Sümer’den Asur’a Osmanlıya kadar bölgesinde varlık bulmuş bütün medeniyetlerden taşıdığı izlerle zenginleşmiş, çeşitlenmiş gerçek anlamda kültür, sanat, sanayi ve ticaret şehri olmuş, anlayışın, bir arada yaşamanın en naif numunesi olarak, o hayat dolu kıpır kıpır canlılığıyla adeta bir rüya olan Halep’in tarihte eşi benzeri görülmedik barbarlıkla harap edilmesi, Haçlı Siyonist emperyalistlerin zalimliği kadar Müslümanların da içine düştükleri sefil durumu göstermiştir.
Halep’in ışıkları sönmüş, şarkısı susturulmuştur. Şimdi onun şarkısını bir gün tekrar dönme özlemiyle yetim ve öksüz bırakılmış çocukları söylemektedir.
Halep şimdi tarifsiz acı ve ayrılık öykü leriyle yurdundan edilmiş insanların rüyasında yaşamaktadır. Rüya da olsa Halep yaşamalı, yaşatılmalıdır. Çünkü Halep İslâm ve insanlık birikiminin güçlü sembolüdür. Halep dayanmadır, direnmedir, zulme teslim olmamaktır.
Halep dirilik soluğu, canlılık nefe sidir. Halep ölümüne var olmak, ölümüne direnmektir. Ölmeyen, ölmeyecek bir ruh, bir mefkûre, bir destan olarak Halep hep yaşayacaktır. Halep, yakmakla, yıkılmakla teslim alınamayacak bir iman ve özgürlük ruhudur. Halep en saf insan vicdanının asil, onurlu isyanı, çığlığıdır. Halep şimdilik geri çekildi, gitti. Gittiği yere bütün terk edilmişliğine, yalnız bırakılmışlığına rağmen asla yere düşürmediği, kirletmediği onurunu, namusunu da götürdü.
Halep yanına kendini de alıp gitti. Halep, bir gün yanına kendini de alıp gelmenin bekleyişine girmiştir. Dabık’a tahliye edilen cesur kadınların, yaşlı insanların dudaklarından çok dokunaklı bir söz dökülüyordu: “Bir gün döneceğiz.” Hicret için Mekke’den ayrılan muhacirler de gözyaşları içinde aynı şeyi söylemişlerdi. “Mekke, bir gün sana geri döneceğiz.” O çıkış bir teslim olmayışın soylu, inançlı eylemiydi. Mekke’nin fethi özlem dolu hüzünlerle hazırlandı.
Müminlerin kalpleri büyüdü büyüdü Medine oldu, Mekke oldu. Kalpleri canlı tutan o duygu sınır tanımaz, tanımıyordu. Halepli cesur kadınların sözleri de sınırları aşıp bize kadar ulaştı. Ey Halep, sen düşmedin, kalbini avucuna alıp ayağa kalktın. Halep’te düşen insanlığın sahteliğidir, sahtekârlığa, yalana, zulme teslim olmuş insanlıktır. Halep’te düşen aşksızlıktır, inançsızlıktır. Halep harap oldu. Halep tahribi dışında yaşadı. Kâfir Siyonistlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin ise içleri baştanbaşa harap vaziyettedir. Halep’te harap olan insanlığın ölü vicdanıdır. Halep kurtulmalı, kurtarılmalıdır. Yani insanlık düştüğü bu zelil ve aşağılık sefaletten kurtulmalı, kurtarılmalıdır demek istiyorum. Halep kalbinden ayrı düşmedi, ruhunu yere düşürmedi. Düşman Halep’in yerle bir ettiği taşını toprağını belki teslim aldı ama asla ruhuna dokunamadı. Halep kalbine, kalbinin sesine sığındı. Bütün bir insanlığın kalbi ise karanlıklar yüklendi. O karanlığa yine Halep ışık olacaktır. Ancak bir Haleplinin kalbindeki aydınlık orayı ışıtabilir. Veya bir Bosnalı’nın, Srebrenitsalı’nın, bir Gazzeli’nin. ‘Bir gün geri döneceğiz’ diyen cesur kadınların gözlerinde de sözlerinde muazzam bir umut, muazzam bir ışıltı vardı; imandan ve aşktan kaynaklandığına şüphe olmayan.
Halep, kaskatı duygu veya duyarsızlıkla can çekişmesini izleyerek geride kalanlara, ağır utançlar bırakarak gitti. Halepli çocukların acısı ağlamayla hafifleyemeyecek ağırlıktaydı. Kafası gözü kurşun ve şarapnel parçalarıyla parçalanmış çocuklar bile ağlayamıyordu. Halep ağlamadı. Ama bizler, geri kalanlar, oturup Halep’e seyirci kalmanın ağır zilletini ağlayarak hafifletelim bari. İnsan kalmanın adı vicdan olan son direniş hattında hangimiz kazandık? Kim hangi değeri kazandı, kim hangi değeri kaybetti? Gerçek kazanç, gerçek kayıp nedir, hangisidir? Bütün bir Halep’te katliam yaparak kazandığını sanan insanlar, bu utancı küf tutmuş yüreklerinde gezdirerek insan haklarından, özgürlüklerden, demokrasiden bahsetmeye devam etsin. Değerler yalan üzerine mi kurulmuştur? Hayır, doğrudan yalanın kendisi bir değer sayılır olmuştur. Buna politika diyorlar, taktik, strateji diyorlar. Biz Müslümanlar da her haber bülteninde kardeşlerimizin tanık olduğumuz felaketleri karşısında hüzünlenip, hayıflanarak ruhumuzu teskin edelim. Teskin olmayı imanımızın bir yansıması sayalım! Bütün acılara, ıstıraplara, ölüm olup yağan felakete, en dayanılmaz felaketleriyle dalga dalga gelen ölüm kasırgalarına rağmen Halep, asil duruşundan geri adım atmamıştır. Her şeye rağmen Halep ölümün zalim kollarında bir rüyayı yaşama tekrar bağlayacak, yaşamı yeşertecek tecrübeye sahiptir.
2010 yılında Arap ve Mağrip İslâm coğrafyalarında halkın özgürlük ve demokrasi talebiyle diktatör yönetimlere karşı başlattıkları gösterilerin kısa zamanda kalkışmaya dönüşmesi, bölgede çok sert ve yoğun siyasal, sosyal dönüşümlere yol açtı. Arap Baharı diye de adlandırılan bu hareketin dalgaları bir yıl içinde Suriye’yi dövmeye başladı. İlk bakışta bütün bir mazlum ve Müslümanların ümitlerine denk düşen bu hareketler, Mısır ve Libya’da hayal kırıklıkları ile sonuçlandı denebilir. Belki de devrim hareketleri zamansız, hazırlıksız, başı sonu iyi hesap edilemediğinden, istenen başarı sağlanamadı. Bütün bu gelişmelerin küresel emperyalist devletlerin kanlı, kirli istihbarat operasyonları olduğu da söyleniyor. Bu yaklaşıma göre, öncülüğünü Müslümanların yaptığı kitlesel hareketlerin, bastırılması veya hedefinden saptırılması ile insanlarda bir yılgınlık, umutsuzluk ve başaramama duygusu oluşturulmak istenmiştir.
2011 Mart’ında başlayan Suriye direnişi hızla bütün ülkeye yayıldı. Rejimle muhalefet arasında yoğun çatışmalar oldu. Bu bir iç savaştı. Muhalefet bir yıl içinde neredeyse Suriye’nin dörtte üçüne hâkim olma noktasına geldi. Halep muhaliflerin en önemli direniş merkezi oldu. Büyük devletlerin de araya girmesiyle başlayan siyasi görüşmeler, PYD, DAEŞ, Hizbullah milisleri gibi yeni eleman, enstrüman ve oyun planlarının devreye sokulması ile ortalık iyice karıştı. Savaşın toz dumanı içinde kimin ne istediği, kimin kimle birlikte olduğu, öndeki güçler, arkadaki müttefikler belirsiz oldu. Sorumlu bir büyük devlet olgunluğuyla çözüm için gayret sarf etmesi beklenen ABD, bütün beyan ve politik tutumlarında olabildiğince savaşı körükleyici bir yol izlemiştir.
BM olaylara sağır, kör bir duyarsızlıkla ilgisiz kalmış, özel temsilci Mistura, verdiği beyanlar ve ciddiyetten uzak tavırlarıyla çözüm aramak yerine, sorunu daha da ağırlaştırıcı bir görev icra etmiştir. Daha açık söyleyişle Srebrenitsa’da olduğu gibi Suriye ve Irak’ta katliamın ortamı hazırlanmıştır. Ne yazık ki, bu savaş ve insanlık suçu BM’nin gözetiminde yapılmıştır. Samimi çözüm ne kadar geciktirilirse o kadar iyi ve kendi amaçlarına uygun olacağı düşünülmüştür.
Suriye’yi ve İslâm varlığını bü tünüyle yok etmek amacıyla kurulup salınan ihanet örgütlerine ilaveten Rusya’nın ve güdümündeki acımasız milisleriyle İran’ın devreye girmesi, işleri büsbütün çıkmaza sokmuştur. İran, yıllarca büyük ve küçük şeytan olarak tanımladığı ABD ve İsrail menfaatleri için Müslüman kanı dökmenin onurunu zafer diye yaşayadursun, ABD şimdilik olanlardan memnun gözüküyor. Daha doğrusu kayıtsız koşulsuz ABD’yi de kullanan üst akıl veya Siyonist odak için gelişmeler son derece iyi idi. İyi olan nedir? Bir tek ev sağlam kalmamacasına bütün sokak ve caddeleriyle Halep’in yerle bir olması mıdır? Kimyasal bombalar dâhil en öldürücü silahlarla 600 bin insanın feci biçimde öldürülmeleri mi iyidir? Yüz binlerce çocuğun anasız, bir o kadar ananın çocuksuz kalması, on milyondan fazla insanın mülteci durumuna düşmesi mi, gökleri saran acılar, çığlıklar mı, gözyaşları, hicranlar mı iyidir? Hangi trajedi, hangi sefalet iyidir? İşte ABD ve bölgeye sokup vuruşturduğu güçlerin perde gerisinden oyun kurucu Siyonistler, politikalarını tam da bu amacı gerçekleştirmek için geliştirdiler. Onların hiçbir zaman yapıcı, barışçıl politikaları olmadı. Barış ve demokrasi götürmek, insanları özgürleştirmek için operasyon yaptıkları her ülkede sınırsız felaketler yaşandı. İsrail’in hemen yanı başındaki ülkeler olabildiğince yakılsın, yıkılsın, insanları olabildiğince kıyılsın, bölge insansızlaştırılsın ve böylece egemen zulmün önü açılsın, işi kolaylaşsın. Bütün plan ve politikalar daha fazla yıkım, daha fazla kıyım içindir; arz-ı mev’ud’a gidecek yolu açmak için! Yoksa bu izlenenin akılla, mantıkla, enerji veya ekonomik çıkar hesaplarıyla izah edilir, edilecek bir yanı yoktur. Küresel fesat odaklarının barış, huzur, çözüm istedikleri yoktur. Bütün bu olanların Türkiye’yi yıkmayı, bölmeyi, parçalamayı ve elbette olabiliyorsa tümden tarihten silmeyi amaçlamadığı söylenemez. Büyük Ortadoğu Projesinin en önemli hedeflerinden biri Türkiye’dir. Bu projeyle, Haçlı Siyonist güçlerin son temsilcileri, kinle, nefretle canlı, diri tuttukları bin yıllık nefretlerinin son hesabını görmek istediler, istiyorlar. Bu hesap son ve öldürücü bir darbeyle görülmeliydi.
Arap Baharına kadar Türkiye Suriye ilişkileri son derece sıcak, samimi bir havada cereyan etti. ‘Komşularla sıfır sorun’ politikasının ana istikameti yanlış değildi. Emperyalist güçler enerjimizi kardeşler olarak birlikte güçlü olmamız yolunda kullanmak yerine, aramızda ihdas edip körükledikleri düşmanlıklarla harcamamız için her türlü şeytanlığı yaptılar. Barış ve kardeşlik tüm fesatlıkları akamete uğratacak ana stratejidir. Öyle olmalıydı, öyle de oluyordu. Bu meyanda iki ülke bakanlar kurulu Şam’da toplandı. Beşar Esad sınırların, kapıların bütünüyle açılması gerektiğini bile söylemişti. Dışişleri Bakanımız Suriye’de miting yaptı.
Bu tarihsel önemdeki yakınlaşma, öncelikle halkları için iki ülke adına muazzam bir açılım ve gelişmeydi. Kimi pürüz ler olsaydı bile zaman içinde bunlar aşılacak, tarih kendi yatağında akarak yolunu bulacaktı. Bana sorarsanız bu yakınlık ve bütünlük, İsrail yararına düşünen, oyun ve hamlelerini buna göre yapan odakları ürküttü, korkuttu. Suriye’nin, Suriye’yle birlikte bütün coğrafyanın kurt kapanına çekilme si bu aşamadan sonra gerçekleşti. Bütün iyi niyetine rağmen Türkiye’nin barış ve demokrasiye dönük çabaları sonuçsuz kaldı. Bu plana hizmet edenlerin Esad’ı da aşarak şiddet kullanma yolunu seçmeleri işi zora soktu. Sonuçta koca bir ülke kanlı, kirli planların karanlık uçurumuna itildi.
Türkiye kendini mecbur olduğu bir savaşın içinde buldu. Irak ve Suriye’de yapılmak istenen açıktır. Her iki bölge de küçük devletçiklere bölünerek parçalanmak istenmektedir. Parçalanmadan Türkiye’de nasibini alacaktı. Küresel kötülüğün işgal planında taşeron olarak kullanılan terör örgütleri aracılığıyla, ilk aşamada güney hattımızda bir terör devletinin kurulmak istendiği anlaşılmıştır.
Eğer 15 Temmuz başarılı olsaydı, bugün bunları konuşma şansımız bile olmayacaktı. Kim bilir ülkenin birbirine çoktan düşman edilmiş hangi parçasında bulunuyor olacaktık! Bu yeni kaotik ortam, bir diktatöre karşı sürdürülen savaştan payımıza düşmüş ganimet olacaktı. Bölgeyi hallaç pamuğu gibi atmayı kurgulamış ve şu an bu planı uygulayan üst akıl, saldırısının başaramadığı aşamasında Türkiye’yi bütünüyle işgal etmek istemiştir. Yani Türkiye çökünce veya dağılınca yeni haritalar daha rahat çizilmiş olacaktı. Ancak Türkiye’nin 15 Temmuz’da devleti ve milleti ile gösterdiği çelikten direnişin hemen sonrasında Cerablus’a girmesi, bütün planları bozdu.
Aslında doğrudan askeri müdahaleyle Cerablus ve Halep’li kardeşlerimize doğrudan yardım faaliyeti 15 Temmuz’da başlamıştır. O zamana kadar hareket kabiliyetimizi felç eden Paralel Devlet Yapılanması çökertilince, bölgede tarihsel pozisyonumuza uygun siyaset izlememiz daha kolay olmuştur. Şu an bu rahatlığın verdiği kararlılıkla şer odaklarının planları sahada bozulmaktadır. Şu saatten sonra Irak’tan başlayıp Akdeniz’e uzayacak terör koridoru artık hayaldir. Yarın büsbütün imkânsız olacaktır. Milleti ve devleti ile Türkiye’nin yürek hattında direnişi başlamıştır. Direnişin kolay olmayacağını, bunun bütün bir ümmet coğrafyasını ilgilendiren diriliş hareketi olduğunu biliyorum. Bizler, zor zamanlarda var olmayı bilen bir topluluğuz. Bu zor zamanlar bizi var edecektir, etmektedir. İşte Dabık alınmış, el Bab kuşatılmıştır. El Bab’ın düşmesi, terörü her çeşidiyle kullanarak Müslümanlara saldıran ABD ve şer güçlerin büyük yenilgisi olacaktır. Ardından Şengal, Menbiç, Afrin, Ayn-el Arab (Kobanî)’da yuvalanmış, kendi insanına ihanet eden çapulcu teröristler de imha edilecektir. Ordumuzun bütün bu cephelerde aynı anda harekât yapma kabiliyeti vardır. Hatta bu kabiliyet dosta düşmana bir an önce gösterilmelidir. Resmiyette dost saydığımız düşman yani stratejik ortağımız ABD, sahaya inmekle neleri değiştireceğimizi gördüğü için şimdi canhıraş bir şekilde terör örgütlerini ağır silahlarla donatmaktadır. Gerçek olan bizim bu örgütlerle değil dostumuz(!) ABD ile savaştığımızdır. Artık sefer başlamış, geri dönüşü olmayan yola girilmiştir. Ok yaydan çıkmış, düşman şah damarından yakalanmıştır.
Başından beri Suriye’de sonra Halep’te kimi yanlışlarımızın olduğu doğrudur. Başta ABD’nin ipiyle kuyuya inmenin bu kadar yanlışa sebebiyet verebileceğini düşünememiş olabiliriz.
Ancak bu kuyunun karanlığından da bir aydınlık çıkacaktır mutlaka. Biz bir ve bütün olduğumuz, yüreklerimiz toplu vurduğu sürece, onu topların bile sindiremeyeceğini biliyoruz. Burada bir önemli hususa dikkat çekilmeli, başka bir stratejik hata yapılmamalıdır. Kâfir Siyonistler sınırsız silah, para ve eğitim desteğiyle sahaya her cins ten piyonlarını sürmektedir. Biz bunlarla vuruşurken asıl hedef kendini her defasında gizliyor. Ayrıca etnik ve mezhep temelli ayrımcı söylemlerle aramıza husumetin duvarı örülüyor.
Böylece hem hepimizi imha ediyorlar hem de bizi birbirimizle imha ediyorlar. Bu şeytanca planı görüp tuzağa düşmemelidir. Yani? Yanisi şu: Olay hiçbir zaman Türk, Kürt, Arap veya Şii, Sünni çatışması değildir. Evimizi başımıza yıkmak isteyen Haçlı Siyonist ittifakıdır. Daha alt kademede ABD’dir, İngiltere’dir, İsrail’dir. Bütün bu yağma ve yıkımların, bütün bu saldırıların gerisinde İsrail’i rahatlatmak olduğunu asla unutmamak, söylem stratejilerimizi buna göre belirlemek gerekir.