Dinin Nesneleşmesi
Muhammed: Allah’ın Elçisi, bir kere daha gösterdi ki sinema sınırları aşan etkileyiciliğe sahip. Böylesi büyülü bir şölenin püf noktası görselliği. Sinema görseldir, görselleştirir. Göze hitap eder. Din söz konusu olunca görselliğin nesneleşmesi ihtimali artar. Görülen, efsane olamaz, büyüleyemez. Gördükçe nesneleşir. Mecid Mecidi’nin Muhammed: Allah’ın Elçisi filmi üzerine yürüyen tartışmaları öncelikle buradan başlayarak değerlendirmek gerekiyor. Gösterme üzerine kurulu bir sanat dilinde, dinin kutsallarını nasıl gizleyebilirsiniz? Peygamberler, aktörlerce canlandırılabilir mi? İslam’ın ilk nesli olan sahabiler ete kemiğe büründürülebilir mi? Teolojik tartışmalar bir yana. Nesneleşen değerler, değerli kalabilir mi? Örnek üzerinden meseleye odaklanalım. Artık Hz. Hamza, zihinlerimizde Anthony Quinn, Bilal-i Habeşi Johnny Sekka’dır. Mustafa Akad’ın mezhebi ne olursa olsun Çağrı filmi zihinlerimizde belki de onarılamayacak gediği açmıştır. Sadece o da değil. Batıdan doğuya, Hollywood’dan İran’a, Yeşilçam’a farklı sinemaların peygamber, evliya ve büyük şahsiyetleri beyaz perdeye yansıtması, görselleştirmesi büyülü hatıratı nesneleştiriyor. Muhammed: Allah’ın Elçisi filmi bu açıdan ilk değil. Son da olmayacak.
Mecidi’nin Yeni Hollywood Filmi
Cennetin Çocukları, Cennetin Rengi, Baran, Serçelerin Şarkısı, Söğüt Ağacı… Mecid Mecidi’yi takip edenler bu filmleri, hayatın satır aralarını görebilen şiirsel eserler olarak görürler. Haksız da sayılmazlar. Mecidi, bilinen hikâyeleri estetik bir ajitasyonla naif öykülere dönüştürmüş bir yönetmen. Sabit kameraların, ağır anlatı biçimlerinin egemen olduğu şiirsel filmler, Fransız sinemasına öykünür. Muhammed: Allah’ın Elçisi ise Mecidi tavrının çok uzağında kalmış vaziyette. Esas sorulması gereken ise şu: Hayatı boyunca sinema anlayışıyla Hollywood’a muhalif yönetmen neden tavır değiştirir ki? Filmde sırıtan Hollywood öykünmeleri var. Hareketli kameralar, aşırı görsellikler. Hikâyenin açıklarını müzikle kapatma çabaları. Karakter yaratamama sorunu! Hz. Peygamberin sütannesi ile karşılaşma sahnesinde artan müzik ve kamera açıları, izleyicinin duygularını sömürmeye yönelik. Açıktan ve bile rek izleyici “ağlasın” istenmiş. Tüm bunlar Mecidi’nin sinematografyasında hiç olmayan bir usul. Dolayısıyla film Hollywood’un Nuh, İsa, Musa peygamberleri anlatan bütçesi büyük, kendisi vasat filmleri gibi. Yahudi, Hıristiyan ve Mecusiler başta olmak üzere herkese yapılan göndermeler de Hollywood tavrının bir gereği. 40 milyon dolar harcanmış, beş yıl emek verilmiş filmin estetik seviyesindeki bu düşüş sorgulanmalı. Mecidi’nin sinema dilindeki değişim daha doğrusu kötüye gidiş ele alınmalı.
Filmin basit ve yüzeysel anlatısı iki ihtimali belirtiyor: Ya gişe hasılatı düşünüldü ya da propaganda amacıyla geniş kitlelerin izlenmesi hedeflendi. Yoksa bu filmi Mecidi yapmadı mı? Şüphelendirecek kadar farklı bir film Muhammed: Allah’ın Elçisi.
Peygamber’in Temaşası
Hollywood’un bir özelliği var. Göstermeden edemez. İllaki görmek, göstermek, teşhir etmek ister. Mustafa Akad, yine bir Hollywood yapımı olan Çağrı’da Hz. Peygamber ve dört büyük sahabiyi göstermemiş, Hz. Hamza üzerinden hikâye geliştirmişti. Mecidi ise daha başarısız. Âmine, Ebu Talib ve diğerlerini göstermesini saymıyorum bile. Hz. Peygamber’in yüzü hariç her şeyini gösteriyor. Hatta parmak arasından gözlerini bile! Bebek ve çocuk olarak cisme bürünmüş bir varlık var filmde. Hz. Peygamberin saçları, yürüyüşü kısaca her şeyi beyaz perdeye yansımış. Ürkütücü olan da bu. Görülebilen bir nesne var karşımızda. Hâlbuki Akad gibi Mecidi de Hz. Peygamber’i saklamalıydı. Gözüken nesneleşir, nesneleşen tüketilir. Dinin nesneleşmemesi gerekir. Tartışılması elzem olan ise sinemada neyi gösterip neyi gösteremeyeceğimizdir.
Mezhebi Kimliğin Belirleyiciliği
İran’ın devlet olarak destek verdiği, Ayetullah Ali Hamaney’in onayını almış filmin Şii etkiden uzak olmasını beklemek abesle iştigal. Hatta bir noktaya kadar da anlaşılabilir. Sonuçta devlet desteklemiş yönetmen de kendi inanç boyutu ile hikâyesini kurgulamış. Sorun, bu anlatının beklenenin üzerinde mezhepçi olması. Hıristiyanlara selam çakmak için Bahira ile Hz. Peygamber’i Haç önünde selamlaştıran, barış mesajları veren Mecidi, neden tüm hikâyeyi Şiiliğe mahkûm eder? Anlaşılması zor. Ebu Talib’i ana karakter haline dönüştürmesi, Müslüman sayması hadi bir nebze tolere edilirken, tüm meseleyi Emevi-Haşimi çatışması ile açıklaması üzücü. Bunu yaparken estetik hale dönüştürememesi daha da garip. Emevilerle Haşimileri siyah ve beyaz elbiselerle yani kostümlerle ayrıştırmaya, simgelemeye çalışıyor film. Bahira dönüşü Mecusilerle karşılaşmasını anlattığı sekans ise çok daha ilginç. Ebu Talib’in, Hz. Peygamber’den tüm yiyecekleri dağıtmasını istemesi “Bize kalan Gadir’e kadar yetsin yeter” demesi Şii teolojinin imamet nazariyesini desteklediği Gadir-i Hum’a açık bir atıf. Ancak Gadir, insanların yaşadığı bir yer değil. Üstelik bataklıkların olduğu bir mevki. Orada yiyecek bir şey bulmaları da imkânsız. Durup dururken Gadir’e yapılan bu atıf boşuna değil. Son sahnede Ebu Süfyan’ın, Ebu Talib ve oğlu Ali’yi kastederek “Bunlar oldukça Muhammed’e bir şey yapamayız” repliği yine aynı bakışın yansıması. Film boyunca abartılı anlatımları, mistik referansları, karizmatik liderci bir din anlayışı olan Şiilikle irtibatlandırmak mümkün.
Eleştiriler Ne Kadar Haklı?
Muhammed: Allah’ın Elçisi, gösterime girdiğinden beri olumlu olumsuz pek çok değerlendirmeye muhatap oldu. Filmi ilk olarak Mecidi sinemasındaki yeri ve estetik değeri açısından ele alabiliriz. Film, beklenenden vasat, Mecidi sineması ile ilgisiz, Hollywood’a öykünmüş basit bir anlatı. İkinci olarak Hz. Peygamber’i göstermesi açısından değerlendirebiliriz. Bu yöndeki eleştirilerin haklılık payı var. Ancak eleştiriler dinin nesneleşmesi üzerine olmalı. Çağrı başta olmak üzere daha önce çekilmiş pek çok filmin bu kategori çerçevesinde ele alınıp incelenmesi gerekir. Üçüncü olarak Şii etki üzerinden yürüyen eleştiriler var. Bu eleştiriler de kısmen doğru. Filmin Şii tandanslı olduğu aşikâr. Ancak Yusuf Kaplan başta olmak üzere kimi yazarların iddia ettiği gibi Sünni omurgayı yok etmek, Sünnilere savaş açmak gibi Şii-Sünni karşıtlığında meseleye yaklaşmak çok da hakkaniyetli değil. Sonuçta bir filmin asırlarca oluşmuş bir birikimi, ana omurgayı çökertmesi mümkün değil. Dördüncü olarak ise filmi sakın izlemeyin yaklaşımı geliyor. Bu doğru değil. Sanat eserlerinin eleştirilmesi her zaman kabul edilir. Ancak yasaklama teklifi, eleştiri olarak görülemez. Kaldı ki yasaklama teklifi filme yönelik merakı artırır.