Gün akşama dönmüş, ömrüm ikindiye. Yıldızlar dökülmüş bir bir semaya, saçlarıma duman çökmüş. Her şey, evet her şey olması gerektiği yerde, işte eskimiş, sıvası yer yer dökülmüş duvar- larıyla bu ev, yıllardan beri yeri değiştirilememiş eşyalarıyla gün sayıyor. Kapaklan kırılmış mutfak dolapları, girişte ahşap, cilası atmış ayakkabılık, antreye açılan iki küçük oda, beyaz, küçük, kare seramikli banyoda eski tip küvet, ciflenmekten rengi çıkmış.
Dört köşe ufak bir salon. Eskitme mobilyalar, ahşabı İyice solmuş bir yemek masası, uzun bir gümüşlük, ahşapla uyumlu eski moda bir koltuk takımı, yerde güzel günlerden kalma iki parça Afgan halısı. Bir kadın, bir televizyon. Aslında kadın ve televizyon bir bütün gibi. Bir genç kız. Önünde dergiler, tablet, bir de telefon. Birinden ötekine atlıyor. Pencerenin önündeki yatakta kıvrılmış yatan hasta bir adam, yüzü her daim pencereden yana… Sanki bu salondakilerle hiç bir ilgisi yok. Mutfakta fokurdayan çay. Kaynamış, acımış, unutulmuş… Ha bir de ben… Peki ben kimim? Hangi kimlik beni tanımlar ki?
Pencerenin önünde vav gibi kıvrılmış yatan adam benim babam. Kanepeden bozma bir yatak. Ayakucundan ta beline kadar battaniyeyle kapatılmış gövdesi hiç hareket etmiyor. Öyle ki yarım bir adam hissi uyandırıyor ilk bakışta. Başının altı yastıklarla yükseltilmiş, hemen önündeki pencereden sokağı seyrediyor.(muş gibi yapıyor) Yemek yedirildiği anlar dışında başını salona çevirdiği söylenemez bile.
Sahi babam kaç yıldır bu köşede hareketsiz yatıyor? Ben daha yeni bitirmiştim üniversiteyi. Yeni mezun bir genç kızdan, felçli bir babayla romatizmalı bir anneye ve dahi üç kardeşine bakan fedakar, yaşlı bir abla rolü ne zaman giydirildi üzerime? Zaman ne de münasebetsiz geçiyor.
Her ay başı neyi nereye yetiştireceğim derdi. Beynim çatlamak üzere. Kira yedi yüz, elektrik-su yüz elli, doğalgaz üç yüz, mutfak altı yüz elli, Hülya’nın nişan elbisesi sekiz yüz elli. Hülya’nın nişan elbisesi sekiz yüz elli mi? Bu kız hiç mi acımaz bana? Kiradan bile fazlası bir nişan elbisesine nasıl verilir ki? “Abla sekiz taksitle aldım,” diyor tırnaklarını törpülerken. Konuşurken gözleri ışıl ışıl yanıyor. Besbelli aşık bu kız. Ara sıra çayından bir yudum alıp bir kahkaha atıyor.
“Ay ablaal Sen de pintilikte babamı geçtin yaaaani.” Biraz uzatarak söylüyor yaniyi. Bu yeni nesil niye öyle kelimeleri ağızlarında sakız gibi uzata uzata söyler ki? Kızmama bile müsaade etmiyor, lafı sokuveriyor ağzıma. Kızlar sahiden haklı mı acaba? Abla rolünden çıkıp evin babası rolüne bürününce mi böyle asabileştim? Evden ikinci gelin çıkıyor ne de olsa. Biraz gergin miyim? Kıskanıyor muyum yoksa? Babam böyle hasta olmasa, bir köşede vav gibi kıvrılıp yatmasa beni istemeye geldiklerinde annem boynunu büküp bakmazdı yüzüme. Bu sabi sübyan ne yer, ne içer diye düşünmezdi. O zaman ben de telli duvaklı çıkar mıydım bu evden? Ah bu faturalar!. Murat askerde. Garibim, ona bu ay para gönderemedim. Gerçi kerata, “Abla sen beni dert etme, idare ediyorum,” deyip duruyor. Canım benim. Murat başkadır yaa. Elektrikle suyu. ödemesem olmaz. Hemencecik kapatıyorlar.
Kirayı vermesem. Hiç olur mu? Ev sahibi üst katta. Sonra adamın yüzüne nasıl bakarım? Bu ay babamı da kontrole götürmem lazım. Al sana masraf. Annem yarışmasından gözünü alamıyor. Oh ne âlâ Mualla! 11 Her akşam, her akşam kanaldan kanala zıplayarak bütün yarışmaları hatmediyor. Sanki milyonlar kazanıyor. Hele bir görseniz yanlış cevaplarda açıta açıta dizlerini dövüşünü. Utanmasa başına patatesler sarıp yanlış cevapların yasını tutacak. Benim için de dizlerini dövdün mü anne?
Çayım buz gibi oldu. Bu Hülya da “Çayını tazeleyim abla,” demez ki hiç.
Ah canım babam! Şimdi yerinden kalkıp yaşama karışsan bizimle. Elimden tutsan, saçlarımı okşasan. “Yeise kapılma,” desen, “Ben varım yanında.” Biliyor musun baba, çocukluğumun hiçbir hatırasında sen yoksun. Köyde, şehirde; yaz, kış, gündüz gece. Doğum günlerimde, veli toplantılarımda. Komşu pikniklerinde. Düğünde, cenazede. Ben hep sensizliği hatırlıyorum baba. Sen hep uykularımızda gelirdin eve. Sabah uyanırdık sen yoksun, akşam uykuya koyulurken yine yok. Başucumuza oturup öper miydin uykulu yanaklarımızdan? Çocuklar uyumadan yetişeyim diye gayret eder miydin? Masallardaki Kaf Dağı gibi hep uzak kaldın bize. Oysa şimdi her daim aramızdasın ama yine yoksun be baba… Ey baba! Sensiz geçen yıllar karasakız gibi yapıştı üstüme, çeksem çeksem çıkmıyor.
Biliyor musun güzel yüzlü Hülyam. Gözleri ışıl ışıl can kardeşim. Belki de ablam beni kıskanıyor diyorsun, nişan elbisemde gözü var diyorsun, ondandır yaptığım her masrafı didik dik etmesi diyorsun ya nafile… Bir bilsen seni ne çok seviyorum; ama sen de haklısın. Birbirimize gösteremedik sevgimizi belki de vakit bulamadık.
Seni de çok özleyeceğim, Nihan’ı özlediğim gibi. Şimdi kalksan yerinden, usulca eğilip “Ne o abla, yoksa ağlıyor musun?” diye sorsan keşke. Gözlerimin içine sevgiyle baksan. Sevmek, birbirimizin gözlerinin içine bakmaktır. Korkmadan, kaçmadan.
Nihan hep sizi kıskandığımı düşündü. Oysa küçücük bir kıskançlık lekesi dahi kondurmadım kalbime. Abla değil, bir anne şefkatiyle sevdim sizi. Yalnız ara sıra da takdir edilmek istemedim dersem yalan olur. Ne bileyim hani yağlayın, ballayın değil tabii ki. Küçük bir teşekkür belki. “Ya abla, senin yaptıkların da az değil. Bizleri okutmak için geçe gündüz çalıştın, didinden, bir öğretmen maaşıyla evi çekip çevirdin.
Allah razı olsun,” dersiniz diye bekleyip durdum. Nihan beyaz bir güvercin gibi kayıp gitti avuçlarımdan. Gözlerimin içine bakıp sıcacık bir “ablam” diyemedi.
Sözü edilmeyen şeyler uçup gidiyor hayatımızdan. Sevgiler gibi… Geriye mecburiyetler kalıyor.
Okuldan gelince annem dizlerime zeytinyağı sürüyor. Her akşam bir tane ağrı kesici, kalsiyum, romatizma ilaçları… Ben bunca koşturmacada hangi arada derede yaşlandım ki?
Önümde faturalar… hesap makinesi., kalem…. soğumuş çay…. Sahi kimse çayımı tazelemeye gönüllü olmadı. Zaten Hülya’ya bir şey yaptırabilmek için en az üç kere söylemek gerekiyor. Hâlâ gelinlik modellerine bakıyor elindeki tabletten. Annemse gözünü bir an olsun yarışmadan alamıyor. Biliyor musun anne, aslında ne çok soru var hayatımızda sormamız gereken. Şu yarışmaların suya, sabuna ve hayata dokunmayan sorularını bıraksan artık. Mesela… Neden çocuklar ölüyor Halep’te anne? Neden kıyılara çocuk cesetleri vuruyor? Sönmüş, solmuş bir çiçek gibi.
Tuzlu sular yakmış ciğerlerini. Kumdan kaleler yapmıyor artık çocuklar, dalgalar buz gibi bedenlerine vuruyor. Neden tel örgülerin eteğinde bekleşiyor insanlık? Çamurun, yağmurun, soğuğun kucağında insan olmanın onurunu korumak için.
Neden bombalarla uyanan Ümranlar donup kalıyor anne? Neden Ümran’ın yaş akmayan gözlerinden kan akıyor? Neden onun gözünden akamayan yaş bizim kalbimizden de akmıyor. Yüzünden akan kanı değil, tankları, roketleri, bombaları siliyor minicik avuçlarıyla. Dünyayı siliyor elinin tersiyle. Dünyadan geriye kalan bir avuç kan, onu da oturduğu koltuğa siliyor anne.
Varsın tebessüm bile eğreti dursun yüzümde. Varsın iki çift laf edemeden dilim tutulsun. Ümran’ın gözünden akan bir damla yaş olayım be anne!
Annem benim sorularımdan bihaber, yarışmacının cevapladığı sorunun yeşil yanmasını bekliyor. Aşağıdakilerden hangisi bir zeytinyağlı yemek türü değildir? a-pırasa b-fasülye c-enginar d-alinazik
Yeşil ışık yanıyor. Annem “ayyyyy” diye çığlık atıp yarışmacıyı alkışlıyor. Zil takıp oynayacak şimdi.
Önümde faturalar, yine daldım gittim. Bu akşam bir hâl yoluna koysam iyi olucak bu işleri. Olmazsa yine borç alırım okuldakilerden. Şöyle sıcak bir çay iyi olurdu kafamı, toparlamaya. Kimseden fayda yok, kalk kendine bir çay koy. Hadi Bismillah. O da ne! Babam başını bana doğru çeviriyor. Dudaklarında mahzun bir çocuk burukluğu. Gözleri ta gözlerime dokunuyor. Korkmadan, kaçmadan… “Böyle olsun istemezdim,” der gibi. Yanaklarından iki damla yaş süzülüyor.