“Ey insanlık ! Okuduğunuz / okuyacağınız ifadelerde geçen şair ve şiir, kutsal
kitabımızın Şuârâ suresinde yer alan, Yaradanın lütfuna mazhar olmuşlardır…”
ŞİİR VE GELENEK
Şiir camiasında bir geçmiş polemiğidir sürüp gidiyor. Geçmişe dayalı şiir yazmayanların bile kendini yetkili tayin ettiği veya geçmişten beslenmediği halde ahkâm kesen kalemlerin olduğu da bir diğer bilinen durumdur. Somut ve canlı bir yara olduğundan, Divan Edebiyatı / şiiriyle devam etmek istiyorum.
Divan Edebiyatı’nı reddetmek / dışlamak, maalesef devletin edebiyat eğitimi gündemine dahi girmiştir. Peki nedir Divan Edebiyatı’ndan insanları uzaklaştıran unsur? Şiirleri mi ? Peki bir insan, hele ki şair veya şiir sever şiirden nefret eder mi ? Evet, şiirden. Divan Edebiyatı’nın içindeki o saf aşka ulaşıldığını hâlâ rahatlıkla söyleyemiyoruz. Yûnus Emre’ye, hatta Mevlâna’ya kadar gitmiyorum. Peki bir insan geçmişini reddeder mi, gibi klasik (!) bir soru sorsam ne cevap verilirdi acaba ? Belki de hafif küçümseyici bir tebessüm… Aynı tebessümle ama başka bir açıdan yaklaşarak sormak istiyorum: İlkokula ilk yazıldığınız ânı, kız kardeşinizin doğduğu ilk günü hatırlar mısınız veya unuttunuz mu ? Yalnız tatlı anılar mı ? Ya çocukken ayağınıza takılıp da sizi düşüren evinizin sokağındaki taşı unutur musunuz ? Hatta bir yakınınızın elim bir kaza sonucu hayata veda etmesini ? Devam edebilirim. İşte bütün bunlar bir insanın, hele ki en duyarlı insan olan şairin hayatına yön veren köşe taşlarıdır. Şair, kalemini kağıdıyla öpüştürürken, aklından bunları da geçirir / geçirmelidir. Aksi bir durumda, edebiyat zeminine çok cılız bir şiir inşa edilir ki, en ufak bir depremde yıkılmasına şaşılmamalıdır.
Bu noktadan hareketle, Divan Edebiyatı’nın anlaşılır olmadığı eleştirisine geçmek istiyorum. Nedir anlaşılır olmak ? Pekala, bireysel şiir diye adlandırılan günümüz şiirinin de, bu iddia ile muhatap olmasındaki ironi nedir sizce acaba; teğet geçiyorum. Liselerimizde görev yapan edebiyat öğretmenlerimiz, anlaşılmıyor denilen Divan Edebiyatı’nın failatün- failatün- fa- ilün kalıbını öğretmeye ayırdığı vakti, Divan şiirinden sadece bir şiiri anlatmaya ayırırsa, anlaşılmaz olan şiir anlaşılacak ve insanların, hatta çoğu şairin bile aklına gelmeyen derinliğe yelken açılacaktır. Harfe kadar inmesidir beni Divan şiirine çeken. Nedim’in :
“Leblerin mecruh olur dendan-ı sin-i buseden
La’lin öptürmek bu haletle muhâl olmuş sana”
beyitinin nazarında, bütün harf işçilerine atıftır ifadem. Nedim, “buse” kelimesinin Arapça yazılışındaki sin harfini dişe benzetmiştir; ve “senin dudağını öpmek imkansızdır; çünkü dudağın sin harfinden zarar görebilire getirmeye çalışmıştır amacını. Ama en çok bilinen ise, “elif” olduğudur ki, Allah isminin ilk harfi oluşu buna sebep teşkil etmiştir.
Bir zaman bu ifadeler,öğretme biçimleri alay konusu olsa da, günümüzde ilköğretim çağındaki öğrencilere kavratılmaya çalışılanın yine bu oluşu ilginçtir. A’nın çadır, B’nin gözlük, E’nin tarak, O’nun çember, C’nin nal, h’nin sandalye, S’nin ip, T’nin kazma, Y’nin sapan olması, bu zekanın zaferidir. Günümüz şiirinde de bu sevda alevlenmeye başlamıştır, bireysel şiirin özüne uygun olarak, “ay’na” ifadesi şu an aklıma gelendir. Yani, bir asır sonra, belki randevulaşarak, belki de kendiliğinden bir buluşmadır gerçekleşen… Bu noktada, Divan şiiriyle günümüz şiirinin aynı eleştiriye maruz kalması tesbitimi “den den”liyor, anlaşılmaz şiir tartışmasına, “hiçbir şiir tam manasıyla anlaşılmak istemez; anlaşılamaz da…” diyerek katılıyorum. Aynı zamanda, “şiir bir şey anlatmaz” diyen (amiyane bir yaklaşım olduğundan) amiyane bir ifadeyle saçma bulduğum görüşe, “Evet, şiir bir şey anlatmaz; çünkü çok şey anlatır” diyorum.
Anlaşılır olması noktasından devam etmem gerekirse, günümüz şiirine de böyle bir müdahale gerekli midir? Öyle ya, -ne hikmettir bilinmez- o da böylesi bir soruyla cevabını aramaktadır. Kanımca, farkında olmadan aslımıza rücû ediyoruz ve her şiirin mutlaka bir anlamının olduğunu, hiçbir şiirin açıklandığı vakit şiir özelliğine sahip olamayacağını, aruz ve heceyi öğrenip, Divan şiirini olduğu gibi okumanın tadının, gerçek şair olmaya atılacak en büyük adım sayılarak alınması gerektiğini, ve söz sanatının had safhada olduğu vakit indirilen (teşbihte hata olmaz ukalalığı yaparsam) şiir tadındaki kutsal kitabımızda dahi, elif / lâm / mim, elif / lâm / ra ve daha bir çok, özünde ne anlatmak istediği hâlâ anlaşıl(a)mayan müteşâbih ayetlerin başındaki sözlerin, bir mesaj olduğunu söylemek istiyorum. Anlaşılan, günlük hayatımızın aynası olan diğer ayetlerdir. Şifreyi çözmesini bilene her yol açıktır. (Şiir gibi bir kutsal kitabımız var dememdeki kasıt tamamen iyi niyetlidir. Cevap / şahit olarak, ayetler ve süreler arasındaki sentaksı / aliterasyonu, -ince bir yorumla- baş harflerini birleştirdiğiniz vakit CAMİ olan Cebrail, Azrail, Mikail, İsrafil meleklerimizin isimlerindeki kafiyeyi, ve Hz.Kur’an-ı Kerim’in hem iç hem de dış şekil olarak kitap gibi oluşunu gösteriyorum. Kitap; harflerin ifadeye bürünen sarayı.. .Saray da O’nun sarayı tarifini yapan da…