Sokağa Taşan

1.
O zaman eve sığmayan yaşam sokaklara taşardı.
O zaman aşkı, coşkuyu, muhabbeti, sıcaklığı, duyguyu geçir­meyen beton duvarların soğukluğu fazla yoktu.
Sokaklar kaosa, karmaşaya açılmıyordu.
Sokağa açılan kapılardan güvensizlik, huzursuzluk taşmıyor­du dışarılara.
O zaman sokaklar olanca kalabalıklığıyla kimsizliği, kimsesizli­ği, yalnızlığı giyinmemişti.
Rengi solmamış, büyüsü bozulmamıştı sokakların.
Evler sokaklardan, sokaklar mahalleden, mahalle şehirlerden, şehirler insanlardan, insanlar doğadan kopmuş değildi. En önemlisi insan kendinden kopmamıştı.
İnsan ile sokak, insan ile şehir, iç dünya ile dış mekân ikilemi yaşanmıyordu. İnsan içinden kopmamıştı. Çevre insanı doğa­sının çok uzağına savurmuyordu. Hayatın dengeli, orantılı, yekpare mahiyeti zayıflamamıştı.

Şehirlerin mimarisi ruhumuzun dantelasına uyumsuz değildi. Sanki iç mekânımıza, iç mimarimize uygun tasarlanmıştı dış mekânların mimarisi. Ona göre şekillenmişti şehir. Sanki en geniş anlamıyla çevre; ruh ve kültür düzenimize uygun ola­rak kendiliğinden şekillenmişti. İnsanla bütünleşen, yaşamı güzelleştiren çatışmasız mekânları, mahalleriyle şehirler ken­di kendilerini kurmuş gibiydiler. Şehirle insan birbirini besle­yen, onaran, tezyin eden bütünlük içindeydiler. Şehir insanı sarıp sarmalar ona bir sahici dost gibi kendinden bir şeyler katardı. Şehirli yaşadığı yerle ve yaşadığı yerden kimlik kaza­nırdı evvela. Yaşam insanı zorlayan, koşturan, kıstıran, bunal­tan giderek anlamsızlaştıran karakter edinmemişti.

Şehirler de insan gibiydi bir bakıma. İnsan gibi uyanır, çalışmaya başlar, dinlenir, bayram eder, hüzünlenir, ge­ceyi yorgan gibi üzerine örter dinlen­meye çekilirdi. İnsanın sevincini, coş­kusunu, hüznünü paylaşırdı. Yaşama katılır, insana katılır, bazen insanı ken­dine katardı, insanın ruhu sinerdi şehirlere. Sabrı, imanı, asaleti sinerdi. Bu anlamda sokakları, yolları, binaları, kemerleri, taşları, sütunları, çeşmeleri, çarşıları konuşurdu. Şehirlerin dili, ru­hu, kültürü vardı. Her şehirli çare yok o dili, o ruhu, o kültürü edinirdi. Her etkinin, her etkinliğin merkezinde in­san vardı. Şimdi öyle mi ya; sadece şehirleri süsleyen yolcular yitip gitme­diler, yolcuları ve sakinlerini süsleyen şehirler de modern kent planlarının hışmına uğrayarak şimdi çoğu terke­dilmiş, itibardan düşmüş, ilgisizliğe mahkûm edilmiş mekânlarıyla kederli kimsesizliği yaşıyorlar. Vefasızlığın de­rin karanlığında kimselerin paylaşma­dığı unutulmaya yüz tutmuş nostaljileriyle baş başa.

O zaman evlerimizin açık kapılarından sokağa taşan bir şeyler vardı. Ta­şar ve sokağın sesine, şarkısına katılır­lardı. Sonra ne olduysa oldu, şehirler beton kentlerin soğukluğuna, anlayış­sızlığına orantılı olarak ‘sisler bulvarı’ içinde eriye eriye küçülüp metruk kö­şelerine büzüşüp kaldılar. Eski olanın inzivaya çekilmesiydi bu. Sonra sokak­larda görgüsüz, müsamahasız edalarla salına salına gezinen alafranga an­layış, yerli değerler adına ne varsa bir bir yaşamın dışına itti. Şimdi sokaklar eski renklerini ve seslerini yitirmiş ola­rak korkunun, güvensizliğin kol gezdi­ği tekin olmayan mekânlar hâline gel­di. O zaman sokaklar kaosa karmaşa­ya açılmıyordu. O zaman eve sığma­yan yaşam sokaklara taşıyordu.

2.
Sokaklar sadece geçilmek için midir? Kimileri sokaklar sadece geçilmek için dese de biz sokak deyip geçmeyece­ğiz. Kendi payıma hayata ve insanlar arasına karışmayı deneyen ilk adımla­rımı, o küçücük çocuk adımlarımı sokaklara ve sokaklarda attım. Çocuklu­ğumun sokaklarında ne çok coşkunlu­ğum, ne çok güzelliklerim, ne çok hoş anlarım kaldı. O yaşanmışlıkları hatır­ladığımda bir cenneti yitirdiğimi hisse­diyorum. Bir masaldı sanki. Yaşanmış olan. Yaşanmışlığı kadar gerçek bir düş seli ve yaşanmamışlığı kadar düş tadında gerçek. Orada düş ve gerçeği birbirinden ayırmanın ne imkânı ne de yararı vardır. Doğrusu böyle bir ayrım yapmak hakikatte gereksizdir de. Şim­di bir masaldan, o masalın tam için­den çıkıp gelmiş biri olarak neredeyse tüm eskileri almaya talip olduğumu bildirmek isterim. Eskici geldi. Ey in­sanlar verin bana bütün eskilerinizi. İs­met Özel’in dediği gibi, ‘işe yaramaz bulduğunuz, artık modası geçti dedi­ğiniz neyiniz varsa verin bana.’ Eskiye ait aklınız, duygularınız, eski bakışınız, duruşunuz, yürüyüşünüz, eski zevkleriniz… Verin bana. Karşılığında size yeni hayatlardan kuponlar, kartlar, vefasızlıklar çıkabilir. Orhan Pamuk’un ‘Yeni Hayat’ını alın isterse­niz. Bahtınız açıksa size Serkisof’lar, trafik kazaları, bakarsı­nız reklamı bol televizyonların birinde stüdyo konukluğu çı­kar. Belki on beş dakikalığına meşhur olursunuz. Belki…

3.
Bir uygarlık pratiği olarak ev ve sokaklar; mimarî şemaları, mekân özellikleri, birbirleriyle kompleksleri itibariyle çok önemlidir. Ev ve sokaklardaki yaşam şehrin merkezine doğru birbirini besleyerek, çoğaltarak akıp gider. Yaşam ve insan tasavvuru her merhalede, her kademede zenginleşe zenginleşe şehir merkezine ulaştığında artık tüm şehir halkı adına ve herkesi etkileyen genel bir anlayış, ortak bir ruh oluşmuş­tur. Bu ruh sadece içinde yaşanılan zamanla ve mekânlarla sınırlı değildir, içinde, günümüze taşınmış, kuşkusuz gelece­ğe ulaştırılacak kültürel motifler, tutumlar içerir. Bu açılımıyla şehirler çok katmanlı, karmaşık yerleşim yerleridir. Şehirler; yönetiminde hukukun, ticaretin, kültürün, siyasetin öne çıktı­ğı büyük ve ortak yerleşim birimleridir. Kuruluş, konum ve amaçlarına, yaşadıkları tarihsel- kültürel serüvene göre şehir­lerin öne çıkan özellikleri vardır. Bu özellikler o şehirlerin kim­liğini oluşturan en baskın unsurlardır.

Bizim şehirlerimiz genellikle inanç ve ticaret ekseninde kurul­muşlardır. Şimdilik kent ve yaşama dair ilmî çalışmaların ge­nişletilerek sürdürülmesi gerektiğini söylemekle yetinelim.
Yapılacak çalışmalar antik kentlerden modern kentlere kadar geniş bir alanı kapsamalıdır. Şunu da söylemeliyim ki, bu ko­nu hiçbir surette bağnazlığı kaldırmaz. Çünkü şehir uygarlık demektir. Çünkü uygarlıklar şehirlerde kurulmuştur. Şehir ahalisi uygarlığa şehirlerinin kapısından girerler. Uygarlığa katmayan, katılmayan şehirler zaten tarihin toz duman eden savurması karşısında yok olup giderler. Bağnazlığa karşı en sert cevabı tarih yani zaman vermektedir.

Bizim şehirlerimizin güzelliği kendine özgüdür. Sokakları ken­dine özgü bir dünya içinde güzeldir. Bunu şunun için söylü­yorum; güzel kavramı belli bir şehrin anlayış, ölçü ve estetiği­ne göre tanımlanırsa; değişikliğe kapalı bir değerlendirme mantığı içinde başka farklı modeller iyi görülmeyebilir. Unut­mayalım ki şehirler ait oldukları uygarlıkların yaşam pratiğiyle kimlik kazanırlar. Mesela antik kentlerdeki tiyatro, Agora ve­ya Roma’nın Civitaslarındaki Forum yapılarını veya Stalingrat’daki insansız, uzun, geniş bulvarları bizim şehirlerimizde bulmaya çalışmak beyhude bir uğraştır. Buna mukabil harem ve avlusuyla binlerce insanın toplanmasına imkân veren Selâ­tin Camileri ve onların etrafında yoğunlaşan çarşıyı yeterince değerlendiremezseniz ne Medine’den, Bağdat’tan, Semerkant’dan bir şey anlaşılır ne de İstanbul’un kalp atışları dinle­nebilir. Her bir kentte aynı kriterlerin tek tip estetik anlayışını aramak yerine, her bir şehrin farklı yaşam telakkisini, yaşam estetiğini bulmak gerekir. Kültür ve medeniyet farklılıkların karşılaşması, buluşması, çatışması, uzlaşması gibi etkileşim­lerle kurulur. Kökeni hangi kaygılara dayanırsa dayansın ya­şamın doğal çeşitliliğini yok etmekle varlığını sürdürme yolu­nu seçen müdahaleci diktatör yapılar sokakların ve orada akıp giden yaşamın büyülü zenginliğini de bozdu. Yaşamın insanı anlama, anlamaya, düşe, düşünceye, aşka kışkırtan çe­kiciliği de yitip gitti. Sefaleti, tükenişi, trajediyi emziren sokaklar nereye çıkar, nereye çıkmaz? Hangi sokak erdeme, hangisi iyiliğe, hangisi sevgiye çıkar? Hangi sokak ahlaka çık­maz, hangisi dostluğa? insanlık benliğinin bilinçaltında çaresiz düşünüyor: Aşkı nerde yitirdim, ruhumu hangi sokakta? Çocuklarımız hangi bulvarlarda kayboldu, yitik kuşakları ka­çıncı cadde kaçıncı sokakta arayacağız? Bu sokaklar nereye çıkar, bu sokaklar nereye çıkmaz? Yoksa şairin dediği gibi so­nunda kabre mi çıkar bu yolun kıvrımları? Kolay mı o da çare değil, karanlığın dibi görünmüyor!..

Tarihe baktığımızda bizde modern anlamda şehir plancılığı­nın olduğu söylenemeyebilir. Daha doğrusu caddeler, sokak­lar cetvelle, gönyeyle çizilmezler de suyun doğal akışında olduğu gibi güzergâhlarını kendileri belirler. Bu yapılanmanın yeni araç gereçlerin mecbur ettiği yaşam tarzını kaldıramadı­ğı söylenebilir. Diğer yandan bu kendiliğinden gelişen şema­nın müdahalesiz yaşamın özgürce gelişmesini ifade ettiği de bilinmelidir. Şehirler yaşamın soyut niteliğinin somut yansı­ması gibidir. Bizim sokakları şekillendirdiğimizden daha fazla sokaklar bizi şekillendirir. Yollar ve sokaklar mümkün merte­be hiçbir yaşamı yıkıma uğratmadan, mahremiyetlere, özel yaşam alanlarına müsamaha göstererek, hiçbir düşü, düşün­ceyi bozmadan kendiliğinden güzergâhlarını bulmuşlardır. Nereye? Evimizden, önce ev içimizden çıkmaza, oradan so­kağa ve her bir kapı aralığından, her bir çıkmaz sokaktan içi­ne taze tebessümler, yeni selamlaşmalar, yeni sabahlar, yeni günler, yeni asude duruşlar, yürüyüşler kata kata, çoğalarak şehrin içine; hanlara, bedestenlere, arastalara, dükkânlara, mescitlere, camilere. Oradan kemer altlarından, kubbe altlarından, bir masal coşkusuyla renkli yaşamlar panayırı çarşıla­rın her kıyısında, her köşesinde ayrı bilmeceler olan, taş dö­şeli sokaklarını adımlaya adımlaya yine evimize. Orada sü­kûn, orada hayat bulur; hayatı paylaşır.

Sofalı evlerimizin iç orta mekânları ‘hayat’ diye tabir edilir. Bu nokta ev ve yaşam ilişkisi bakımından çok önemlidir. Evimizin tam orta yerine hayat deyişimizin bariz anlamı hayatın orta yerine aileyi koymamızla alakalı­dır. Hayatsız ev, evsiz hayat mümkün değildir bizim kültürümüzde, ilk düş, ilk düşünce orada başlar, ilk bilgiler orada öğrenilir, ilk bilmeceler orada çözülür. O iç mekân kültürel, psikolo­jik boyutuyla hakikaten hayattır. Ora­sı, geniş anlamıyla da evimiz ve ev içi­miz iç dünyamızın da oluştuğu yerdir. Oradan yüksek duvarlarla ya da ah­şap perdelerle çevrelenmiş avluya, bahçeye, sonra sokağa doğru hareket alanını ve çevreyi genişlete genişlete açılan varlığımız özgürlüğe ve kimliği­mizi edinmeye doğru rahat, uyumlu bir geçiş yapar. Evimiz ne kadar iç dünyamızın mekânsal karşılığıysa sokaklar da sosyal yönümüzün ve kişili­ğimizin mekânsal karşılığıdır. Sokakta elbette evimizdeymişiz gibi hareket etmeyiz. Toplum orada bize farklı rol­ler ve sorumluluklar yükler. Sağlıklı toplumsal ilişkiler sağlıklı bireylerce kurulur. Kişiliğini ev ve sokak arasında çatışma yaşamadan ya da pek az ya­şayarak kuranlar toplumsal yaşama daha kolay dahil olurlar. Evlerimizle sokaklarımız arasındaki denge ve birbiriyle ilişkili bütünlük bu açıdan da önemlidir. O nedenle oturmuş gele­neksel ilişkilerimiz ve mekânlarımız içinde kâbuslar yaşanmazdı. Doğal olarak herkes yerini bilirdi. Şehirli her birey kendi havasını solurdu. Özgürce ama o sorumluluğu duyarak. Yozlaş­madan.

4.
Şehirleşme devrimi başlayıp, Avru­pa’da ilk işçi ve burjuva sınıfının orta­ya çıktığı değişim dönemlerinde Almanlara atfedilen bir atasözü ‘Şehir havası insanı özgür kılar’ diyordu. Bu­radaki özgürlük feodal bağımlılıktan ve sınırlamalardan biraz da değerler­den soyutlanmaya denk düşüyordu kuşkusuz. Aynı sözden hareketle gü­nümüz kentlerinin de insanı özgürleştirdiği söylenebilir mi? Yoksa günü­müz insanı kentsel yaşama sürecinin korkunç ablukası ve baskısı içinde öz­gür kılacağı düşlerini de mi yitirdi? Programlanmış bir kurguyla yıllar bo­yu her gün kendini tekrarlayan meka­nik hayat, cetvelle çizilmiş dümdüz so­kaklar içinde dümdüz mü oldu/olu­yor? Şu anda, (şimdi, birdenbire) Ethem’in aklıma düşmesi nedensiz de­ğil. Anlatmalıyım. Ethem, İzmir’in ba­na armağan ettiği katıksız, nezih du­yarlıkları olan bir dost. Has Karşıyakalı. Moskova’dan gelmişti. Gelir gel­mez Hisarönü’nde buluştuk. Klasik Osmanlı mimarisiyle Hisar Camii, İz­mir’in merkezdeki en otantik mekânı­dır. İzmir’i gezmeye buradan başlaya­bilirsiniz. Caminin önünde (klasik mo­del bozulmayarak) ulu bir çınar yük­selmektedir. En az beşyüz yıllık bu anıtsal, görkemli ağaç yeşil yeşil yük­selip devasa bir şemsiye gibi açılır. Caminin manevî havasına, çınarın tarihsel koyu gölgesi karışın­ca ruhunuza derin bir sükûnet yayılmaya başlamıştır hemen. Erken saatlerdir. Bir kaçı dışında güvercinlerin tümü Konak’taki Saat Kulesi’ne ve hemen yanı başındaki mescide ka­nat çırpmışlardır. Şadırvanın haznesindeki su gecenin ayazıy­la buz gibidir. Demir petekli kepenkler keyifli keyifli açılmak­tadır. ‘Günaydın’, ‘Hayırlı işler, bol kazançlar.’ Garsonlar es­nafa sabah çaylarını soğumadan yetiştirmelidir. Çoğu dük­kân ve mağaza açıldı bile. Hatta tabureler, hasır oturaklar çe­kilip başlanmıştır muhabbete. Orada neler konuşulur? Sade­ce alışveriş mi? Hayır, siyasetten, sanata yaşama ait ve yaşa­ma dair ne varsa her şey. Çarşılar sanki hür düşünce mekte­bidir. Ekonominin, siyasetin, genel gidişatın nabzı oralarda atar. Çıraklar dükkânların kilit taşlarıyla döşeli önlerini tozut­madan süpürmek için yerlere su çiseliyorlar. Sükûnet ve se­rinlik. Ethem belli ki içi içine sığmayarak seyrediyor bütün bunları. Özlemi ne koyulaşmış meğer. Hiç bir ayrıntıyı kaçır­mamaya, hiç bir anı telef etmemeye çalışıyor. Boşuna, az sonra düş kovalamaktan yorulacak. Rüya başlamadı daha. Bi­razdan toptan mal almak için satıcılar ve alışveriş için daha hususen de ev hanımları çarşıya inince sen asıl o zaman din­le bu sokakların şarkısını. İşte o zaman rüyaya uyanacaksın. Bin bir gece masalının Bağdat’ı. ‘Haydi yürüyelim.’ Hemen ya­nı başımızda Kızlarağası Bedesteni’ne atıyoruz adımımızı. İç avlulu, zeminle birlikte iki katlı tarihi bir çarşı burası. Taş ve kırmızı tuğla sırasıyla örülmüş duvarları, kubbeli ve tonozlu üst örtü sistemiyle günümüze iyi kalabilmiş, iç sahanlara sağ­lı sollu açılan dükkânlarda eski halı, ipek kumaş ve hediyelik eşyacılar, sahaflar, değerli taş ve gümüş işçiliği takı satıcıları her şey var burada. Çıkıp Kestane Pazarı’na ve oradan Şadırvanaltı’na doğru ilerliyoruz. Şu billuriyeci tezgâhını ne güzel açmış; porselen yemek takımları, arkopel kahve fincanı ta­kımları, kesme kristal çay seti, yaldızlı sürahiler ışıl ışıl. Boncukçunun kapısı renk cümbüşünden neredeyse görülmüyor, Çiçekçi çiçeklerini tanzim ediyor; damlalı tomurcuklar, kasım­patıları, karanfiller, papatyalar. Bayanlar renk renk yünlere, dantel ipliklerine bakıyorlar. Şu bayanı gözüm mahalleden ısırıyor galiba. Boşnak ya da Arnavut olmalı. Makrome örneklerine bakıyor. Manav özene bezene meyvelerini diziyor tezgâha. İnsanın alıp foşurdatarak yiyesi geliyor şuracıkta. Şu sokak çantacılara, bu sokak kendircilere, nalburlara çıkar. Ethem sık sık duruyor. Uzak kalınca değerini daha çok anladığı her bir şeye dikkatimi çekip ‘Biliyor musun’ diyor, ‘Şehir ve so­kaklar bilmece gibi olmalı. Moskova’nın çok geniş, kilometre­lerce dümdüz uzayan caddeleri, sokakları var.
Ama soğuk mu soğuk.’

Sosyalizm şehirleri soğukluktan kur­taracak sıcaklık oluşturamadı. Araziyi yatay ve dikey çizgilerle bölüp betonlayarak caddeler, alanlar açıp kurduğunuz şehir­ler insan ruhunun geometrisine ne kadar uygun ve uyumluy­du? Sokaklar sadece geçilmek için miydi? Kaldı ki çoğu so­kak ve caddelerin geçilmek için bile olsun açıldıkları söylene­mez. Otoriter kaygılarla planlanmış kentlerin insanı daha ilk adımda yutan caddeleri daha çok resmi gün ve törenlerde tahakküm edilen halklara gözdağı vermek için açılmışlardır. Moskova’nın caddeleri hangi insana, hangi yaşama hizmet içindir bilmiyorum ama tankıyla, topuyla Kızılordu’nun deh­şet saçan geçişi için olduğunu biliyorum. Sadece Mosko­va’nın değil hiçbir kentin düşü bıçaklanmamalı. Her şehir be­yaz geceleri yorgan gibi üzerine çektiğinde, şefkatli bir ana gibi ayrım gözetmeksizin tüm insanını koynuna alarak renkli rüyalar görmelidir. İnsanlar o düşe katılmalıdır. İnsanların neredeyse rüyalarını bile denetim altında tutan tektiplikler, tekdüzelikler yaşamın elbette estetik boyutunu yok edecekti. Yaşamak kâbusa dönecekti.

5.
Bir şehir sivil karakterinin bolluğu oranında kimlik kazanır ve kendi insan tipini ortaya çıkarır. O şehrin sokaklarından in­sanlar geçer. O şehrin sokakları insana göredir, insana oran­tılıdır. İnsanlar hayata açılan adımlarla, aşkla, sevgiyle, mu­habbetle elbette yer yer sıkıntıyla, husumetle, sessiz, sesli, kavgalı ama hep insanî yanlarıyla, insan gerçekliğiyle; yani kendilerinden kopmadan geçerler. Bu anlamda bizim sokak­larımız besler insanı, büyütür.

Bir de çıkmaz sokaklarımız vardır. Evlerimizin kapıları daha çok oralara açılır. Ben en çok çıkmaz sokakları severim. Çık­maz sokakları bol mahalleleri, o mahallelerde yaşamayı ne çok özlüyorum. O sokakları hep geniş bir ev gibi düşündüm. Kenarına dizilen evlerin bir ucu sokağa, mahalleye açık avlu­su gibi. Evden bir kademe daha geniş olan hususi ara me­kânlar, yarı mahremiyet mekânları. Sanki evlerimizin doğal uzantıları. Çıkmazda oturanlar orayı bir ortak yaşama alanı, bir ortak avlu gibi kullanırlar. Çıkmazda olmak ruhsal ve dü­şünsel anlamda çıkmazda kalmak değildir. Bilakis hayata ve insanlara daha problemsiz hazırlanmanın güvenli çevresel mekânlarıdır. O sokağı paylaşan her aile birbirine akrabalık ölçüsünde yakındır. Ya akrabadırlar ya da akrabayı aratma­yacak ölçüde yakındırlar. Kişilikler; ev, çıkmaz sokak ve sokak süreciyle geçişlerin olabildiğince problemsiz, çatışmasız inşa edilir. Büyük kentlerde birden bire sokaklara savrularak ölümcül çalkantıların ve çatışmaların girdabına kapılıp, ne ol­duğunu anlayamadan kaybolan körpe gençler düşünülürse hayata hazırlanmak anlamında çıkmaz sokakların ve o eski sokakların kıymeti anlaşılacaktır. Aç­madan solan, soldurulan çiçekler bizi nasıl üzmesin?

Ev bir yönüyle iç evrenimizi temsil eder. Orası bizim özel dünyamızdır. Ana kucağından ana ocağına giden süreçte çocuk ilk deneyimlerini, donanımlarını edinir. Sofalı, geniş avlulu ve bahçeli evler çocukluk evresinde varlı­ğımız için daha geniş bir ortam sağ­lar. Bu modern yaşamların çocuklara öngördüğü dar mekânlarla kıyaslana­mayacak genişlikte bir alandır. Bu ge­niş mekânlarda ve bu mekânlardaki özel, naif ilişkiler gergefinde dokunan kişiliğimiz çıkmaz sokakta akranları­mızla daha ortak, daha paylaşımcı bir uygulamaya geçer. Orası küçük ölçek­te bir toplumsal ortak yaşama alanı­dır. Bu kademede son derece sağlıklı işleyen bir süreçle başkasına sevgi, saygı, tahammül, paylaşım ve medeni cesaret öğrenilir. Burası bir çıkmazdır. Ama yaşam ve var olma adına çık­mazda değilizdir. Bu sokak başkası için, yolunu şaşıran kimi yabancılar için çıkmazdır. Bir de bu kapalı sokak­lar anlayışsızlığa, öfkeye, nefrete, bencilliğe çıkmaz evet. Ama bu so­kaklar özellikle oranın sakinleri İçin, sevgiye, onurlu aşklara, belki kara sevdalara, kardeşliğe, yardımlaşmaya, hoşgörüye çıkar. Özümüze, özgürlü­ğümüze, kendimize çıkar. Yüzyıllar boyu süren akış bir medeniyeti yaşa­tır. Sokaklara taşan işte bu akıştır.

O  zaman eve sığmayan yaşam soka­ğa taşardı. Sokaklardan dönüp evlere dolan bu ses bu nefesti. O zaman so­kaklarımız sesini, nefesini yitirmemişti daha. O sesi o nefesi yeniden bulmak için haydi evimize gidelim.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Sokak Seslerinde Kaybolmak -I- / İsmail Bingöl
Modern Bir Kerem: Talibî Coşkun / Alim Yıldız
Göçebenin İkinci Gelişi / Mehmet S.Rindokur
Çobanlar Ateşi Güzel Yakar Hep / Selami Şimşek
Zemzem / Cafer Petek
Tümünü Göster