Batı Şiirinde Aşk-ı Memnu

Büyük Fuzuli, “Aşk derdiyle hoşem el çek ilacından tabib / Kılma derman kim helakim zehri dermandır” mısraları ile ahû gözlü, ahû kaşlı, yanağında katran karası bir beni olan, güldüğü za­man alev rengi güllerin tebessüm ettiği, ağladığında tekmil bül­büllerin feryâd-ı figân eyledikleri, hangi Bağdat güzelinin yudum yudum içirdiği kızılcık şerbetinden sitem ediyordu ve gerçekte böyle bir nevcihan var mıydı? Bizde bazı halk ozanlarının hayâli olarak yaşadıkları beşeri kara sevdanın, hakiki bir aşka ulaşabil­menin tek çaresi olarak görüldüğü düşünülürse, sevgilinin kim, ve nasıl biri olduğunun pek önemi kalmıyor. Dünya şiirindeki temel yapının aşk olduğu ancak batı şairlerindeki melankolinin bu tür bir kaygısının da bulunmadığı bir realite olarak kabul edilebilir.
Çoğunlukla kara gözlü, kara saçlı bir Ayşe, mavi gözlü sarı saçlı bir Maria mutlaka vardır ve şiirlere konu olur, acı çeker, acı çektirir.
Fransız şiirinin çukur aynalarda gösterilen şımarık “zamane çocu­ğu” Alfred Musset De, cesedinin yakışıklı olması için hızlı yaşayıp genç yaşta ölmeden önce ölümü hatırlayarak;
“Tanrı soruyor, cevap vermek ister
İyi ki ağlamışım ara sıra
Elimde kalan servet bu dünyada”
Dizeleri ile bir yerlere mesaj iletmeye çalışır ve melânkolik olduğu herhalde sarı çilli bir kız olan Pepita’ya ; “Pepitacığım gece ilerle­yip de / Annen odasına çekildiği an / Sen lambanın altında yarı üryan / Duaya başlarsın ya eğilip de / Güzelim sevgilim Pepitacığım/ Ne düşünürsün acaba o zaman” diyerek Pepita’nın duasın­dan medet umar. Yine Fransız şiirinin bin beş yüzlü yıllarda ya­şamış ve İtalyanların Sonnet’ini, Fransız şiirine uyarlayan ancak Fransız şiirinin gelişmesi için gösterdiği çabayı Valery, Verlaine, Mallarme, Baudelaire ve Arthur Rimbaud gibi kendi şiirine göste­remeyen Pierre De Ronsard’da, adeta bizdeki bir tabirle ayran gö­nüllüdür. Şairin hayatına ilk giren Cassandre, onun çıkardığı Amours adlı kitabın içindeki şiirlerin bir bölümüne ilham kaynağı olur. Ancak onun asıl ilham perisi aynı adlı kitabın bir başka kıs­mına konu olan ve beraberliklerinden yedi yıl sonra yirmibir
yaşında veremden ölen (herhalde Ronsard gencecik bir kıza ha­yatı zehir etmiyordu) bir başka sevdalısı Marie’dir. Yıllar Marie’i çok çabuk unutturmuş olmalı ki şair kırk altı yaşlarında gönül ka­pılarını bu kez Helen isimli bir tazeye açar.
“Sizde ihtiyarlayacaksı­nız gün gelecek/Yün bükecek bir mum ışığında hayran hayran / Ronsard ne kadarda çok övmüş bir zaman/ Diyeceksiniz mısralarımı söyleyerek” dizeleriyle sevgilisi Helen’e yaşlılık fenomeni içinde seslenir.

Mallarme ve Baudelaire’nin etkilendikleri sefiller babası(l) Victor Hugo, Lamartiene’nin şiirlerini ilk okuduğunda aynen şöyle bir ifade kullanır. “İşte gerçek şairin şiirleri. İşte gerçek şiir” Hugo’nun kendi şiirlerine bakıldığında üçüncü sınıf kompartımanda yol arkadaşlığı yaptığı şairlerden övgü ile söz etmesi tabi ki yadır­ganmaz. Bir Fransız eleştirmenin Hugo’nun şiirleri hakkında “Onun eserlerine aşağı yukarı dâima âdi, dâima sahte, dâima ıkı­nan bir debdebenin sayısız imkânları vardır” sözüne karşılık Mallarme’nin, rahmetli Cemil Meriç’in “Türk şiiri Nazım’la biter” ifa­desinde olduğu gibi “Büyük Hugo ölürken kendiyle birlikte şiiri de yüzyıl için gömdüğüne eminim” sözüne sanırız hiçbir Fransız şiirsever katılmıyordu.
Fransız sembolistlerinin elebaşı olan Şairler Prensi (bu unvanı kim nasıl verdi o da belli değil) Mallarme’nin, şiirde her zaman bir muammanın olması gerektiği, anlamı açık şiirlerin, kendisinden alınacak zevkin dörtte üçünü yok ettiği, şiirin bireyin ruh halini anlatmasının en büyük işlevi olduğu, hatta kendisinin edebiyat okullarından ve bu okulları çağrıştıran her türlü görüş­ten nefret ettiği gibi düşünceleri biliniyor. Bu görüşlerin Fransız şiirine uyduruk şekiller yerleştiren, ve “Boaz Uykuda” gibi bir çır­pıda soyunan şiirler yazan Hugo’nun şiir anlayışı ile örtüştüğü ka­bul edilebilir mi?
Lamartin’in, Napoli’de görüp yıldırım aşkı ile (!) vurulduğu ilk sevgili, onun şiirlerine Graziella adıyla girer. Romantizmin ilk şairi kabul edilen ve “Bir ruhum var. Her şey bundan ibaret” diyen şa­irin asıl sevdalısı Elvire adı altındaki Julia Charles, şairin “Göl” şi­irinde umulur ki boğulmamıştır.
Bir Fransız koministi olan şair Aragon, “Elsa’ya şiirler” adını verdi­ği şiirinde ; “Kâinat paramparça oldu bir akşamüzeri/ Her kurtu­lan ateş yaktı üstünde bir kaynın/ Gördüm denizin üzerinde par­larken Elsa’nın/ Gözleri Elsa’nın gözleri Elsa’nın gözleri” mısraları ile karısının gözlerinde eriyip giderken mutlu bir aile tablosu mu çizmek istemişti?

Rus şiirinin ünlü ismi Puşkin için Gogol; “Puşkin’siz Rusya! Ne şaşıla­cak şey bu” ifadesini kullanırken onun “Tanrı’nın dileğiyle, Katherina’nın dualarıyla fethettiğim Erzurum” gibi dünyanın bütün kargaları­nın bile gülmekten kriz geçirebileceği sözünden haberi var mıydı ki?

Bu kardan aslanın tek başına Erzurum’a girerek Müslüman Türk halkını kılıçtan geçireceğini eğer Cervantes asırlar önce tahmin edebilmiş olsaydı, Donkişot’un adını Puşkin olarak değiştirebilirdi diye düşünüyorum.
Puşkin’in hayatına giren Destina’lardan ilki Natalya’dır. “Her yere her yere şu gururlu kızdan kaçarak / Çin Şeddi kenarlarına kadar giderim / Hazırım dostlarım gidelim ama söylemem / Yolda dü­şünce yaşlarım diner mi / Beni öldüren o kurumlu kızı unuttur­maya” gibi dam başında saksağan mısralarla aranılan sevgili rol­lerine girer. Puşkin genç yaşta ölen Anette’ya çok üzülür.
“Her şey durgun. Gece Kafkas’a iniyor
Gökte yıldızlar ışıldıyor
Hem yaslıyım hem hem kuş gibi.
Acım öyle saf ki
Acım seninle beslenmede”
Erkekliğin onda dokuzunun kaçmak(!) olduğunu bilemeyen bu yüzden de bir düelloda öldürülen beceriksiz Puşkin’in, bu dizele­rinde pek o kadar da samimi olmadığını sarı saçları kesik Madannolar nereden bilecekti ki?

Amerikan Edebiyatı’nın sembolistlerinden olan Edgar Allan Poe, Fransız şiirinin ünlü isimleri Baudelaire, Mallarme ve Valery’i kendisi gibi yazmak isteyecek kadar nasıl ve hangi yönde etkile­miş, bizi pek fazla ilgilendirmiyor. Ancak her ne kadar yaşadığı çağın çarpık taraflarını büyük bir tiksintiyle anlatmaya çalışan Baudelaire’nin o vasat, seviyesiz ve dokuzuncu sınıf olmaktan ileri­ye geçememiş şiirlerinden dolayı bir başkası gibi olma düşüncesi doğal karşılanabiliyor. Kumarbaz ve alkolik olan Poe’nin hikaye ve şiir türünde verdiği dünyaca ünlü örnekler, tekmil gemileri sar­hoş da olsa tıpkı Artur Rimbaud gibi konuşulmaya değiyor. Onun halasının kızı Virginia’ya olan aşkı ve kızın genç yaşta ve­remden ölmesi nedeniyle yazdığı Annabel Lee ve Lenore adlı şiir­ler Amerikan şiirinin altın damlalarıdır diye düşünüyorum. Poe, on üç yaşında bir kız olan Virginia ile evlendiği ve daha sonra kaybettiği karısına yazdığı şiirin son bölümünde şöyle seslenir;
“Ay gelir ışır, hayâlin erişir
Güzelim Annabel Lee
Bu yıldızlar gözlerin gibi parlar
Güzelim Annabel Lee/
Orda gecelerim , uzanır beklerim
Sevgilim, hayatım gelinim
O azgın sahildeki
Yattığın yerde seni”
Buram buram melânkoli kokan bu şiiri lise yıllarında kimler ezberlememişti ki? Ancak Bekir Sıtkı Erdoğan’ın o ünlü şi­iri “Marya” da doruklarına yükseldiği lirizmin Poe “Annabel Lee” ile ancak eteklerinde dolaşabiliyor.

Poe bir kış günü kaybettiği karısına Lenore adlı şiirinde oldukça hüzün yüklüdür;
“Ah kırıldı altın kâse/ Uçtu ruh sonsuzluğa/ Çanlar çalsın/ Ruhla­rın en azizidir Stugıan nehrinin üzerinden geçen/ Ve Guy De Ve­re sen ağlamıyor musun yoksa/ Ya şimdi ağla yada sonsuza ka­dar ağlama/ O kapkara kaskatı tabutta senin aşkın yatıyor; Leno­re ! / Gel okunsun ağıtlar söylensin hüzünlü şarkılar/ Bu genç yaşında ölen, ölülerin en güzeli için bir ilahidir/ Bu o genç yaşın­da ölen şüpheli ölümüne bir ağıttır.”
Poe aynı şiirin bir başka bö­lümünde Virginia’nın başkasının nazarından dolayı öldüğüne ina­nır. ” Ve hastalanınca yavaş yavaş dua ettiğiniz ona; öldü diye/ Nasıl yapılacak şimdi tören/ Nasıl okunacak yas şarkıları sizin ta­rafınızdan/ Bu masumun ölümüne, bu genç yaşta ölüme/ Sebep olan sizin kem gözlerinizden/ Sizin iftiracı dillerinizden.”
Poe, karısının ölümünden sonra Sarah ve Annie adlarında kızlarla doldurmaya çalışır hayatındaki boşluğu. Bunlardan Annie şaire karısını çok çabuk unutturmuş olmalı ki ona şiir bile yazar.” Ve öyle mutlu uzanıyor / Yıkanırken gerçeğin ve / Güzel Annie’nin hayâliyle / Boğulmuş Annie’nin / Buklelerinin havuzunda”
Ame­rikan Edebiyatının bu alkol ve uyuşturucu bağımlısı olan ünlü adı, hikayelerinde karanlık dehlizlerde, ölümün korku vadilerinde, Morg Sokağı’ndaki cinayet odalarında gezerken, şiirlerinde ro­mantizmin avuçlarında yükselir. Ama iyi ki hayaletlerle, hortlak­larla dolu gecelerin birinde Virgina’nın hayâleti gelip ihanetinden dolayı bu ünlü melânkolik şairi cezalandırmaz. Poe ölürken “Tanrım lütfen zavallı ruhuma yardım et” ifadeleriyle, yaşadığı o bo­hem hayatından ve ” şiir öğretici dini konuları içermemeli” deyişinden pişmanlık mı duyuyordu? Kim bilir…

Sembolizmin Verlaine ve Rimbaud’dan sonra üçüncü ismi olarak bilinen Mallarme, kendisi gibi buz gibi şiirler yazan Paul Valery’e de tuhaf ifadelerinden bulaştırmış gibi, “deniz mezarlığının” şairi Valery’e göre yazdığı şiirler hiç beklemediği bir anda duyduğu bir sesten doğarmış. Öyle ki Valery, bir sabah kalktığında kafası­na yerleştirilmiş (kim bilir hangi ilham perisidir)onar hecelik mıs­ralar bulunca şaşırıp kalmışmış. Bir dehanın (!) beynine enjekte edilen şiir onun “deniz mezarlığı”dır ve altışar ve altışar mısralık olmak üzere tam yirmi dört bölümdür.
“Üstünde güvercinler gezer şu rahat damın
Kalbi atar asında birkaç mezarla çamın
Şaşmaz öğle zamanı ateşle yaratır
Denizi, hep denizi yeni baştan denizi/
Tanrıların sükûnu çeker gözlerimizi
Bir düşünceden sonra ah o ne mükafattır”

Fransız sembolistlerinden olan Valery’nin çok uzun yıllar şiir yaz­madığı, şiir üzerine araştırmalar yaptığı ve ölçü konusunda titiz davrandığı bilindiği bu tür sözlerin ciddiyetten uzak olduğu anlaşı­lacaktır sanırım. Kaldı ki “deniz mezarlığı” kendi hayatının adeta bir aynası olan tek şiiridir denebilir. Doğal olarak şairin ilham pe­risinin kim olduğu bu tür safsatalara gülüp geçtiğimizden bizde hiç mi hiç merak uyandırmıyor. Kaldı ki şiirin bir emek işi, çile işi, bilgi ve bilge işi olduğu o devirlerde de biliniyordu.

Benzer bir düşünceye sahip bir başka şair de Goethe. Bir papazın kızına aşık olan ve “resimli kurdela, mayıs şarkısı, kavuşma ve ay­rılış” adlı şiirlerini onun verdiği aşk acısıyla yazan şair, “ben şiirle­ri değil şiirler beni yazıyor” diyor. Onun da Valery gibi bir şair pe­risi olmalı ki birdenbire gelen bir ilhamla, uyur gezer bir halde yazdığını ifade ediyor mektuplarında. Ancak Goethe asıl kayna­ğın Alman Halk Şiiri’nden olduğunu da itiraf ediyor. Duyduklarını yaşadıklarını anlatan bir şair olarak kabul gören Goethe’nin nasıl yazdığı da pek fazla ilgilendirmiyor bizi, ilk sevdalısı Frederika için yazdığı “mayıs şarkısı”nda;
“ve sen ey aşk ! ey sevgili
ne kadar ne kadar güzelsin
seher vakti yücelerden
doğan günlere bedelsin”
mısraları ile hayranlığını dile getirir. Goethe, “kavuşma ve ayrılış” adını verdiği şiirinde papazın kızına duyduğu sevdadan mutludur ve bunu şu mısralarla anlatır, “yürüdüm sen durmuş gözlerin ter­de/ Baktın ardımdan ağlamış gözlerle/ Allahım ne büyük bahttı sevilmek/ Ve sevmek ne büyük bahttı hele”/
Goethe, bazen de âşık olmaktan kaçmak istediğini “Dinmeyen Aşk” adlı şiirinde; “Nereye kaçayım kaçayım nereye/ Ormanlara mı? Irağa mı?/ Bo­şuna her boşuna/ Tek sevinci var yaşamanın/ Ey aşk! Sensin her şeyin başı” mısralarıyla anlatırken papazın kızı Frederika’yı çok çabuk defterden siler ve Katherina için “Güzel Gece, Ay Tanrısına ve Zifaf Gecesi” şiirlerini yazar. Frederika’nın sevgisinden kaçmaya çalışan şair, aslında hiç de samimi değildir. “Silmeyin silmeyin boşu­na/ Ölümsüz aşkların gözyaşını” dizeleriyle de acıya davetiye çıkarır.

Bazılarına göre batılı şairler arasında en fazla ‘aşk’ı anlatan şair Dante’dir. Napoleon’a göre yeni çağın dâhisi (!) olan ve İtal­ya’nın her büyük kentinde heykeli, her üniversitesinde kürsüsü bulunan, İlâhi Komedya’nın şairi Dante, Beatrice adındaki sekiz yaşlarında bir kıza âşık olduğunda kendisi de dokuz yaşındadır. Bu romantik aşk, ilerde Beatrice’nin zengin bir adamla evlenmesi ve yirmi dört yaşlarında ölmesi ile melânkolik bir durum alır.
Kara sevdalısının adını sonsuza kadar yaşatmak isteyen Dante as­lında miraç hadisesinin iğrenç bir taklidi olan İlahi Komedya’yı ya­zar. Ölen sevgilisinin torpili ile birlikte (kime torpil yaptığını söyle­meye gerek yok) Cennet, Cehennem ve Araf’ı gezerler. Ortaça­ğın karanlığında bağnaz bir Katolik olan Dante, öylesine İslam düşmanıdır ki İlâhi Komedya’nın (ya da tiyatral anlamıyla tam bir komedinin) yirmi sekizinci manzume ve sekizinci dairesinde ce­hennemi anlatırken orada Kâinatın Efendisi, varlığın tek sebebi Sevgili Peygamberimizi ve Hz Ali’yi gördüğünü söyleyecek kadar aşağılıktır. Dokuzuncu hendek, arabozuculuk ve bölücülük ya­panlar başlığı altında söyle söyler Dante;
“Bak nasıl parçalıyorum vücudunu bak Muhammed ne hâle geldi. Ağlayarak önüm sıra giden Ali’nin yüzü çenesinden tepesine kadar yarıktır. Burada gördüklerinin hepsi hayatta iken ara bozmuş, bö­lüntü yapmışlar ve bu yüzden vücutları bu yüzden yarılmıştır.”

“Yaş otuz beş yolun yarısı eder/ Dante gibi ortasındayız ömrün”
Allah’a ve Resul’üne inancının, saygısının olduğunu bildiğimiz Cahit Sıtkı, “otuzbeş yaş” şiirini okuyacak, ezberleyecek insanımı­za gafletinden, cahilliğinden dolayı bu kendini bilmez İtalyanın adını da ezberleteceğinin bilincinde miydi dersiniz? Hiç sanmıyo­rum. Ancak eminim şimdi İtalyan edebiyatının ortaçağ karanlı­ğındaki karanlık patikalarda, asla açığa ulaşamamış, asla karanlık ormanlardan bir yol bulup çıkamamış şairi, hocası Vergilius’la bir­likte gayya kuyularında Baetrice’nin kendisine sunduğu ateşten bir şarabı ateşten kamelyalarında yudumluyorlardır. Dante günü­müzde yaşıyor olsaydı, şiirlerinin temelinde evrensel bir Hristiyanlık dünyasının özlemi yatan T.S.Eleut’un 1948’de aldığı Nobel edebiyat ödülünü sanırım kimseye kaptırmazdı.

“Sanatçı benliğinde eski asil bir soyun çökmek üzereyken son pı­rıltılarını yansıttığı hassas ve yalnız kalmış bir son turfanda” bu sözlerin sahibi Rainer Marie Rilke, İspanya’da Kur’an’a büyük bir ilgi duyarken Hristiyanlıktan da yavaş yavaş uzaklaşır. Kur’an’ın kendisini büyülediğini itiraf eden Rilke bir yakınına yazdığı mektupta şu açıklamalarda bulunmuş:
“Üstelik şunu bilesiniz ki prensim, ben Kordoba’dan bu yana ne­redeyse kızgın bir Hristiyanlık düşmanlığına kapıldım. Kur’an okuyorum bana göre yer yer öyle bir sese bürünüyor ki bütün benliğimle bu sese katılıyorum.”
Rilke’nin dini inançlarında bir değişiklik olup olmadığı bizi ilgilen­dirmiyor. Olmuşsa bundan onur duyacak olan yine kendisidir kuşkusuz. Ancak orta çağın karanlığında batınında bir Mevlânası olsaydı Danteler biraz daha saygılı olurdu diye düşünüyorum. Acaba Avrupalı kendisine tanıtılan bir iki şairin dışında bu coğraf­yadan kimleri tanıyor?

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Çizgi-8 / Behice Kolçak Şark
Üç Nokta / Feride Sezer
Nil Yeşilinde Keşkelerle Kaybolmak / Nesrin Çaylı
Batı Şiirinde Aşk-ı Memnu / Ahmet Sıvacı
Adım Şimdi Kış / Reşit Güngör Kalkan
Tümünü Göster