilmekten kurtulamamışlardı. Ne malum şifreli olmadıkları diyerek komutan, mektupları incelenmek üzere merkeze postalamış, imam ve müezzinin de şehri terk etmesini yasaklamıştı.

Durum vahimdi. Mamikon, ken disine gönderilen ihtar vesikası üzerine, Lütfullah Efendi’nin kendisine kefil olmasını istemişti ama onun da dermanı ve çaresi yoktu.

Karar verildi. İşini gücünü ucuz pahalı demeden satıp savan Mamikon, Halep’e göçecekti. Daha önce iki kardeşi oraya göçüp yerleşmişlerdi.

Anuş ne olacaktı? Hicabi, karısını bırakmak istemiyor ancak karakoldan tehditler eksik olmuyordu.

Mamikon ve Narine, Anuş kızlarını da yanlarına alarak, apar topar Halep yolunu tutmuşlardı.

HALEP BAKLAVASI

Aradan yıllar geçmişti. Hicabi ile Anuş arasındaki sevdanın ateşi sönmüş mü sönmemiş miydi kimse bilemedi. Anuş bir daha evlenmedi. Hicabi amcasının kızıyla evlendirildi ve üç çocuğu oldu. Kale Hamamı’nı işleten İspirli Nevzat vefat edince Hicabi, hamamı satın alıp bizzat işletmeye başlamıştı.

Babası Lütfullah Efendi’nin vefatından sonra ailenin konağı Hicabi’ye kalmıştı. Şehrin eşrafı olma sıfatı da artık onun uhdesindeydi. Ortalık biraz durulunca Harput ile Halep arasında ticaret kervanları gelip gitmeye başlamıştı. Her Halep ismini işittikçe kalbinin bir köşesi kanayan Hicabi, günün birinde bu kervanlara katılıp Halep’e varmalı mıydı? Yıllarca bunu düşünüp durdu. Gel gör ki şimdi Harput’ta yeni bir eşi ve ondan olan çocukları vardı. Bu eşini de elbet çok seviyordu.

Hicabi’nin yeni eşi akrabası olduğu için Anuş’tan elbette haberliydi. Aralarında ufak tefek anlaşmazlıklar olunca eşi, Hicabi’ye her seferinde Anuş’u hatırlatarak, baş kakıncı yapmaktaydı. Ne var ki sevdasını kalbine gömmüş olan Hicabi, eşinin bu tatlı kıskançlıklarına ses çıkartmıyor, tebessümle karşılıyordu. Ancak yalnız başına kaldığı zaman Anuş’u asla unutamayacağını da iyi biliyordu.

Günün birinde bir şey oldu. Harput’tan Halep’e giden kervanda bulunan Hicabi’nin yakın arkadaşı Fethullah, Halep kapalı çarşısında bir baklavacı dükkânına uğramış. Hoş beşten sonra dükkânı işletenlerin Harputlu Mamikon ve ailesi olduğunu öğrenmiş. Hemşeriler birbirlerine sarılıp uzun boylu hasret gidermişler. Fethullah Harput’tan havadisler aktardıkça onların gözyaşları sel olmaya başlamış.

Anladınız; ağlayanlar arasında, Narine ve kızı Anuş da varmış. Fethullah’ı bir güzel bizzat evlerinde ağırlayan aile, (bu arada Mamikon’un vefat ettiğini öğreniyoruz) konuklarını uğurlarken Anuş, ondan bir şey rica etmiş. Baklavacı dükkânlarından, oracıkta temin ettikleri bir İtalyan iskarpin kutusuna, sığabildiği miktarda kuru Halep baklavası doldurarak, bunu Hicabi’ye götürmesini istemiş. Elbet bu arada Hicabi’nin yeniden evlendiği fakat Anuş’un hala bekâr durduğu da bilgiler arasına dâhil edilmiş.

Kervan Harput’a döndüğünde Fethullah’ın ilk işi, emaneti sahibine götürmek olmuş. Görüşmeyi bir bir anlatmış arkadaşına. Hicabi’nin anlatılanlara nasıl bir tepki verdiğine dair yazarın hiçbir malumatı yoktur.

Sadece son kez şöyle bir malumat kulağına çalınmıştır yazarınızın. İskarpin kutusundaki baklavayı evine götüren Hicabi’nin, kutuyu eşine uzatırken, şöyle söylediği rivaye ti vardır: “Bak hanım! Kuman sana Halep’ten baklava göndermiş.”

“ANA GİBİ YAR”

Yazarınız, Suriye’de altı yıldan bu yana süregelen katliamlar, gelip Halep sınırına dayanırken, şehirdeki sivil halkı oradan tahliye kararı alındığında, ani bir refleksle evinde ayağa fırlayarak, şöyle haykırmıştı: “Alçaklar! Şehri boşaltın ki daha rahat harabeye çeviresiniz! Durmayalım her birimiz üzerimize ne düşüyorsa yapalım! Hatipler dillerini, kâtipler kalemlerini, güçlüler bedenlerini, düşünürler fikirlerini seferber etsin. Herkes yaptığı işi en iyi yapmak üzere yeni bir hamleye girişsin. Herkesin vereceği bir şeyi illa ki vardır!”

Onu izleyen kırk yıllık ev hanımı olan eşi boynunu bükmüş ve cılız bir sesle: “Ya ben, ben ne yapabilir, ne verebilirim? Elimden hiçbir şey gelmez, ne gücüm, ne param var.” Dedi.

Utancını eşine fark ettirmeyen yazar: “Sen anasın, anaların ayrıca bir şey vermeleri gerekmiyor. Çocuklarını dokuz ay on gün bedenlerinde taşımaları, onlara iki yıl boyunca emzirdikleri süt, ayaklarında sallarken okudukları dualar, anlattıkları masallar, büyütürken aşıladıkları güzel ahlak örnekleri, yeryüzü hayatının tamamına bedel bir verimkârlıktır.”

Hadi bakalım gelin de kurun alakasını öykümüzle bu tepkilerin. Anuş ile Hicabi’yi artık tanıyorsunuz. Lütfullah ve Mamikon babalar vefat etmiştir. Hicabi’nin anası Gılafet Hanım, oğlunun konağında onunla birlikte yaşamını sürdürmektedir. Anuş’un babası vefat edince de Hicabi’nin üzerine bir daha evlenmeyen kızı Anuş ile beraber baklavacı dükkânını kim sürdürmek tedir dersiniz. Elbette ana Narine.

Genç sevdalıların yüreğinde elbette bir ayrılık acısı hayatları boyunca kendileriyle birlikte yaşayacaktır. Gelin görün ki her ikisinin de hala sağ olan analarının yüreğindeki acı emin olun çocukların hissetlerinden kat be kat fazlaydı.

Anaları biliyor olmalısınız, onların çocukları büyüdüklerinde neye inanırlarsa inansınlar, nasıl yaşarlarsa yaşasınlar, ne kadar kötülük yaparlarsa yapsınlar, hangi uygunsuz mesleği edinirlerse edinsinler, analar onlardan asla vazgeçmezler.

Çocuklar büyüyünce, küçükken çektikleri acıları unutabilirler. Ne var ki analar kendi acılarını unutsalar bile çocuklarının çektiklerini asla unutmazlar. Herkes, hepimiz, Halep’teki masum çocukların fotoğraflarına bakarak hüzünleniyoruz. Emin olun anaların dışarıya yansıtamadıkları, kendileri için değil çocukları için hissettikleri çok daha trajiktir.

“Ağlarsa anan ağlar, ana gibi yar olmaz, Bağdat gibi diyar.”

Artık ne Bağdat bizimdir, ne Halep, ne Harput. Harput çok önceleri harap edildi. Bağdat önce Moğollar ardından da ABD tarafından talan edildi. Sıra Halep’te. Analar ağlamasın da ne yapsın. Sanmayın sevdalıların yüreği daha yufkadır, inanın sevdanın üzeri külleniyor lakin ana yüreğini bastıracak kül dünyada mevcut değildir. Halepli bütün analar Ermeni, Ezidi, Arap, Kürt, Türk analar, en çok size reva görülenin cezası ağır olacaktır öte dünyada, tesellimin kaynağı budur. Anam sağken değerini bilemedim. Şimdi eşim de bir ana, üstelik yavrusunu yitirmiş bir ana, ya onun değerini biliyor muyum; heyhat!

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Metin İstihkâm / Ay Vakti
Halep’in Kanı / Semra Saraç
Halep’ten Harput’a Bir Kutu Baklavanın... / Metin Önal Mengüşoğlu
Halepçe’den Halep’e / Nurettin Durman
Kırlangıç Kanatlarındaki Yavru Denize Zeyl / Ali Yaşar Bolat
Tümünü Göster