Eskiyen, eskiyi hatırlatan, daha doğrusu sâzendelik faslından taksimler geçen hânende mevsimlerin hastasıyım ben. Hele de pas tutmuşsam (belki de paslanmışsam demeliydim) ağrılı, neftî ve hercâi taraflarım batmaya, kanatmaya başlamışsa kısmet tutmaz tabiatımı; işte o zaman katran türkülerin ve aşk kakmalı sedef saplı hançerlerin hışmına mâruzluğumun resmidir. Dalını mevsimine göre ilk uzatan soylu bir ağaç resminin arkasında gizli duran ve ilk hatırlanan değil midir o? Ne çok yazdım onu, ne çok? Hepsinde de duyduğum o ilk heyecan nedendir bilmem, hep aynı hüznü bahşetti bana. Cümlemizi ve ‘cümle’mizi onun çağırdığı mâveraya sürükleyen sevimli kıskançlık kimbilir kimin eseridir. Hayır, kelimeler arasında kopukluk yok; meraklısı da değilim hani. Uzayıp kısalan ne varsa içimizde, hepsini enikonu bağlayıp ‘hazırlanmalısın’ der, ‘hazırlanmalısın artık.’ Neleri sarartmadı ki geçen günler avucumuzdan kayıp giderken; ucu kırılan bir mevsim haritası, açık bırakılmış bir kitap ve son satırlarında hüzünlerin artığı yaralı bir mektup… Bütün inançlarımızı işgale uğratan, daha çok mevsimlerin rağmına dilhûn, bilinen ne varsa geçen günlere dair, onun aşkına bütün çehrelerin solgunluğu birazda. Velev ki elleri ola safran sarısı semâzenlerin, velev ki Rabbe uzayan bir dal ola hışırtılı, ilk harfinde E olan.
Duyamadım, Eylül mü dediniz?
Ah evet, Eylül! Girdap kalesinden hüzün vadilerine doğru katran türküleri söyleyen ve aşk kakmalı sedef saplı hançerlerin hışmına uğramış bir mevsim kölesi içimizde. Sonra zambakların, neylerin, açelyaların dur durak bilmeyen imbat çığlıklarının karıştığı bir masal denizi. Bütün hikayeler gibi açıldığımız ve fakat hiçbir hikayenin benzemediği, ucundan kıyısından ilişiverdiğimiz o ince seyirlik zamanı. Bayılırım ben flû hatıraların böylesine insanın yakasına yapıştığını görünce. Hiçbir hazırlığı olmayan mevsimlerin bihaberi olanlar için pek esef vericidir pek. Diyelim ki bir mavi aydınlık ve bir harlanmış yürek taşıyorsunuz zinhar; yaz sonu günlerinin sütre gerisinde beklettiğiniz aşklarını, ayrılıklarını, adam olmazlıklarını sayıyorsunuz bir bir. Başınızın ve kalbinizin üzerinden geçen vurgunların, temaşaların, telâşelerin, fenafi aşkların dökümünü çıkarıyorsunuz sayrılıklı ve bedbin. Oysa Eylüldür gelen ve siz bütün dinginliğinizi uçarı bir mevsime boca edercesine kıvrıldığınız köşenizden harmanlamaktasınızdır hatıraları. Zaten bir bekleyiş faslı başlamamış mıdır umuda, güne ve ölüme dair? Belki tam da böyle değildir hep; ölümün başka bir mevsime sarkmasına elbette sevinebiliriz fakat Eylül âşinâsı olduğumuz yüzlerin aramızdan ayrılışlarını handiyse berraklaştırır bütün bütün. Geçip giden bir mevsimin ardından duyduğumuz sıkıntı ve henüz aralanmamış hüzün yumağı halinde duran kış büyüsü, hep Eylül’ün korunağıdır adamakıllı. Böyledir ya, yine de alışamadığımız bir sancı musallattır Eylül’e dair. Yazılmamış olanı aramak mıdır bu bilemiyorum ya, sinen bir kokunun gergefinde işlenen zaman hep Eylül’de durmaktadır işte. Sahibi olamadığımız düşlerin sancısıyla kıvranırken bile, Eylül’dür çağıran bütün öykülerden yapma kahramanları. Onları diyorum, kahramanları yani, nasıl bekletirsiniz ki bir ömür sayfalar arasında? Herkesin imrendiği kadar yılgınlık gösterdiği Eylül, değil midir ki başkalarından ödünç alınmış yaşamlarla birikir evlerimizde, sokağımızda.
Ne kaldı geriye savrulan yıllardan başka?
Ne kaldı Eylüllerin eğirdiği ömür ipliğinden geriye?
Dedim ya eskiyen, eskiyi hatırlatan, daha doğrusu sâzendelik faslından taksimler geçen hânende günlerin hastasıyım ben. Hele de korkuluysam, yani içimde, yani kesik kesik soluyan bir mevsim çiçeği değende kalbime; oracıkta işte oracıkta, bir A harfine yaslı duruyorsam kederli, yakışıklı olduğumdandır!
Duydum işte, duydum; Aşk dediniz!.
Ah evet, aşk? Eylül hastalığına tutulmuşların hırıltılar eşliğinde baygın siluetlerle şarmaş dolaş kaplandıkları mahzun bir keder sofrası. Bakmayın kış ve düş şarkılarının insanı korkutan dizelerine, hoyrat nağmelerine; onlar eylülün ıslak ayaklı kadim gerçeğinden bihaber uzatıp dururlar korkularını. Sanırlar ki eylüllerin aşkla örülmüş sararan yapraklarından geriye hep hüzün, ‘hep kahır’ kalacaktır. Söylemezsem çatlayacağım inanın; nedense eylülü aşk ile ayırmaya pek meraklı safdiller çoğalıverdi son zamanlarda. Oysa Eylül, ah, o en derûnimizdeki sevgili, bıçkın bakışlarıyla hep işvekâr ve hep söğüt dallarına tutunmuş yüreğimizdir sularda salına salına bizleri kuşatan. Kimi zaman bir okul kaçkınıdır, çoğunda da mahallenin köşebaşını mesken tutmuş iflah olmaz bir pencere gediklisi delikanlılık çağımızın.
Diyorum ki her insanın ayrılıklar çağını hatırlatan ve şerha şerha yarılmış yüreğinin bengisuyu çekilmiş bir eylülü olmalı mutlaka. Çünkü Eylül sadece Eylül değil; dilemmaya tutulan kimliğimizin de rengidir aynı zamanda. Değişen renklerin, seslerin, rüyaların ve hüzün üstüne edilen yeminlerin de tortusu kalmıştır onda. Bununla birlikte Eylül, melankolik bedduaları ıskaladığımız ve fakat söylemekten ve yazmaktan asla vazgeçemediğimiz hâin bir kirlenmedir de bir bakıma. Yo, öyle sandığımız türden bir kirlenme değil söylediğim; çağın çirkin yüzüne inat, temiz kalmayı kayıp bir vuslat olarak görenlerin veya görmek isteyenlerin, kapı aralığından süzülüp soframıza, hanemize, göğümüze ve yüzümüze bereketler saçarak yol alan bir kayıp şarkıya bulanmak gibidir onun hainliği.
Velev ki elleri ola safran sarısı semazenlerin, velev ki Rabbe uzayan bir dal ola hışırtılı, ilk harfinde E olan? Duyamadım, Eylül mü dediniz? Hatırı sayılır günlerin, genzimizi sızlatan tütsüleriyle, söyler misiniz ne kaldı geriye savrulan yıllardan başka?
Ne kaldı Eylüllerin eğirdiği ömür ipliğinden geriye?
Cemaat az…
Olsun.
Biz yine de safları sıklaştıralım.