1.
O zaman eve sığmayan yaşam sokaklara taşardı.
O zaman aşkı, coşkuyu, muhabbeti, sıcaklığı, duyguyu geçirmeyen beton duvarların soğukluğu fazla yoktu.
Sokaklar kaosa, karmaşaya açılmıyordu.
Sokağa açılan kapılardan güvensizlik, huzursuzluk taşmıyordu dışarılara.
O zaman sokaklar olanca kalabalıklığıyla kimsizliği, kimsesizliği, yalnızlığı giyinmemişti.
Rengi solmamış, büyüsü bozulmamıştı sokakların.
Evler sokaklardan, sokaklar mahalleden, mahalle şehirlerden, şehirler insanlardan, insanlar doğadan kopmuş değildi. En önemlisi insan kendinden kopmamıştı.
İnsan ile sokak, insan ile şehir, iç dünya ile dış mekân ikilemi yaşanmıyordu. İnsan içinden kopmamıştı. Çevre insanı doğasının çok uzağına savurmuyordu. Hayatın dengeli, orantılı, yekpare mahiyeti zayıflamamıştı.
Şehirlerin mimarisi ruhumuzun dantelasına uyumsuz değildi. Sanki iç mekânımıza, iç mimarimize uygun tasarlanmıştı dış mekânların mimarisi. Ona göre şekillenmişti şehir. Sanki en geniş anlamıyla çevre; ruh ve kültür düzenimize uygun olarak kendiliğinden şekillenmişti. İnsanla bütünleşen, yaşamı güzelleştiren çatışmasız mekânları, mahalleriyle şehirler kendi kendilerini kurmuş gibiydiler. Şehirle insan birbirini besleyen, onaran, tezyin eden bütünlük içindeydiler. Şehir insanı sarıp sarmalar ona bir sahici dost gibi kendinden bir şeyler katardı. Şehirli yaşadığı yerle ve yaşadığı yerden kimlik kazanırdı evvela. Yaşam insanı zorlayan, koşturan, kıstıran, bunaltan giderek anlamsızlaştıran karakter edinmemişti.
Şehirler de insan gibiydi bir bakıma. İnsan gibi uyanır, çalışmaya başlar, dinlenir, bayram eder, hüzünlenir, geceyi yorgan gibi üzerine örter dinlenmeye çekilirdi. İnsanın sevincini, coşkusunu, hüznünü paylaşırdı. Yaşama katılır, insana katılır, bazen insanı kendine katardı, insanın ruhu sinerdi şehirlere. Sabrı, imanı, asaleti sinerdi. Bu anlamda sokakları, yolları, binaları, kemerleri, taşları, sütunları, çeşmeleri, çarşıları konuşurdu. Şehirlerin dili, ruhu, kültürü vardı. Her şehirli çare yok o dili, o ruhu, o kültürü edinirdi. Her etkinin, her etkinliğin merkezinde insan vardı. Şimdi öyle mi ya; sadece şehirleri süsleyen yolcular yitip gitmediler, yolcuları ve sakinlerini süsleyen şehirler de modern kent planlarının hışmına uğrayarak şimdi çoğu terkedilmiş, itibardan düşmüş, ilgisizliğe mahkûm edilmiş mekânlarıyla kederli kimsesizliği yaşıyorlar. Vefasızlığın derin karanlığında kimselerin paylaşmadığı unutulmaya yüz tutmuş nostaljileriyle baş başa.
O zaman evlerimizin açık kapılarından sokağa taşan bir şeyler vardı. Taşar ve sokağın sesine, şarkısına katılırlardı. Sonra ne olduysa oldu, şehirler beton kentlerin soğukluğuna, anlayışsızlığına orantılı olarak ‘sisler bulvarı’ içinde eriye eriye küçülüp metruk köşelerine büzüşüp kaldılar. Eski olanın inzivaya çekilmesiydi bu. Sonra sokaklarda görgüsüz, müsamahasız edalarla salına salına gezinen alafranga anlayış, yerli değerler adına ne varsa bir bir yaşamın dışına itti. Şimdi sokaklar eski renklerini ve seslerini yitirmiş olarak korkunun, güvensizliğin kol gezdiği tekin olmayan mekânlar hâline geldi. O zaman sokaklar kaosa karmaşaya açılmıyordu. O zaman eve sığmayan yaşam sokaklara taşıyordu.
2.
Sokaklar sadece geçilmek için midir? Kimileri sokaklar sadece geçilmek için dese de biz sokak deyip geçmeyeceğiz. Kendi payıma hayata ve insanlar arasına karışmayı deneyen ilk adımlarımı, o küçücük çocuk adımlarımı sokaklara ve sokaklarda attım. Çocukluğumun sokaklarında ne çok coşkunluğum, ne çok güzelliklerim, ne çok hoş anlarım kaldı. O yaşanmışlıkları hatırladığımda bir cenneti yitirdiğimi hissediyorum. Bir masaldı sanki. Yaşanmış olan. Yaşanmışlığı kadar gerçek bir düş seli ve yaşanmamışlığı kadar düş tadında gerçek. Orada düş ve gerçeği birbirinden ayırmanın ne imkânı ne de yararı vardır. Doğrusu böyle bir ayrım yapmak hakikatte gereksizdir de. Şimdi bir masaldan, o masalın tam içinden çıkıp gelmiş biri olarak neredeyse tüm eskileri almaya talip olduğumu bildirmek isterim. Eskici geldi. Ey insanlar verin bana bütün eskilerinizi. İsmet Özel’in dediği gibi, ‘işe yaramaz bulduğunuz, artık modası geçti dediğiniz neyiniz varsa verin bana.’ Eskiye ait aklınız, duygularınız, eski bakışınız, duruşunuz, yürüyüşünüz, eski zevkleriniz… Verin bana. Karşılığında size yeni hayatlardan kuponlar, kartlar, vefasızlıklar çıkabilir. Orhan Pamuk’un ‘Yeni Hayat’ını alın isterseniz. Bahtınız açıksa size Serkisof’lar, trafik kazaları, bakarsınız reklamı bol televizyonların birinde stüdyo konukluğu çıkar. Belki on beş dakikalığına meşhur olursunuz. Belki…
3.
Bir uygarlık pratiği olarak ev ve sokaklar; mimarî şemaları, mekân özellikleri, birbirleriyle kompleksleri itibariyle çok önemlidir. Ev ve sokaklardaki yaşam şehrin merkezine doğru birbirini besleyerek, çoğaltarak akıp gider. Yaşam ve insan tasavvuru her merhalede, her kademede zenginleşe zenginleşe şehir merkezine ulaştığında artık tüm şehir halkı adına ve herkesi etkileyen genel bir anlayış, ortak bir ruh oluşmuştur. Bu ruh sadece içinde yaşanılan zamanla ve mekânlarla sınırlı değildir, içinde, günümüze taşınmış, kuşkusuz geleceğe ulaştırılacak kültürel motifler, tutumlar içerir. Bu açılımıyla şehirler çok katmanlı, karmaşık yerleşim yerleridir. Şehirler; yönetiminde hukukun, ticaretin, kültürün, siyasetin öne çıktığı büyük ve ortak yerleşim birimleridir. Kuruluş, konum ve amaçlarına, yaşadıkları tarihsel- kültürel serüvene göre şehirlerin öne çıkan özellikleri vardır. Bu özellikler o şehirlerin kimliğini oluşturan en baskın unsurlardır.
Bizim şehirlerimiz genellikle inanç ve ticaret ekseninde kurulmuşlardır. Şimdilik kent ve yaşama dair ilmî çalışmaların genişletilerek sürdürülmesi gerektiğini söylemekle yetinelim.
Yapılacak çalışmalar antik kentlerden modern kentlere kadar geniş bir alanı kapsamalıdır. Şunu da söylemeliyim ki, bu konu hiçbir surette bağnazlığı kaldırmaz. Çünkü şehir uygarlık demektir. Çünkü uygarlıklar şehirlerde kurulmuştur. Şehir ahalisi uygarlığa şehirlerinin kapısından girerler. Uygarlığa katmayan, katılmayan şehirler zaten tarihin toz duman eden savurması karşısında yok olup giderler. Bağnazlığa karşı en sert cevabı tarih yani zaman vermektedir.
Bizim şehirlerimizin güzelliği kendine özgüdür. Sokakları kendine özgü bir dünya içinde güzeldir. Bunu şunun için söylüyorum; güzel kavramı belli bir şehrin anlayış, ölçü ve estetiğine göre tanımlanırsa; değişikliğe kapalı bir değerlendirme mantığı içinde başka farklı modeller iyi görülmeyebilir. Unutmayalım ki şehirler ait oldukları uygarlıkların yaşam pratiğiyle kimlik kazanırlar. Mesela antik kentlerdeki tiyatro, Agora veya Roma’nın Civitaslarındaki Forum yapılarını veya Stalingrat’daki insansız, uzun, geniş bulvarları bizim şehirlerimizde bulmaya çalışmak beyhude bir uğraştır. Buna mukabil harem ve avlusuyla binlerce insanın toplanmasına imkân veren Selâtin Camileri ve onların etrafında yoğunlaşan çarşıyı yeterince değerlendiremezseniz ne Medine’den, Bağdat’tan, Semerkant’dan bir şey anlaşılır ne de İstanbul’un kalp atışları dinlenebilir. Her bir kentte aynı kriterlerin tek tip estetik anlayışını aramak yerine, her bir şehrin farklı yaşam telakkisini, yaşam estetiğini bulmak gerekir. Kültür ve medeniyet farklılıkların karşılaşması, buluşması, çatışması, uzlaşması gibi etkileşimlerle kurulur. Kökeni hangi kaygılara dayanırsa dayansın yaşamın doğal çeşitliliğini yok etmekle varlığını sürdürme yolunu seçen müdahaleci diktatör yapılar sokakların ve orada akıp giden yaşamın büyülü zenginliğini de bozdu. Yaşamın insanı anlama, anlamaya, düşe, düşünceye, aşka kışkırtan çekiciliği de yitip gitti. Sefaleti, tükenişi, trajediyi emziren sokaklar nereye çıkar, nereye çıkmaz? Hangi sokak erdeme, hangisi iyiliğe, hangisi sevgiye çıkar? Hangi sokak ahlaka çıkmaz, hangisi dostluğa? insanlık benliğinin bilinçaltında çaresiz düşünüyor: Aşkı nerde yitirdim, ruhumu hangi sokakta? Çocuklarımız hangi bulvarlarda kayboldu, yitik kuşakları kaçıncı cadde kaçıncı sokakta arayacağız? Bu sokaklar nereye çıkar, bu sokaklar nereye çıkmaz? Yoksa şairin dediği gibi sonunda kabre mi çıkar bu yolun kıvrımları? Kolay mı o da çare değil, karanlığın dibi görünmüyor!..
Tarihe baktığımızda bizde modern anlamda şehir plancılığının olduğu söylenemeyebilir. Daha doğrusu caddeler, sokaklar cetvelle, gönyeyle çizilmezler de suyun doğal akışında olduğu gibi güzergâhlarını kendileri belirler. Bu yapılanmanın yeni araç gereçlerin mecbur ettiği yaşam tarzını kaldıramadığı söylenebilir. Diğer yandan bu kendiliğinden gelişen şemanın müdahalesiz yaşamın özgürce gelişmesini ifade ettiği de bilinmelidir. Şehirler yaşamın soyut niteliğinin somut yansıması gibidir. Bizim sokakları şekillendirdiğimizden daha fazla sokaklar bizi şekillendirir. Yollar ve sokaklar mümkün mertebe hiçbir yaşamı yıkıma uğratmadan, mahremiyetlere, özel yaşam alanlarına müsamaha göstererek, hiçbir düşü, düşünceyi bozmadan kendiliğinden güzergâhlarını bulmuşlardır. Nereye? Evimizden, önce ev içimizden çıkmaza, oradan sokağa ve her bir kapı aralığından, her bir çıkmaz sokaktan içine taze tebessümler, yeni selamlaşmalar, yeni sabahlar, yeni günler, yeni asude duruşlar, yürüyüşler kata kata, çoğalarak şehrin içine; hanlara, bedestenlere, arastalara, dükkânlara, mescitlere, camilere. Oradan kemer altlarından, kubbe altlarından, bir masal coşkusuyla renkli yaşamlar panayırı çarşıların her kıyısında, her köşesinde ayrı bilmeceler olan, taş döşeli sokaklarını adımlaya adımlaya yine evimize. Orada sükûn, orada hayat bulur; hayatı paylaşır.
Sofalı evlerimizin iç orta mekânları ‘hayat’ diye tabir edilir. Bu nokta ev ve yaşam ilişkisi bakımından çok önemlidir. Evimizin tam orta yerine hayat deyişimizin bariz anlamı hayatın orta yerine aileyi koymamızla alakalıdır. Hayatsız ev, evsiz hayat mümkün değildir bizim kültürümüzde, ilk düş, ilk düşünce orada başlar, ilk bilgiler orada öğrenilir, ilk bilmeceler orada çözülür. O iç mekân kültürel, psikolojik boyutuyla hakikaten hayattır. Orası, geniş anlamıyla da evimiz ve ev içimiz iç dünyamızın da oluştuğu yerdir. Oradan yüksek duvarlarla ya da ahşap perdelerle çevrelenmiş avluya, bahçeye, sonra sokağa doğru hareket alanını ve çevreyi genişlete genişlete açılan varlığımız özgürlüğe ve kimliğimizi edinmeye doğru rahat, uyumlu bir geçiş yapar. Evimiz ne kadar iç dünyamızın mekânsal karşılığıysa sokaklar da sosyal yönümüzün ve kişiliğimizin mekânsal karşılığıdır. Sokakta elbette evimizdeymişiz gibi hareket etmeyiz. Toplum orada bize farklı roller ve sorumluluklar yükler. Sağlıklı toplumsal ilişkiler sağlıklı bireylerce kurulur. Kişiliğini ev ve sokak arasında çatışma yaşamadan ya da pek az yaşayarak kuranlar toplumsal yaşama daha kolay dahil olurlar. Evlerimizle sokaklarımız arasındaki denge ve birbiriyle ilişkili bütünlük bu açıdan da önemlidir. O nedenle oturmuş geleneksel ilişkilerimiz ve mekânlarımız içinde kâbuslar yaşanmazdı. Doğal olarak herkes yerini bilirdi. Şehirli her birey kendi havasını solurdu. Özgürce ama o sorumluluğu duyarak. Yozlaşmadan.
4.
Şehirleşme devrimi başlayıp, Avrupa’da ilk işçi ve burjuva sınıfının ortaya çıktığı değişim dönemlerinde Almanlara atfedilen bir atasözü ‘Şehir havası insanı özgür kılar’ diyordu. Buradaki özgürlük feodal bağımlılıktan ve sınırlamalardan biraz da değerlerden soyutlanmaya denk düşüyordu kuşkusuz. Aynı sözden hareketle günümüz kentlerinin de insanı özgürleştirdiği söylenebilir mi? Yoksa günümüz insanı kentsel yaşama sürecinin korkunç ablukası ve baskısı içinde özgür kılacağı düşlerini de mi yitirdi? Programlanmış bir kurguyla yıllar boyu her gün kendini tekrarlayan mekanik hayat, cetvelle çizilmiş dümdüz sokaklar içinde dümdüz mü oldu/oluyor? Şu anda, (şimdi, birdenbire) Ethem’in aklıma düşmesi nedensiz değil. Anlatmalıyım. Ethem, İzmir’in bana armağan ettiği katıksız, nezih duyarlıkları olan bir dost. Has Karşıyakalı. Moskova’dan gelmişti. Gelir gelmez Hisarönü’nde buluştuk. Klasik Osmanlı mimarisiyle Hisar Camii, İzmir’in merkezdeki en otantik mekânıdır. İzmir’i gezmeye buradan başlayabilirsiniz. Caminin önünde (klasik model bozulmayarak) ulu bir çınar yükselmektedir. En az beşyüz yıllık bu anıtsal, görkemli ağaç yeşil yeşil yükselip devasa bir şemsiye gibi açılır. Caminin manevî havasına, çınarın tarihsel koyu gölgesi karışınca ruhunuza derin bir sükûnet yayılmaya başlamıştır hemen. Erken saatlerdir. Bir kaçı dışında güvercinlerin tümü Konak’taki Saat Kulesi’ne ve hemen yanı başındaki mescide kanat çırpmışlardır. Şadırvanın haznesindeki su gecenin ayazıyla buz gibidir. Demir petekli kepenkler keyifli keyifli açılmaktadır. ‘Günaydın’, ‘Hayırlı işler, bol kazançlar.’ Garsonlar esnafa sabah çaylarını soğumadan yetiştirmelidir. Çoğu dükkân ve mağaza açıldı bile. Hatta tabureler, hasır oturaklar çekilip başlanmıştır muhabbete. Orada neler konuşulur? Sadece alışveriş mi? Hayır, siyasetten, sanata yaşama ait ve yaşama dair ne varsa her şey. Çarşılar sanki hür düşünce mektebidir. Ekonominin, siyasetin, genel gidişatın nabzı oralarda atar. Çıraklar dükkânların kilit taşlarıyla döşeli önlerini tozutmadan süpürmek için yerlere su çiseliyorlar. Sükûnet ve serinlik. Ethem belli ki içi içine sığmayarak seyrediyor bütün bunları. Özlemi ne koyulaşmış meğer. Hiç bir ayrıntıyı kaçırmamaya, hiç bir anı telef etmemeye çalışıyor. Boşuna, az sonra düş kovalamaktan yorulacak. Rüya başlamadı daha. Birazdan toptan mal almak için satıcılar ve alışveriş için daha hususen de ev hanımları çarşıya inince sen asıl o zaman dinle bu sokakların şarkısını. İşte o zaman rüyaya uyanacaksın. Bin bir gece masalının Bağdat’ı. ‘Haydi yürüyelim.’ Hemen yanı başımızda Kızlarağası Bedesteni’ne atıyoruz adımımızı. İç avlulu, zeminle birlikte iki katlı tarihi bir çarşı burası. Taş ve kırmızı tuğla sırasıyla örülmüş duvarları, kubbeli ve tonozlu üst örtü sistemiyle günümüze iyi kalabilmiş, iç sahanlara sağlı sollu açılan dükkânlarda eski halı, ipek kumaş ve hediyelik eşyacılar, sahaflar, değerli taş ve gümüş işçiliği takı satıcıları her şey var burada. Çıkıp Kestane Pazarı’na ve oradan Şadırvanaltı’na doğru ilerliyoruz. Şu billuriyeci tezgâhını ne güzel açmış; porselen yemek takımları, arkopel kahve fincanı takımları, kesme kristal çay seti, yaldızlı sürahiler ışıl ışıl. Boncukçunun kapısı renk cümbüşünden neredeyse görülmüyor, Çiçekçi çiçeklerini tanzim ediyor; damlalı tomurcuklar, kasımpatıları, karanfiller, papatyalar. Bayanlar renk renk yünlere, dantel ipliklerine bakıyorlar. Şu bayanı gözüm mahalleden ısırıyor galiba. Boşnak ya da Arnavut olmalı. Makrome örneklerine bakıyor. Manav özene bezene meyvelerini diziyor tezgâha. İnsanın alıp foşurdatarak yiyesi geliyor şuracıkta. Şu sokak çantacılara, bu sokak kendircilere, nalburlara çıkar. Ethem sık sık duruyor. Uzak kalınca değerini daha çok anladığı her bir şeye dikkatimi çekip ‘Biliyor musun’ diyor, ‘Şehir ve sokaklar bilmece gibi olmalı. Moskova’nın çok geniş, kilometrelerce dümdüz uzayan caddeleri, sokakları var.
Ama soğuk mu soğuk.’
Sosyalizm şehirleri soğukluktan kurtaracak sıcaklık oluşturamadı. Araziyi yatay ve dikey çizgilerle bölüp betonlayarak caddeler, alanlar açıp kurduğunuz şehirler insan ruhunun geometrisine ne kadar uygun ve uyumluydu? Sokaklar sadece geçilmek için miydi? Kaldı ki çoğu sokak ve caddelerin geçilmek için bile olsun açıldıkları söylenemez. Otoriter kaygılarla planlanmış kentlerin insanı daha ilk adımda yutan caddeleri daha çok resmi gün ve törenlerde tahakküm edilen halklara gözdağı vermek için açılmışlardır. Moskova’nın caddeleri hangi insana, hangi yaşama hizmet içindir bilmiyorum ama tankıyla, topuyla Kızılordu’nun dehşet saçan geçişi için olduğunu biliyorum. Sadece Moskova’nın değil hiçbir kentin düşü bıçaklanmamalı. Her şehir beyaz geceleri yorgan gibi üzerine çektiğinde, şefkatli bir ana gibi ayrım gözetmeksizin tüm insanını koynuna alarak renkli rüyalar görmelidir. İnsanlar o düşe katılmalıdır. İnsanların neredeyse rüyalarını bile denetim altında tutan tektiplikler, tekdüzelikler yaşamın elbette estetik boyutunu yok edecekti. Yaşamak kâbusa dönecekti.
5.
Bir şehir sivil karakterinin bolluğu oranında kimlik kazanır ve kendi insan tipini ortaya çıkarır. O şehrin sokaklarından insanlar geçer. O şehrin sokakları insana göredir, insana orantılıdır. İnsanlar hayata açılan adımlarla, aşkla, sevgiyle, muhabbetle elbette yer yer sıkıntıyla, husumetle, sessiz, sesli, kavgalı ama hep insanî yanlarıyla, insan gerçekliğiyle; yani kendilerinden kopmadan geçerler. Bu anlamda bizim sokaklarımız besler insanı, büyütür.
Bir de çıkmaz sokaklarımız vardır. Evlerimizin kapıları daha çok oralara açılır. Ben en çok çıkmaz sokakları severim. Çıkmaz sokakları bol mahalleleri, o mahallelerde yaşamayı ne çok özlüyorum. O sokakları hep geniş bir ev gibi düşündüm. Kenarına dizilen evlerin bir ucu sokağa, mahalleye açık avlusu gibi. Evden bir kademe daha geniş olan hususi ara mekânlar, yarı mahremiyet mekânları. Sanki evlerimizin doğal uzantıları. Çıkmazda oturanlar orayı bir ortak yaşama alanı, bir ortak avlu gibi kullanırlar. Çıkmazda olmak ruhsal ve düşünsel anlamda çıkmazda kalmak değildir. Bilakis hayata ve insanlara daha problemsiz hazırlanmanın güvenli çevresel mekânlarıdır. O sokağı paylaşan her aile birbirine akrabalık ölçüsünde yakındır. Ya akrabadırlar ya da akrabayı aratmayacak ölçüde yakındırlar. Kişilikler; ev, çıkmaz sokak ve sokak süreciyle geçişlerin olabildiğince problemsiz, çatışmasız inşa edilir. Büyük kentlerde birden bire sokaklara savrularak ölümcül çalkantıların ve çatışmaların girdabına kapılıp, ne olduğunu anlayamadan kaybolan körpe gençler düşünülürse hayata hazırlanmak anlamında çıkmaz sokakların ve o eski sokakların kıymeti anlaşılacaktır. Açmadan solan, soldurulan çiçekler bizi nasıl üzmesin?
Ev bir yönüyle iç evrenimizi temsil eder. Orası bizim özel dünyamızdır. Ana kucağından ana ocağına giden süreçte çocuk ilk deneyimlerini, donanımlarını edinir. Sofalı, geniş avlulu ve bahçeli evler çocukluk evresinde varlığımız için daha geniş bir ortam sağlar. Bu modern yaşamların çocuklara öngördüğü dar mekânlarla kıyaslanamayacak genişlikte bir alandır. Bu geniş mekânlarda ve bu mekânlardaki özel, naif ilişkiler gergefinde dokunan kişiliğimiz çıkmaz sokakta akranlarımızla daha ortak, daha paylaşımcı bir uygulamaya geçer. Orası küçük ölçekte bir toplumsal ortak yaşama alanıdır. Bu kademede son derece sağlıklı işleyen bir süreçle başkasına sevgi, saygı, tahammül, paylaşım ve medeni cesaret öğrenilir. Burası bir çıkmazdır. Ama yaşam ve var olma adına çıkmazda değilizdir. Bu sokak başkası için, yolunu şaşıran kimi yabancılar için çıkmazdır. Bir de bu kapalı sokaklar anlayışsızlığa, öfkeye, nefrete, bencilliğe çıkmaz evet. Ama bu sokaklar özellikle oranın sakinleri İçin, sevgiye, onurlu aşklara, belki kara sevdalara, kardeşliğe, yardımlaşmaya, hoşgörüye çıkar. Özümüze, özgürlüğümüze, kendimize çıkar. Yüzyıllar boyu süren akış bir medeniyeti yaşatır. Sokaklara taşan işte bu akıştır.
O zaman eve sığmayan yaşam sokağa taşardı. Sokaklardan dönüp evlere dolan bu ses bu nefesti. O zaman sokaklarımız sesini, nefesini yitirmemişti daha. O sesi o nefesi yeniden bulmak için haydi evimize gidelim.