Kar yağıyor sessizce. Her taraf beyaza bürünüyor. Bahçede kalan, karla kaplı üç beş ağaç, beyaz kocaman bir deve benziyor. Yüksek duvarın hemen yanında duran birkaç çocuk, bir yandan ellerini ağızlarına götürüp ısınmaya çalışırken, bir yandan da kullanılmış kömürlerin içinden tamamen yanmamış olanları bulmaya çalışıyor. Dondurucu soğuk, beyazın güzelliğini gölgede bırakıyor.
Karanlık ve soğuk yatakhanenin duvarlarına is ve hüzün sinmiş. On beş eski, kırık dökük ranza gelişigüzel koyulmuş odaya. On beş yatakta yatan on beş farklı çocuk, farklı hikaye… Yerlere serilmiş eski bir halı. Çatlamış duvardaki yorgun saatin tik tak seslerine, kalorifer peteklerinden damlayan suyun sesi eşlik ediyor. Soğuktan buz tutmuş cam açılıp da oda havalandırılamadığından yoğun bir çorap ve ter kokusu var içeride… Çocukların kimisi yatağında öylece oturuyor, kimisi eski bir battaniyeye sarılmış, fotoğraflara bakarak sessizce ağlıyor. Biri, ürkek bakışlarla, gece ıslattığı yatağını kimseye farkettirmeden ters çevirmeye çalışıyor, beceremeyince oturup tırnaklarını kemiriyor.
Soğuğun, yalnızlığın, hasretin buram buram koktuğu bu odada herkes, başka yerlerde, başka hayatları yaşamayı hayal ediyor. Pencerenin pervazına dirseklerini dayamış çocuk, iri yeşil gözlerine çöken hüzünle, beyazlığı seyrediyor. Sonra gözlerini kapatıyor. Hayalleriyle ısıtmak istiyor içini ve minik bedenini.
Erzurum’un küçük bir köyü.Aylardan Aralık. Önce usul usul yağan kar, az sonra yerini müthiş bir tipiye bırakıyor. Gökyüzü görülmüyor bir süre sonra, içerideki soba dışarıdaki soğuğun inadına hararetle yanıyor. Sobanın yanında içi tezek dolu mavi bir leğen, sobanın üzerinde fokurdayan bakır çaydanlık. Birazdan ortanca kız giriyor içeriye. Alevi sönmek üzere olan ateşe tezek ekliyor. Büyük bir çeviklikle tekrarlıyor her gün ki işini, işini bitirdiğinde, nasır tutmuş ellerini, lastikli eteğinin beline sıkıştırdığı bezle siliyor. Yemenisini düzeltiyor hızlıca… Öğleden sonra işlerini bitiren kızlar, elişilerini alıp oturuyorlar minderlere. Sessizce, pembe hayaller kuruyorlar her ilmikte.
Ördüklerini serecekleri evlerini, kendilerine ait odalarını, işten çıkıp eve gelecek eşlerini, eşlerine ve çocuklarına adayacakları mütevazi hayatlarını düşüyorlar. Bunları düşünürken bazen, yanakları al al oluyor kızların. Göz göze geldiklerinde, aynı şeyleri düşlediklerini bilerek tebessüm ediyorlar birbirlerine. Sonra, açık bir çay dolduruyorlar kendilerine. Kıtlama şekerlerini götürüyorlar ağızlarına. Onlar için en huzurlu anlardan biri. Hepsi hayatından memnun, şükrediyorlar Rablerine.
Çayla keskin limon kokusunun dolduğu bu küçük odada, evin oğlu annesinin dizinde oturuyor. Annenin şefkat dolu elleri, çocuğun saçlarını, en çok da ruhunu okşuyor. O arada tahta kapı gıcırtıyla açılıyor. Odadaki herkes ayağa kalkıyor. Uzunca boyu, geniş omuzları, sert yüz hatlarıyla çok heybetli görünen baba giriyor İçeriye. Elindeki baba yadigârı tespihini çekerek oturuyor her zamanki köşesine. Baba oturduktan sonra, ayakta bekleyen ev halkı da oturuyor minderlerine. Annesinin dizindeki çocuk, evin en küçüğü olmanın,daha önemlisi de tek erkek evlat olmanın sefasını sürüyor kendince.
Birazdan sofra kuruluyor. On bir kişilik bu kalabalık aile, sofraya oturuyor. Mavi kareli örtüyü üzerine çekiyor çocuk. Büyük ablasının yeni pişirdiği sıcacık tandır ekmeğini süzüyor iştahla. Ortadaki büyük bakır tencereye gidiyor on bir kaşık. Anne, ayırdığı tavukları ekmeğin arasına koyup oğluna veriyor. Anne, ekmeğini tavuğun suyuna banarken mutlulukla oğlunu izliyor.
Yemek sonrası, köyün erkekleri dışarı çıkıyor. Her birisi eline bir kürek alıp damlarını, kapılarının önünü temizliyor. Köyün alçak boylu, toparlak vücutlu, kırmızı yanaklı kadınları peçeleriyle ağızlarını kapatarak sessizce geçiyorlar en çok kızın bulunduğu eve. Mutfağa, hemen tandırın yanına, sarılı kırmızılı çiçek desenleriyle dolu, yumuşak minderler seriliyor, içeriye giren her büyük için, kızlar ayağa kalkıyor, büyükler oturduğunda kızlar da oturuyor. Açık çaylar, küçük bardaklarda, bir yudumda içiliyor. Şehirden getirilen renkli bayram şekerleri ağızlarda keyifle eritiliyor.
Bir başka günün akşamının sessizliği çökünce etrafa, camın önünde duran ve yıllardır yeri hiç değişmeyen gaz lambası ateşleniyor. Bütün aile sobanın etrafına oturuyor. Sekiz abla sırayla komik hikayeler anlatıyor. Çocuk, ablalarının anlattıklarını tam anlamasa da ellerini birbirine vurarak gülüyor. Ablalarını ne kadar da çok seviyor. Sobanın başında uyuklayan baba, kafasını kaldırıyor, “De hadi gidin yatın geç oldu.” diyor odasına giderken. En büyük abla, “Tamam baba,” diyor. “Yatıyoruz birazdan….” Yün döşekler seriliyor yere. Konuşmalar, fısıltıya dönüyor. Kızlar, karşı köydeki delikanlılardan, ördükleri dantellerden, karlar eridiğinde köye gelecek çerçiden, şehirde gördükleri süslü kadınlardan, gelin olacaklardan, kurdukları hayallerden bahsediyorlar birbirlerine. Büyük ablasının kucağına uzanan çocuğun gözleri, gittikçe ağırlaşıyor. Sesler anlamsızlaşıyor. Çocuk, gözlerini huzurla kapatıyor, kendini uykunun kollarına bırakıyor.
Camın önüne dirseklerini dayamış çocuk, aniden açılan kapının sesiyle irkiliyor. Kısa boylu, şişman, suratı sirke satan nöbetçi öğretmen, uykudan uyandırılmış olmanın ve Allah’ın belası dediği bu yerde bulunmak zorunda kalmasının verdiği memnuniyetsizlikle bağırıp çağırıyor. Çocuklar, hızlı hızlı hazırlanmaya gayret ediyor. Kimisi aceleyle çorabının tekini bulup giyemezken .kimisi de ayakkabılarını yolda giymeye çalışıyor. Tatlı hayallerinden uyanan çocuk , büyük bir keyifsizlikle, siyah lastiklerini geçiriyor ayağına. Kendisine üç beden büyük gelen gocuğunu da takıyor sırtına.
Yatakhane ile yemekhane arası hiç bitmeyecek bir yol kadar uzun görünüyor gözüne. Çocuk, küçük adımlarıyla yetişmeye çalışıyor arkadaşlarına.Yemekhaneye vardıklarında kapıda uzun bir kuyruğun olduğunu görüyor. Paçaları ıpıslak olmuş çocuk üşüyor… Sıranın başında olup, sıcak çorbasını almış büyük çocuklara imrenerek bakıyor. Biliyor ki sıra kendine geldiğinde yemekler buz gibi olacak. Durumu daha iyi olan çocukların üç beş kuruş vererek aldıkları somun ekmeğin kokusu çocuğu mest ediyor… Yemeklerini bitirdikten sonra, Erzurum’un dondurucu soğuğu eşliğinde tir tir titreyerek yatakhaneye varıyorlar. Çocuk, yatağına uzanıyor. Boğazına düğümlenen, ne olduğunu bilmediği, yutkunsa da bir türlü geçmeyen o yumruk, yüreğine de oturuyor. Yüreği, sanki boğazından daha fazla acıyor…
Rüzgârın çaldığı ıslıkla başlıyor yeni güne.Yine beyaz dışında bir renk yok etrafta. Çocuk, siyah lastiklerini sevmese de lastiğin, karda yürürken çıkardığı ses hoşuna gidiyor. Birkaç çocuk, karla kaplı taşın üzerine oturmuş, sıcak lavaşın arasına sarılan lor peynirin hayalini kuruyor, iki üç karga yemek artıklarının içinde geziniyor. Çocuk, sınıfa vardığında ne kadar üşümüş olduğunu hissediyor… Kendinden yaşça büyük, kabadayı geçinen birkaç çocuğun yeri, sınıfın en güzel köşesi. Kalorifer peteğinin hemen yanı.
Ellerini, ayaklarını hatta burunlarını sıcak peteğe dayamış ısınan arkadaşlarına imrenerek bakıyor…Birazdan öğretmen giriyor sınıfa. Kirli, gür siyah saçlarını geriye doğru yapıştırmış, burnunu karıştırmayı huy haline getirmiş bu adam, sivri suratındaki kocaman burnu, küçük bir düğmeyi andıran gözleri, göz kapaklarına kadar inen kalın kaşlarıyla, konuştuğunda karşısındakini yutacakmış hissini veren bir canavara benziyor. Masasına oturuyor, yağlı saçlarını kaşıyor bir süre. Kirli gözlüğünü yerleştiriyor iri burnunun üstüne. Üzerine özene bezene “Hayrettin Hoca” yazılmış, etrafı çiçeklerle böceklerle süslenmiş sopasını “Cennetten çıkma bu, cennetten!” diyerek çocuklara doğru sallıyor.Sonra sıraların arasında dolaşıyor, her adım attığında yerdeki tahtalar gıcırdıyor. Öğretmen, çocuğun yanında duruyor. “Sen”diyor, “Cevap ver bakalım sorduğum soruya. “Çocuk, heyecandan ve korkudan titriyor. Yarım yamalak anladığı soruya bildiği birkaç Türkçe kelimeyle cevap vermeye çalışıyor. Kaşlarını çatmış öğretmen “mübarek”, dediği sopasıyla rast gele vuruyor çocuğa. El, kol, diz, parmak uçları… Çocuk o kadar dayak yiyor ki bu insanlık dışı davranışın izleri, çocuğun bedeninden bir süre sonra silinse de yüreğinde silinmeyecek,çok derin izler bırakıyor. Teneffüste sınıfları kontrol eden, okulun tek bayan öğretmeni olan, bütün çocukların mutlaka aşık olduğu Leyla Öğretmen, çocuğun halini görünce, gözlerinden akan yaşlara engel olamıyor. Merhamet hisleriyle okşuyor çocuğun saçlarını. Böyle bir yerde, bu insanların arasında daha fazla kalmaya dayanamayacağını hissediyor yeniden. Memleketinde bırakmak zorunda kaldığı bebeğini düşünüyor, gözyaşlarını silerken. Bu olaydan birkaç gün sonra istifa ediyor Leyla Öğretmen. Ardında hüzün, yalnızlık ve soğuğu bırakarak gidiyor, aylardan Aralıkta..
Hava kararıyor. Karanlık ve gece sohbete dalıyor. Gece, soğuk nefesini çocuğun üzerine bırakıyor, çocuk ürperiyor. Yatağın içinde doğruluyor. Bir süredir aradığı kelimeleri ancak buluyor, tutuyor ucundan harflerin tek tek. Sonunda istediği cümleleri kurabiliyor.
Çocuk:
-Selami! Selami!, uyan haydi.
Karşı ranzada yatan Selami, çocuktan dört-beş yaş ancak büyüktü. Selami, uzun boyu, kocaman elleri ve ayakları, iri bedeni içindeki minicik kafasıyla bir karikatürden alelacele fırlamış hissini veriyordu insana. Muhakeme yeteneği pek az gelişmiş olsa da, merhametli, insaflı, bir o kadar da halden anlayan bir çocuktu. Aynı köyde yaşıyorlardı çocukla. Kendisinden yaşça ve bedence küçük olan çocuğu kolluyordu kendince. Selami uyku sersemliğiyle bir anda yataktan kalkıyor.
-Ne oldu? Ne ne ..
Çocuk:
-Selami, yarın köye gitmeliyiz. Anamı, babamı, ablalarımı, köyümü çok özledim. Kaçmalıyız yarın.
Selami gözlerini ovuşturarak:
-Sen ne diyorsun emmioğlu, nasıl kaçarız?
Çocuk, minik beyaz elleriyle Selami’nin ağzını kapatıyor. “Sus, lütfen sus duyacaklar!” Çocuğun, boynunu bükmesi karşısında yufka yürekli Selami dayanamıyor. “Tamam, yarın gidelim köye, “diyor. Çocuğun gözlerinin içi gülüyor. Yüzünde tatlı bir tebessümle, içini ısıtan bir huzurla yatağına giriyor. Birkaç dakika geçmeden Selami sesleniyor:
-Emmioğlu, ne dersin? Şöyle sıcak bir lavaş içine bol tereyağı, üzerine de lor peynir… O kadar yoldan gelmişiz yaparlar mı dersin?
Uykuya dalmak üzere olan çocuk:
-Eee tabi yaparlar. Hem o ne ki kete, çılbır, kelem dolması bile yaparlar. O kadar yoldan gelmişiz… Ertesi gün herkes yemekteyken gizlice çıkıyorlar okuldan. Kargalar hariç kimse fark etmiyor kaçtıklarını.
Çocuk, boyunu aşan karların İçinde Selami’ye tutunarak ilerlemeye çalışıyor. Bir süre sonra çocuğun takati kesiliyor, bacaklarını hissetmiyor. Çocuğun bu halini gören Selami telaşa kapılıyor. “Bu çocuğun aklına uyduk, donacağız buralarda,”diyor kendi kendine. O arada ileride bir araç görüyor. Bağırıyor, ıslık çalıyor, kocaman elleriyle kocaman kartopları yapıp atıyor araca. Çocukları fark eden kırmızı minibüs, Çoban Dede köprüsünde duruyor. Araçtan inen genç adam, dudağının ucunda tuttuğu sigarasını yere fırlatıyor. Genç adam ve arkadaşı, çocukları, omuzlarına alıyor, minibüse taşıyorlar. Araçta bulunan kirli battaniyelere sarıyorlar çocukları, sonra müsait bir yer bulup ateş yakıyorlar. Isındıkça çocukların yüzüne can geliyor.
Coşkun ve korkusuzca akan Aras Nehri’nin kenarına geldiklerinde, gurbette tanıdık bir sima gören yabancı gibi seviniyor çocuklar. Demek kl köyüne varmak üzere. Az sonra, sevdiklerine yapacağı bu sürprize, ailesinin ne kadar sevineceğini düşününce, mutluluğun ve heyecanın, bütün bedenini biranda nasıl da ısıttığını hissediyor.
Büyük abla Hediye, elinde iki güğüm, çeşmenin başında su dolduruyor. “Ablaa”diye bağıran çocuğun sesine dönen ablası, şaşkın şaşkın kardeşine bakıyor. “Tatil değil, bayram değil, seyran değil, de hele sen nasıl geldin?” Ablanın sesine diğerleri de çıkıyor kapının önüne. Ailesinin yüzünde, her birinin gözlerinde, çocuğun daha önce tanımadığı, bilmediği bir ifade beliriyor. Kimse gelip ona sarılmıyor, acıktın mı? Üşüdün mü? diye sormuyor. Çocuk anlamıyor olanları. Oysa ne büyük bir hasretle gelmişti ailesinin yanına…Evin tahta kapısı gıcırtıyla açılıyor, tedirgin bakışların hepsi kapıya yöneliyor. Baba, çatılmış kaş- larıyla oğluna bakıyor. Çocuğun gözleri doluyor, az önce heyecanla çarpan yüreği, şimdi tuhaf bir şekilde acıyor. “Neden geldin?” diyor baba, çocuğun tanımadığı bir ses tonuyla: “Neden geldin?”
Babanın gözleri, gökyüzünün fırtına öncesi griliğinde… Çocuğun boğazındaki yumruk, o kadar büyüyor kl kımıldamazsa, bir kelime etmeden öylece durursa, yumruk tüm vücudunu saracakmış gibi hissediyor. Çocuk:
-Okumayacağım ben baba, gitmeyeceğim oraya, burada … sizlerle kalacağım.
Babanın gözleri bu sefer koyu bir laciverde dönüyor, hırçın, dalgalı bir deniz oluyor gönlü. Tüm kuvvetiyle bir tokat atıyor, bir tanecik oğluna. Anne ve ablaları hıçkırıklarını yemenilerine bastırıyorlar. Karın içine düşen çocuk, tüm bedenini kaplayan bir hararetle “Gitmeyeceğim, gitmeyeceğim!”diye haykırıyor. Baba, nasır tutmuş elleriyle çocuğu yakasından tutup kaldırıyor “Gideceksin, gitmek zorundasın!” Sonra eğilip oğlunu kendine çekiyor. Gözlerinin ta içine bakıyor. Babanın gözlerindeki dalgalı deniz durgunlaşıyor, gökyüzünün grisi giderek maviye dönüyor, sesi kuvvetini kaybediyor. Baba: “Okumalısın oğul, okuyup büyük adam olmasın, sen bizim en büyük umudumuzsun.” diyor.
Çocuğun sesi kesiliyor, gözyaşları yüzünde donup kalıyor, içindeki kuşlar kanat çırpmayı bırakıyor, pembe hayallerinin bir anda yerle bir olması canını çok acıtıyor.
O gece, sobanın başında toplanan ev halkı hiç konuşmuyor. Baba, elinde tespihi, dolu dolu gözleriyle uzaklara bakıyor.
Sabaha karşı, Selami’nin babası traktörle Köprüköy’e kadar götürüyor iki çocuğu. Oradan da minibüse bindirilip, okumak zorunda oldukları okullarına gönderlliyorlar.
Yedi yaşındaki çocuk Karayazı’ya dönerken, büyüdüğünü hissediyor, olgunlaştığını… Hayatın gerçekleri olmalıydı bu yaşadıkları. Gerçekler,onun hayallerinden çok farklıydı. Gerçekler, Karayazı’nın kışı kadar soğuktu belki. Üşütüyordu kalbini, düşüncelerini donduruyordu. Ama belli ki zahmetsiz rahmet olmuyordu. Bugün yapacağı fedakarlıklar olmadan,yarın olmayacaktı onun için.
Bu gerçeği anladığından belki, yıllar sonra iyi bir meslek ve huzurlu bir yuva sahibi olup her tatilde köyüne gittiğinde, beli iyice bükülmüş, omuzları çökmüş, güçlükle ayakta duran babasının elini öperken, sonsuz minnet duygularıyla doluyordu.
İyi ki her kışın bir baharı vardı.
Baharı düşleyerek kışa sabretmek daha kolaydı.