Adım atıldıkça alevleri yükselen sırlı bir dehlizdir, şiir ve felsefe ilişkisi. Feminist bakışlar keskinleşecek olsa da en sevdiğim benzerlikleri; filozofların da erkeklerden oluşması şairlerin de erkeklerden oluşmasıdır. Ananevi bir ifadeyle, “İstisnalar kaideyi bozmaz” diyerek. (Keşke istisnalar kaide olabilseler de biraz da bizler anlayamama makamında olabilsek)
Küçük çaptaki araştırmalarım neticesi, üçgen olarak gördüğüm tablonun çok gen/leri olduğunu gördüm. “Bir şiir bir anlamı kastetmemeli, olmalıdır.” gibi kendi içinde tutarlı ve sarsıcı bir ifadeyle bu tartışmaya katılan, ve şiirle felsefenin yapılamayacağını söyleyen Archibald Madeish’den; “Şiir felsefedir” diyen Bodler’e uzanan uzun ama çok gergin bir ip… Richards ise, şiirin anlamlarla ilişkili olduğunu, bilimsel anlamın da gerçek değerler dünyasıyla ilgili olduğunu söylemiştir; şiirle felsefe ilişkisini reddederek. “Her şey birbiridir..” dememle senkronize olduğum August Wilhelm’in “Doğadaki her şey birbiri ile ilişkilidir” ifadesiyle başlamalıyım. Şiiriyle felsefeyi deneyenler (Şekspir, Eliot, İbn Malik vs.), ve felsefesinde şiiri kullananlar (Lucretius, Pope, lbn-i Sina, Cabir İbn Hayyan) olduğunu görmemiz, bu savın doğruluğunu ortaya çıkarmaktadır. Felsefecinin, şiiri, anlatımını kuruluktan kurtarmak için kullanmasını; şiiri, felsefenin hükmü altında görenlerin düşüncesini eriten olarak görüyorum; sıcak bir yaklaşımla, şiirin hayat verici özelliğini vurgulamak açısından.
Şiir üst dildir. Bu keskin girişim mazur görülsün; ama insana, köşe taşlarını elimize aldığımızda, kendi hakkında bilgi vermediği savunmasında olduğum felsefenin, şiirle diyaloğundan çıkardığım sonuçtur bu. İnsanın balıktan türediğini söyleyen Anaksimander; “İnsanlar, tanrılar ve bir de Pitagor gibileri vardır” diyen “Her şey sayıdır” felsefesinin sahibi Pitagor, örnek verilebilecek filozoflardır diye düşünüyorum. Ama sanılmasın ki şiir dünyasını uzaydan izlemişlerdir, hayır ! Misal, Herakleitos “Evrenin merkezinde ateş vardır” dese de her şeyin bir akış halinde olduğunu düşündüğünden, “Aynı nehirden iki kez geçemezsiniz” diyerek, pekala şiire yaklaşmıştır. Evet; her felsefecinin bir şair tarafı vardır diyebiliriz; ama ifade edişte ayrıldıklarını da dile getirmeliyiz; eksik yaklaşıma meydan vermemek açısından. Bu noktadaki tespitim şudur: Felsefeci filozofsa, şair de şizofrendir.
“Felsefe, bilimle teoloji arasında kalan ve her iki taraftan saldırıya uğrayan bir ‘hiç kimsenin’ ülkesidir.” diyen Bertrand Russell’den hareketle; bilimin ve felsefenin, insanın incelenmesi ve açıklanması çabasını; inceleyen ve açıklayanın da bir insan olduğundan dolayı ironik bulduğumu; şairin, şiirini icrada, insandan değil dünyadan kendisini tecrit ettiğini; icra ederken salt beşeri değil, aynı zamanda İlâhi bir kimliğe de bürünebildiğini belirtmeliyim. Belki son tesbitimizle felsefeyle “aynılık” yorumu yapılabilir.
Aynı/lık kapısını kapatmayan düşüncelere, en azından şiirin bir ölçüm aletinin olmadığını da hatırlatmam bu noktada uygun olacaktır. Takdir edilmelidir ki günlük dili merkez seçip, kendisini tecrit ederek bağımsız bir dil oluşturur şiir. Yaşamla birlikte ama yaşamdan ayrı başka bir dili misal vermek akıl ve mantığı zorlamaktır. Felsefe/nin merkez üssünün, (her ne kadar yanlış soruyla veya yanlış yanıtla başlasalar da) soru sormak / yanıt vermek olduğunun; ama şiirin sabit bir merkez üssünün olmadığının ayırdına varmalıdır. “Kötü bir şey yapmak, hiçbir şey yapmamaktan iyidir” den hareketle; şiirin üst dil makamına oturmasının, alt dil/e de bağlı olduğunu belirtmelidir. Esrardır denebilir.
Aynı potada iki kutbu da eriten ve bir hükmü içeren bir esrar; hem öldürücü hem de hayat verici özelliği olan; ki bu da şiirin vâdesiyle paralellik arz etmektedir. Felsefenin “üst dil” olduğu konusunda fikir yürütenlere, “Karanlık bir odaya giren felsefeci ışığı açarken; mistisizmci girdiğinde yanan lambayı kapatır; ama odaya giren şairse, lambayı ne açar ne kapatır” savunmasında olduğumu; şiirin, felsefenin her zaman önüne geçebileceğini, ama felsefenin, şiirin her zaman (belki de hiçbir zaman) önüne geçemeyeceğini belirtmek istiyorum; iyimser bir yaklaşımla.
Diğer yandan, şiirde felsefenin, semboller ve metaforlar; hülasa, anlam bolluğu içerisinden, felsefenin alenen anlatabilmesinin imkansız olması daha yüksektir, savunmasındayım. Ama ince bir nokta vardır; var olan şiir, zaten mısra mısra, hatta bölüm bölüm şairin felsefesini, veya anlatılmak istenen felsefeyi vermektedir. Takdir edilmelidir ki şiirle direkt bilginin hedeflenmesi, şiiri, şiir olmaktan çıkaracaktır. Ama “şiirde, sadece kapalı olan tema felsefedir” fikrine de katılmıyorum. Zira, felsefe açık bir dille de yapılabilir. Bu noktada, kendimce nükteli bir misal vermek istiyorum; ve felsefenin Aruz veznine benzediğini düşünüyorum; açık ve kapalı. Yani, bu yönüyle de şiirimize daha yakındır diyebiliriz. Cooleridge ise, başka bir açıdan yaklaşır ve, (Wordsworth ile birleşerek) “Şair gizli olarak filozoftur” der; tartışılabilir. Bu konuya Horaitus/un bir sözünü yazarak virgül koyuyorum: “Şiir hem zevk vermeli, hem öğretmelidir.”
Felsefeciyle şair arasındaki ilişkiye değinmem gerekirse, felsefi bilgiyle sanatsal yaratıyı birbiriyle birleştiren Nietzsche ile başlamak doğru olacaktır. Yani bu cenahta da beklentimizin aksi bir sonuç çıkmıyor. Zaten çıkması da olanaksızdır; zira, sebepleri sonuçlara gebe bırakanlardır konuştuklarımız. Şairleri, en güçlü filozoflar olarak nitelendirir Shelly; Bodler’in sözünü tamamlayıcı bir düşünce. Platon merkezli bir yorumla, “Filozof objektif gerçekliğin doğasını kurar, şairse deneyimin sübjektif dünyasını keşfeder” diyen Heidegger ile bir virgül daha koyuyorum.
Bermuda şeytan üçgenine bir diğer ilavem, imge gerçeğidir. Novalis: “En yüksek doğal şiir” savunmasındadır. Kant’a göre ise, imgelem bir fantezi değildir. Schelling ise “Doğanın ruhu, bizimle sembollerle konuşur” demiştir. Cooleridge, imgelemi, birincil(metafizik) ve ikincil(artistik) olarak ikiye ayırarak ” ‘Sonsuz ben’de yaratılmış sonsuz fiilin sonlu akıldaki tekrarıdır” demiştir. Felsefi şiiri reddeden diğer şair Schiller, şiirin imgesel dile gelişiyle, felsefenin berrak söyleyişinin bir arada olamayacağını söyler, tutarlıdır. Ama ben de desem ki “Şiirin berrak söyleyişi ile felsefenin bulanık dili bir arada olmaz.” ki kısır bir yaklaşım olur. Aslında Schiller ile aynı çizgide oluruz /olursunuz ama savunduğumuz tercihler farklı olacaktır, kanımca ironik bir yoldur bu.
“Felsefenin bir tanımı olduğunu ama şiirin hiç bir zaman tek bir tanımı ol(a)mayacağını, ve bu özelliğiyle -kaba bir ifadeyle- her şeyin üzerinde olduğunu, şiirin, felsefeyle sadece O/na ulaşma noktasında birleştiklerini söylememi masumane bir açıklama olarak görmelisiniz. Bu ifademden, “şiirle felsefe yapılmaz” diyen ve kendi içinde tezata düşenlere karşı olduğumu anlayabilirsiniz. Bir özelliğini (aslında tamamlayıcı olan özelliğini) cımbızla çekmem gerekirse; mantıksız olan da mantıklı olan da şiirdir; ve her zaman felsefenin bir adım önündedir. Zaten bu özelliği ile de mantık ilmini çürütmeye en yakın olandır, diye düşünüyorum. Shelly’nin: “Şiir, tüm bilgi/nin hem çevresi hem de merkezidir” sözü bu savıma denk düşmüştür. Genişletmem gerekirse, felsefeyi yapan şairdir; şiir değildir. Bir açıdan, felsefeci olan şair, felsefeleşense şiirdir. “Şiir şairin bir adım önündedir” tesbitimden hareketle; şairin felsefeleşmesi şiire, şiirin felsefeleşmesiyse okura bağlıdır, diye düşünüyorum.
Şiir bireysel noktaya yürüdükçe içindeki müziğin duyulup dimağlara yer etmesi de ifade tasarrufunu beraberinde getirmiştir / getirmelidir. Getirmelidir diyorum, zira günümüz şiirinin tuvalinde resim yaptığı halde, -amaçsızlık kapısını aralayarak- bol miktarda renkli boya kullanan kalemler olduğunu görüyorum; ki bu günümüz şiirinin doğasına aykırıdır düşüncesindeyim. Aynı zamanda klik bir ortama zemin hazırlanmaktadır. Bu tercihi birkaç örnekle yetinmeyip, tarz haline getiren kalemlere, sanatı sanat için yapmış olmanın, beraberinde toplumu da içine alan bir süreç olduğunu söylemek istiyorum. Yani sanat sanat için yapılmaya başlanır, ama böylesi geniş işçiliği olan bir sanatın, doğası gereği içine toplum gireceğinden dolayı, noktalanması da haliyle toplum tarafından olacaktır.
Ama çalışmanızı, “sanat toplum içindir” noktasından hareketle başlatırsanız, başlatan da bitiren de toplum olacağından, haliyle şair, kimliğine eş değerde bir misyonu yerine getiremeyecektir. Savımın karşısında olan kalemlere, -somutlaştırırsam- imge yüklü uzun ifadelerle oluşturdukları eserlerinin okuyucuyu sıkacağını; sonucu, toplumu da içine alan bir süreçte, eseriyle insanların aklında şiir olarak kalmak varken, mısra mısra kalmak tehlikesinin olacağını belirtmeliyim. Bu tesbitimin, kaba bir ifadeyle, “şiir ezberlenir” fikrine paralellik arz ettiğini de söylemeliyim; “neden ezberlenmesindir” sorusunu da sorarak. Aynı kaba yaklaşıma, kaba bir yaklaşımda daha bulunuyor, “Madem ezberlensin istemiyoruz, neden ve kime yazıyoruz şiirlerimizi acaba?” sorusunu sormak istiyorum. Kendimiz içinse eğer, yıllardır şiir kitapları çıkarıp toplumun takdirine sunmamızı nasıl açıklayacağız? (Bu yaklaşımım, “sen şu an koltukta yaslanmış oturuyorsun” gibi (mısraları değil) cümleleri barındıran şiirlerin(!) elbette karşısındadır belirtmek istiyorum) Çok çarpıcı olup, dolayısıyla ezberlenen bir dizenin, “şiirde geçen” değil, dile pelesenk olan bir “özdeyiş” olduğunu söylüyorum. Mısra, kolon vazifesi görür/dür, şiir anlayışım. Konumuza rücu edecek olursak, şiir -uzun olsa dahi- kısa olmalıdır; zira özünde barındırdığı hücre içsel / bireysel; yani kısadır. Az ve öz; ama çok ve uzun… Şiir tercihlerini, Procrustes’in yatağına sokmuyorum; yatağın boyunu şiire uygun hâle getirmeye çalışıyorum. Felsefi bir yaklaşımla, “Düşünme üzerinde düşünme” de denebilir.
Dil benim ruhumdur. Dili küçük görenlerin, başka bir dili yeni öğrenmeye başladıklarında konuşurken ne kadar komik bir duruma düştüklerinin farkında olmaları savunmasındayım. Zeki birinin “dün altı yüz köpek dünyaya gözlerini açtı” gibi sizce gülünç, onlarca çok normal bir ifadenin kendisidir dil. Dünya koca bir noktadır evrene. Şiirin görevi, beyazlaşmak için milyon dolarlar harcayan esmer insanlar ile, esmerleşmek için milyon dolarlar harcayan beyaz insanlar; türbansız kamusal alana girmek yasak diyen ülkelerle, türbanla kamusal alana girmek yasak diyen ülkeler arasındaki ironiyi sorgulamaktır. Bu noktada dil girer devreye. İster popülist olsun, ister olmasın, dilde samimiliğin olduğu her hayata geçiş, kusursuzluğa yakın eserlerin gebe kalması demektir.
Belki popülist ifadem ağır gelebilir, ama şiirin başlı başına isyan koktuğundan hareketteyim. Gerçek mânâda, şiirinin uslu olduğunu söyleyen birisine şüpheyle yaklaşmak istiyorum, mazur görünüz. Tezat şiirin doğasında vardır, şairin değil. Bu noktada, sanatına büyük saygı duyduğum İlhan Berk’in, anlamı “üvey evlat” görüp, sonra “şiir şiirse anlamlıdır” demesindeki tezatı misal vermeliyim. Ama, (Şiir şairleşir diye düşünsem de) sayın Berk şiirleşmişse o başkadır, ne mutlu anlam olana, demekten başka bir şey gelmiyor aklıma. Dilin kapısını tezata düşmeden ama tezata düşürüp sürekli çalmalıdır. Değil midir ki “Kapıyı ısrarla vurana açılır kapı.”
Şiirin, bir noktadan tüme varırken, yine aynı noktaya tümden gelebildiği resmini çeken var mıdır bilmiyorum ama bu satırların mütevazı sahibi çizmeye çalışmıştır. Tabulara karşı bir duruşa sahip olan şairin, kendi şiirini tabu haline getirmesidir bu süreç. Ne var ki bu tefekkürü, yaşamda karşılaştığı tezatları haklı çıkardığından, şairi bir bunalıma sürükleyecektir. Bunun neticesini ise, o şairin cüzi iradesi belirleyecektir; tehlikeli ve sonucu, devasa haberlere gebe bir durum…İfrat-tefrit…
Son olarak bir paragraf daha açmak istiyorum. Şiiri ancak bir şair daha iyi anlayabilir, eleştirmen değil. Şiirin nüvesine indikçe, aslında şair de tam mânâsıyle anlayamayacaktır. Bu konu için şöylesi bir sonuç en uygunudur:
Şiir şairin bir adım önündeyse, şair de eleştirmenin bir adım önündedir.
Felsefesiz şiir, şiirsiz felsefe olamaz. İhtimal, olabilir ama; ama/sı var işte…