Akif inan’ın, eskilerin deyişiyle, mehabetli bir duruşu vardı. Bu duruş, yazı ve şiirlerinde de kendini hissettirirdi. Hicret’i okurken ondan etkilenmiş, hakkında bir şeyler yazmak istemiştim. Masa başında çektiğim sıkıntıyı unutamıyorum. Saatlerce uğraşmama rağmen içime sinecek bir şeyler yazamamıştım. Seksenli yılların başlarıydı ve henüz Akif Bey’le tanışmamıştım; ama sanki o karşımda duruyordu ve şiirlerini hakkıyla anlamadığım, onları doğru değerlendiremediğim için bana kızıyordu. Yazdıklarımı yırtıp atarak rahatlamıştım ancak.
Onunla Cağaloğlu’nda, Mavera’nın İstanbul bürosunun da bulunduğu bir handa, bir yayınevinin yazıhanesinde tanıştım. Yanılmıyorsam 1982 yazıydı. Ankara’dan gelmişti. Şahsıyla, Mavera’yla, edebiyatımızın ve ülkemizin ahvâliyle ilgili bir dizi soru dolaşıyordu aklımda. Ama o sormama fırsat vermiyordu. Karşısındakini ölçülü olmaya zorlayan bir tavrı vardı. Yüz hatları, duruşu, konuşması bunu sağlıyordu.
“Edep senin sabır benim derimdir/
Askerler üretir sessiz ve derin”
mısraları geçivermişti aklımdan. O, bir ağabey sorumluluğuyla bize sorular soruyordu. Sorularının içeriğinde ve soruluş biçiminde birer uyarı, yönlendirme saklıydı adeta. Henüz çıkmış olan kitabımı okuduğunu söylemiyor, fakat sorularıyla onu okuduğunu ve beğendiğini ihsas ediyor; sırtımızda büyük bir sorumluluk olduğunu da ihtar ediyordu. Tasavvufla alakamızı irdeliyordu.
Uzun bir süre sonra 1987’de (yine yanılmıyorsam) İstanbul Fatih’te, Bir iş hanının ikinci katındaki bir toplantıda karşılaştık. Dünya İslam Edebiyatçıları Birliği’nin toplantısı dolayısıyla kalabalık bir edebiyatçı grubu davet edilmişti. Hasan En-Nedvi, Muhammed Kutup gibi İslam dünyasının tanınmış isimleri oradaydı. Türkiye’den Erdem Bayazıt, Akif İnan, Rasim Özdenören, Mustafa Kutlu, İsmet Özel, Mustafa Miyasoğlu ve daha birçok şair ve yazar bir araya gelmişti. Bir şair olarak orada bulunmaktan memnundum. Doğrusu biraz da heyecanlıydım. Ortamdan dolayı yakın bir münasebet kurmak mümkün değildi. Ancak Akif Bey’in vakarlı, kendine güvenen duruşu orada da kendini hissettirmişti. Birlik başkanı Nedvi ile en rahat konuşan, hatta diğer bazı isimleri kendisine takdim eden oydu.
Sonraki yıllarda, özellikle doksanlı yılarda Akif Bey’le yolumuz sıkça kesişti. Onunla çokça seyahat etmek, dolayısıyla onu daha yakından tanımak imkanı buldum. Konya’da, İstanbul’da, Aşkabat’ta, Merv’de, Kıbrıs’ta, Suçıktı’da, Urfa’da ve daha birçok yerde onunla beraber oldum. Birlikte gezmek, aynı odalarda uyumak, aynı masalarda oturmak, beraber radyo televizyon programlarına çıkmak nasip oldu.
1995 Ağustosunda Konya’ya yaptığımız bir seyahatin lezzetini hâlâ hissetmekteyim. Zamanımın çoğu onunla geçmiş, sohbetinden doya doya faydalanmıştım. Meram’da ve özellikle yemeklerde ağırlıklı olarak edebiyat, bilhassa şiir konuşulmuştu. Fuzulîler, Bakîler, Nef’îler, Akifler, Haşimler, Necip Fazıllar” resmî geçit” yapmıştı. Bu sohbetler sırasında Akif İnan’ın iki önemli özelliğine şahit olmuştum. Biri: Ezberinde hatırı sayılır ölçüde şiir vardı ve bunları etkileyici bir şekilde okurdu. Haşim, Yahya Kemal neredeyse bütün şiirleriyle hafızasındaydı. Fuzulî’den Şeyh Galip’ten ne kadar çok beyit biliyordu ve bunları ne kadar güzel okuyordu. Diğeri. Önemli bir anı ve anektod birikimi vardı. Hilmi Oflaz da bu seyahate katıldığı için, Üstad’la ve onunla ilgili bir dizi hatıra anlatmıştı. Yelpaze açılmış, Fethi Gemuhluoğlu, Filozof Cemal ve daha niceleri sohbete mevzu olmuştu. Bu arada bir konuyu anlatırken kaynağına da gönderme yapardı.
Meselâ Filozof Cemal’den bahsederken onu Rasim Özdenören’in daha iyi tanıdığını ve esas anektodları ondan dinlemek gerektiğini hatırlatırdı. Üstad’ın Roma dondurması ile ilgili bir anektodunu da Alaaddin Bey’den dinlememizi tavsiye etmişti. Nitekim dayanamamış, rahmetli Alaaddin Özdenören’i bularak hatırayı ondan dinlemiştik.
Söz, aşk ve cezbeye geldiğinde Fethi Gemuhluoğlu’nu anlatmıştı uzun uzadıya; şiirde forma, aruza geldiğinde de genç şairlerimizin eski şiirimizi ve aruzu öğrenmeden gerçek şair olamayacaklarını söylemişti. Onun şiirini takip edenler, bu görüşün bizzat uygulayıcısı olduğunu fark etmişlerdir. Gerek, Hicret’teki gerek Tenha Sözler’deki şiirler şekil bakımından gelenekle irtibatlıdır. Söyleyiş ise tamamen yenidir ve Akif İnan’a özgüdür. Akif İnan, şiirleriyle, gelenekten kopmadan nasıl yeni bir ses yakalanabileceğinin yolunu göstermiştir bir bakıma.
Türk Ocakları başkanlığından sendika kuruculuğu ve genel başkanlığına uzanan uzun ve mücadele dolu bir serüveni vardı Akif Bey’in. Değişik görevlerde bulunmuş, önemli insanlar tanımıştı. Bir fikir ve edebiyat adamı olarak Necip Fazıl gibi önemli şahsiyetlerin yakınında bulunmuş ve birçok olaya tanık olmuştu. Konferanslar ve daha sonra sendika çalışmaları münasebetiyle Anadolu’yu karış karış dolaşmış ve gözlemlerde bulunmuştu. Bütün bunlardan dolayı anılarını yazmasının bir görev olduğunu düşünüyordum. Hatırlattığımda bundan hoşlanmamış gibi baktı bana. Başkalarının da aynı istekte bulunduğunu ancak yazmaya fazla vakit ayıramadığını söyledi.
Önemli bir şairdi, edebiyat bilimcisiydi ama aynı zamanda bir dava ve ideâl adamıydı. Ve dava ve ideâl adamı vasfı diğer vasıflarına ağır basıyordu. Başka bir yazımda,onun bir şiirinden ilhamla belirttiğim gibi “büyük rüyalar gören” bir şairdi.Bir medeniyete mensubiyetin, bu medeniyeti diriltip geliştirmenin sorumluluğunu taşıyordu. Davranışlarından şiirlerine, hitabelerinden sosyal çalışmalarına kadar hayatını dolduran her şeyi bu sorumluluk biçimlendiriyordu. Bundan dolayı o da yaşamaktan yazmaya vakit bulamayanlardandı. Rasim Bey, bir yazısında onun yazmaktan çok yaşamaktan yana olduğunu ; belki yazmayı bir kaçış olarak değerlendirdiğini ifade ediyor. Benim ondan bu konuda işittiğim tek cümle, bende ihtiyâri bir kaçışın söz konusu olmadığı kanaatini uyandırdı.
Cahit Zarifoğlu’nun, sonra da Akif Bey’in vefatı sırasında şu soruları sormuştum kendime: Bir edebiyat dergisi çıkarmış, onun etrafında halkalanmış, şiirler öyküler yazan birkaç arkadaştan biri hastalanınca, ölünce neden bu kadar insan üzülüyor? Cahit Zarifoğlu’nun ya da Akif inan’ın ölümünden, yalnızca güzel şiirler yazdıkları ya da onları yakından tanıdığım için mi bunca müteessir oldum?
Tabiî ki mesele bir dergi çıkarmış olmanın çok fevkindedir. Açıkça deklare edilmemişse bile bir misyonla yola çıkmak söz konusudur. Bir medeniyet sorunumuz vardır ve edebiyat da medeniyet bağlamında ele alınmalıdır.Bir dava için yola çıkma, bu davayı yürütecek kişileri yetiştirme ve onların ruhunu besleyecek kaynakları üretme sevdası yatmaktadır bütün çabaların altında. Bu çaba, kimi zaman yazı ve konferanslarda aşikar bir şekilde, kimi zaman da şiirlere öykülere sanatkârca içirilmiş bir şekilde gösterir kendini. Akif inan, mizacının ve tecrübelerinin de etkisiyle bu hareketin sözcüsü konumundadır. “Çağı kurtarma” gibi büyük bir iddia taşımaktadır:
“Çağı kurtarmanın bir eylemidir
Çağ dışı görülen ilgimiz bizim”
Yukarıda bir vesileyle aldığımız mısralar da aynı noktaya işaret ediyor:
“Edep senin sabır benim derimdir
Askerler üretir sessiz ve derin”
Uzun bir beraberliğimiz de Türkmenistan seyahatinde (1995) oldu. Türkiye Yazarlar Birliği’nin düzenlediği Türkçe’nin Uluslararası Şiir Şöleni’ne katılmıştık.
Geniş bir muhite sahipti. Gittiğimiz her yerde mutlaka bir tanıdığı, bir öğrencisi ya da hayranı çıkıyordu karşımıza. Nitekim orada da bu nedenle yanımızdan ayrılmayan, bize yardımcı olmak için çabalayan insanlarla karşılaştık.
Aşkabat’ta, İran sınırındaki Köpet dağlarının eteğinde, Firuze denilen yerde kalıyorduk. Oldukça yoğun geçen günlerin yorgunluğunu, akşamları bu sayfiye yerindeki çardağın altında sohbet ederek ve çay içerek atıyorduk. Mehtaplı bir gecede, Bayram Bilge Toker’in sazıyla neredeyse bizi coğrafyamızın tümünde gezdirmesi; M. Atilla Ma- raş’ın, Akif inan’ın denetiminde çiğ köfte yoğurması ve Akif inan’la Kıbrıslı şair Harid Fedai’inin bizi geniş ve derin bir şiir âleminde yaşatmaları unutulacak gibi değil.
Hiçbir durumda vakarlı duruşunu bozmaması; ciddiyetsizliğe, basitliğe prim vermemesi; övgüyü, ödülü ve her türlü dünyalığı önemsemez tavrı; doğru bildiğini söylemekten sakınmaması gibi özelliklerini en açık bir şekilde bu seyahatlerde gördüm. Kendisine bu şölen sırasında Mahdum Kuli (Türkmenistan’ın büyük şairi) ödülü verilmişti. Ödülünü alırken de vakur ve mütevazıydı. Dünyadaki ödüllerin hiçliğini anlatan bir edâ içindeydi. Salonu terk etmeye hazırlandığımızda kocaman plaketi bir yerlerde unutmuş, keyifle bir sigara tüttürmenin yolunu arıyordu. Yine, topluluğumuza yakışmayacak davranışlarda bulunan ve gereksiz sözler sarf eden bir şairi, otoriter bir sesle ikaz etmiş ve susturmuştu.
Merv seyahati, onun tarihe merakını öğrenmeme ve derviş yanını yakından görmeme vesile oldu. Sultan Sencer Türbesi’ni büyük bir dikkat ve merakla incelemiş, rehberden ayrıntılı malumat istemiş, hatta bazı malumatı o eklemişti. Yusuf Hamedani Hazretleri’nin türbesinde adeta ruh kesilmiş, uzun zaman vecd içinde dua etmişti. Ne yapıp edip abdest için kullanılan ibriklerden birini Yusuf Hamedani Hazretlerinin bir hatırası olarak Türkiye’ye getirmişti. Aynı ihtiramlı, duygulu hâli sahabe türbelerinde de yaşamıştık.
“Gel anla ve yaşa doğusal hüznü” diyordu ya, böyle bir hüzün yaşıyordu sanki.
Akif inan, bu dünya hayatını dolu dolu yaşadı. Üstelik onu değiştirme, güzelleştirme cehdiyle yaşadı. Ama onun ürküntüsünü de derinden hissetti. Yoksa
“Bir tenha dünyanın ürküntüsünü /
Ekledim gövdeme bir parça gibi” der miydi?
Böyleyken o, asıl yurdunun neresi olduğunu çok iyi biliyordu. Davet şiirindeki şu dörtlükleri okuduktan sonra söylenecek ne kalıyor ki:
“Hicretler gelişir har akşam bende
İçimin ışıklı memleketine
Donatır çevremi ashap şenliği
Bir fener alayında gezinir kalbim
Ey vücudum davran ve gel benimle
Biz ki o dünyanın yurttaşlarıyız
Elverir bu gurbet bu karanlıklar
Bu eşyalar sesler ve görüntüler”
Şu mısralarla ne güzel anlatıyor kendini, kendini ve hepimizi:
“Geldim gidiyorum ben mahzun şarkı
İncisi içinde bir midye gibi”