İslam Medeniyetini “Sevgi medeniyeti” olarak tanımladınız. Bu isimde bir de eseriniz mevcut, bu ismi fazlasıyla hak eden İslam medeniyetinin temel taşları arasında sevginin yeri ve önemi nedir?
Benim bu eserimin ilk neşri yaklaşık on beş yıl önce idi. Aradan hayli zaman geçti, fakat sevgiye olan ihtiyaç her geçen gün daha arttı. Ne yazık ki insanlık sevgi üretme yerine sevgiyi öldürmeye yöneldi. Bir hususu belirtmem gerekiyor, İslam’ın geliştirdiği ve oluşturduğu medeniyete “sevgi medeniyeti” derken bir tanım veya tarif yapmadım. Bu medeniyetin öne çıkan en önemli unsurlarından birine vurgu yapmayı, dikkat çekmeyi hedefledim. Doğrusu bunun bence önemli bir sebebi vardı. Özellikle batı kamuoyu İslam’ı bir sevgisizlik, korku ve dehşet dini olarak algılıyordu. Bu durum, onların kamuoyunu oluşturan başta kilise çevreleri olmak üzere, sanat, edebiyat ve siyaset çevrelerince bilinçli olarak geliştirilen bir stratejiydi ve çok uzun bir geçmişi vardı. Bugün, o yaklaşım tarzının hangi sonuçları doğurduğunu ve dünyayı ne hale getirdiğini bir kere daha hep beraber görüyor ve yaşıyoruz. Ne yazık ki, batı bilim ve kültürünü mutlak gerçekmiş gibi algılayan, özellikle Kur’an ve Sünnet bilgisinden uzaklaştırılmış, milletimizin kültürü ve geçmişi ile köprüleri atan insanlarımız batılıların söylediği her şeyi doğru zannediyor, bu yersiz, insafsız isnatlara onlar da inanıyorlardı. Durumun hal-i hazırda, günümüzde de çok fazla değiştiği kanaatinde değilim. Batılıların bu maksatlı karalamalarına inanıp kananlar, sıradan insanlar kesimi değil, “aydın” diye nitelenen ve toplumu yönlendirme hatta yönetme durumunda olanlardır. Halk ise sistematik bir bilgiye sahip olmasa bile irfanıyla dinin âlemi kuşatan sevgisinin tezâhürlerini yaşayıp yaşatmaya çalışıyor. Esasen bütün dinlerin temelinde sevgi motifi çok önceliklidir. Fakat batının geçmişindeki nefret ve vahşeti Hristiyanlık ortadan kaldıramamış, tam aksine dini de tahrif ederek kendilerine uyarlamışlardır. Bunlar üzerinde uzun boylu durmanın yeri burası değildir; bu kadar ipucu yeterli zannederim. Tekrar başa dönecek olursam, İslam Medeniyeti birçok isimlendirmelerle anılabilir ve bunu hak ediyor. Meselâ dinimiz bize merhamet, şefkat, iffet, hayâ, insan şeref ve haysiyeti, adalet, ihsân, infak gibi çok önemli değerler sunuyor, bunları gerçekleştirmenin hem bütün yollarını gösteriyor hem yükümlülükler getiriyor. Dolayısıyla “merhamet medeniyeti”, “adâlet medeniyeti” gibi isimlendirmeler de doğru olur. Fakat sevgi bütün bunların ötesinde, üstünde bir yer işgal ediyor. Burada sadece bir kısmını saydığımız bu güzel hasletlere sahip olan fertler medenî olma vasfını kazanabilirler ve üstün insan, kâmil adam diye anılmayı hak ederler. Bunların her birinin gerçekleştiği, hayata yansıdığı bir toplum da gerçek anlamda sevgi toplumu, medenî toplum olabilir. İslam bunu birden çok defa, birden çok coğrafyada gerçekleştirmiş ve insanlığa yaşanmış/yaşanabilir bir model sunmuştur. Aynı medenî unsurları içinde barındıran bir yapılanmanın yeryüzünün herhangi bir yerinde tekrar gerçekleşmesi için çaba sarf etmek gibi ahlâkî ve evrensel çapta bir sorumluluk taşıdığımıza inanıyorum.
Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i seniyyede bize önerilen sevginin ölçüsü nedir? Bu sevginin sınırı ve ciheti hususunu biraz açar mısınız?
İslam gerçekçi bir din, hayatın içinde bir sistemdir. Kur’an ve Sünnet İkilisi bu gerçekçi oluşun bilgi ve belgeleridir. Kur’an’ın emirlerinin, yasaklarının, yani genel anlamda talimatının nasıl hayat/yaşam tarzı haline geldiğini bize sünnet gösteriyor. Bu sebepledir ki İslam alimleri sünneti Kur’an’ın hayata yansıması olarak nitelemişlerdir. Bu niteleme hem gerçekçi hem de son derece önemlidir. Böyle olmasaydı, Kur’an bir felsefî kuram kitabı gibi görülebilirdi. Biz, herhangi bir konuda Kur’an’ın talimatı nasıl anlaşılmış, nasıl uygulanmış diye bakınca bunun cevabını müşahhas olarak Hz. Peygamber’in hayatında, sahâbenin hayatında, onları örnek alan daha sonraki Müslüman fert ve toplumların hayatında bulabiliyoruz. Bu örneklerde yaşama çeşitliliği ve zenginliğini, değişen ve değişmeyenleri, değişim ve çeşitliliğin Kur’an-Sünnet sınırlarını zorlamadan ve meşrûiyet hudutları içinde olabildiğini müşahede ediyoruz. Bu, bizler için, gelecek nesiller ve insanlık için çok önem arz etmektedir. Sevgi için söylenebilecek şeyler de bu genel yaklaşımın dışında değildir. İslam, insan olmamızın gereği olan her türlü sevgiyi meşrû görür ve doğruya yönlendirici önerilerde, sapmaları önleyici tavsiyelerde bulunur. Çünkü sevgideki sapma, bütün sapıklıkların temelini teşkil edebilir. Mesela sevgi sâikiyle peygamberleri ilâhlaştırma, Allah’ın oğlu, kızı, eşi vs. görmenin ne büyük bir sapıklık olduğunu ve sonuçlarının insanları nerelere götürdüğünü bir düşünelim. İşte bu sebeple Kur’an ve Sünnet bizi ifrat ve tefrite düşmekten koruyor ve her şeyi yerli yerince yapmamızı sağlıyor. Bunun adı “sırât-ı müstakîm-dosdoğru yol” oluyor. Sevilmesi gerekenleri nasıl seveceğimizi Allah ve Resûlü’nün bize öğretmesi en büyük nimetlerden biridir. Buna uymayanların nasıl sevgi sapıklığına düştüklerini sıkça görüp yaşıyoruz. Burada şunu özellikle belirtmem gerekiyor: Sevgi, itikat/inanç, amel/dinin emirlerini yerine getirme ve ahlak temelinden ayrı düşünülemez. Gerçek mânâda sevgi bunların her birinin yerli yerinde oluşunun, uyumunun neticesidir, zirvesidir.
Peygamber Efendimizin Kur’an’ın ifadesiyle “Üsve-i hasene” oluşunda hadisi şerifte beyan edilen “mekarim-i ahlak” üzere bulunuşunu söz konusu olduğunda ona olan sevgi hakkında neler söylersiniz?
Bütün peygamberlerin insanlığın en seçkin kişileri olduğuna iman, bizim inanç esaslarımız içinde yer alır. Hz. Peygamber’in konumunu buna göre değerlendirmek gerekir. Üstelik O, en son ve en mütekâmil dinin peygamberidir. Kur’an’ın pek çok ayeti bize peygamberi tanıtır, anlatır. Onun Allah katındaki mevkiini ve ümmet için, insan cinsi için önemini öncelikle Kur’an’dan öğreniriz. “Alemler için rahmet oluşu”, “ümmeti için üsve-i hasene, en güzel örnek oluşu” da Kur’an’ın bize öğütleyip öğrettiği özellikleridir. Yine Cenâb-ı Hak: “Şüphesiz ki sen yüksek bir ahlak, en üstün hayat tarzı üzeresin” buyuruyor. Kendisi de “Ben ahlakın en üstününü tamamlamak için gönderildim” buyurmuştur. Allah, kendisinin sevgisini peygambere uymaya, ona tabi olmaya bağlamıştır. Örnek ve önder olanın sevilmesi, sevilenin de en ekmel, en üstün olması gerekir. Bu sebepledir ki, bizler Peygamber Efendimiz’in hangi sözünü okusak veya dinlesek, hangi davranışına muttali olsak, hangi özelliğini ve vasfını tanısak ondan hoşlanıyoruz ve ona karşı sevgimiz, saygımız, bağlılığımız daha da artıyor. İşte bizde, inanan bireyde, zorlamaksı- zın oluşan bu hal, sevilenin, örnek alınanın mükemmelliğinden kaynaklanıyor. Ayrıca bu sevgi, imanımızın gereklerinden biri olma özelliğini de taşıyor. Netice itibariyle Peygamberimizin: “Ben, sizden birinize, anasından babasından, çoluk çocuğundan, hatta kendi nefsinden daha sevimli olmadıkça gerçek anlamda Mümin olamazsınız” sözünün mahiyetini iyi düşünüp kavramak gerekiyor.
İnsanlığın serüvenine İslam hangi açılımları sağlamış, İslamın beşeriyete teklifleri neler olmuştur? Asrımızda bu tekliflerin önemi nedir?
Bu sorunuzun son derece kapsamlı olduğunun siz de farkındasınızdır. Esasen İslam, insanlığın Hz.Adem’den bu yana yaşanmış serüveninin belki bir tarihi değil, ama bir muhasebesi, mutlu bir geleceğin nasıl inşâ edilebileceğinin de koordinatlarını ortaya koyan gerçekçi projeler mecmuasıdır, desem maksadı ifade edebilmiş olabilir miyim bilemiyorum? Gerçekten Kur’an ve Sünnet’in verilerini böyle okumak, böyle değerlendirmek; geçmişe, güne ve geleceğe Müslüman’ca bir bakışın, insanlığa bir çıkış yolu önermenin temelidir diye düşünürüm, işte bu çerçeve içinde İslam’ın insanlığın önüne koyduğu açılımlar, bunalım üretici tezler değil, gerçekçi, her asırda, her coğrafyada, her toplumda uygulanabilirliği olan ve temelde iyi insan, mutlu toplum, huzurlu bir dünya eksenli önerilerdir. Bunlar İlâhî vahiy kaynaklı öneriler olup, beşerinkilerle mukayese edilemez. Yine de ben kendimce önemli gördüğüm birkaç noktanın altını çizmiş olayım: İslam’ın en önemli özelliği “tevhid dini” oluşudur. Bundan dolayı hiçbir alanda dînî ile din dışı, maddî ile manevî arasında asla ayırım yapmaz. Böylece her tür insanı hedef alır ve her ferde hitap eder. İnsânî birlik ve beşerî eşitliği esas alır. Nitekim Kur’an, dindeki kardeşlik dışında Hz. Adem’den gelen bir kardeşliğin olduğunu da inananlarına açıkça beyan eder. Böylece İslam bütün insanlığı büyük bir aile gibi telakkî eder ve muamelesi de ona göredir. Her insanı İslâmî tebliğin muhatabı görür. Önemli gördüğüm bir başka husus, Kur’an’ın, şahsî fazilet, bireyler arası fazilet, toplumsal ve evrensel fazileti özenle öne çıkarması ve bunların zemininin en mükemmel şekilde oluşmasının formüllerini insanlığa takdim etmesidir. Asrımızda bunların ne derece önemli ve lüzumlu, hatta günümüzde ne ölçüde zaruri olduğunu, hemen şimdi işe başlamanın kaçınılmazlığını okuyucuların, aklı başında her insanın takdirine bırakıyorum. Şartlar ne kadar olumsuz görünürse görünsün, buna ihtiyaç vardır ve insanlık, eğer insanlık şeref ve onuru diye bir şeyi tamamen kaybetmek istemiyorsa, bu kurtuluş nefhasına bîgâne kalmayacaktır. İnsanlık tarihindeki büyük hamlelerin, kurtuluş hareketlerinin ve çıkış yollarının en olumsuz şartlar içinde arınıp bulunduğunu da unutmayalım.
Bugün dünyada sevginin durumu ile İslam’ın insanlığa sunduğu ve tarih içinde ete kemiğe bürünmüş olan sevgi kıyas götürür mü? Aradaki farklar neler?
Günümüzde yaygın, küresel çapta, örnek nitelikte, herkesin gözünün önünde, özlenen ve özenilen bir sevgiden söz etmenin mümkün olmadığını belirtmek zorundayım. Benim bugün için genel anlamda görüp müşahede ettiğim manzara, tam bir sevgisizlik tablosudur. Şu anda dünya hakimiyetini ellerinde tutan emperyalist/baskıcı güçlerin insanlık için sevgi namına en küçük bir iyilik bile üretemeyecekleri çok açık, kesin ve net bir şekilde görülmüştür. Ne yazık ki birçok insan sevgiyi kalp ve gönülden, akıl ve idrakten, edep ve iffetten çok ama çok uzak, nefsî ve süflî duyguların tatmini olarak anlıyor. İşte bu anlayış sevgiye karşı en büyük ihanettir. Ulvî ve yüce bir duyguyu kalpten, gönülden, akıl ve idrakten soyutlayıp, ayağa düşürmek ve -çok özür dilerim- cinsel organlarına indirgemek kadar hamâkat ve insanlık dışı bir seviyesizlik olamaz. Bireysel anlamda gelinen nokta bu olunca, toplumun veya toplumla- rın yönelişlerinin de sağlıklı olması düşünülemez. Ben, sağlıklı bir dînî inanç ve vahiy kaynaklı bir ahlak sisteminin insanlığa doğru ve kuşatıcı bir sevgi sunabileceği inancındayım. Çünkü böyle bir sevginin merkezinde Kâdir-i Mutlak olan Allah bulunacaktır. O zaman bütün meşrû sevgiler merkezin etrafında bir hâle oluşturacak, sadece insan cinsini değil, bütün yaratıkları, canlı cansız her şeyi kuşatan bir sevgi anlayışı âleme yayılacaktır. Kur’an bunun evrensel reçetesi, sünnet müşahhaslaşmış şekli, sahâbe seyir tablosu, Müslüman toplumların tarihi -müspet ve menfilikleri, iniş ve çıkışları ile- ibret aynasıdır. Doğrusu ben bunları ifade ederken, İslamiyet dışında bir dinin ve Müslümanlar dışında bir toplumun gerçek anlamda bir “sevgi medeniyeti” inşâ edemeyeceği inancında olduğumu bir kere daha vurgulamak isterim. Çünkü İslam ve Müslümanlar dışında bunu yeryüzünde yaşatmış, gerçekleştirmiş bir başka din ve toplum bilmiyoruz. Bu şartlarda, bu Müslümanlarla mı denilebilir? Bunun çaresi, İslam’a uygun Müslüman insan inşâsından geçer. Müslümanlar benliklerine dönmeye karar verirlerse, bu gerçekleşecektir.
Ben, Merhum Mehmet Akif’in deyimiyle “sadr-ı İslam’a rücû etmenin” bir geri gidiş değil, tam aksine ileri sıçrayışın basamak taşı olduğuna inananlardanım. “Ceketimizin astarı içinde kaybettiğimiz hakikati” uzaklarda aramaya gerek yok diyorum. Netice itibariyle İslam’ı, İslam dışı şeylerle mukayese anlamsız. Çünkü İslam her şeyiyle evrensel ve kuşatıcı, başkaları böyle olduklarını iddia etseler de anlamsız kalıyor; çünkü kuralları ve prensipleri buna müsait değil. Dün ve bugün dünyayı ne hale getirdikleri ortada! Batının elindeki bu üstün tekniğe, üstün bir ahlâkın eşlik etmesi gerekiyor. Bu gerçekleşebilse dünya huzur ve kurtuluşa erer. Mümkün mü? İçimden ve gönlümden niçin olmasın demek geçiyor. Dün gerçekleşmeyen bugün gerçekleşebilir mi? Bu yöndeki çaba ve gayret doğrusu çok kutsal bir uğraştır. Çünkü bizim görevimiz bütün insanları İslam’ın aydınlığına çağırmaktır.
“Büyük Ortadoğu Projesi” ve Ortadoğu’da yaşananlar… Kendine özgü bir medeniyet olan Batı ve köklerinden koparak Batıya entegre olmaya çalışan bir Türkiye… Medeniyet bağlamda neler söylemek istersiniz?
Bu konuşmayı, önce Afganistan daha sonra Irak’ta cereyan eden olaylar sebebiyle hissiyatımızın çok öne çıktığı bir sırada yapıyoruz. Bazen hissimiz aklımıza galebe edebilir, ama bunda bir sakınca da görmüyorum. Sizin evinizi, yerinizi, yurdunuzu nasıl tanzim edeceğinize dair bir projeniz yoksa, birileri gelip size bir proje dayatır. Her zaman ve çok konuda ifade etmeye çalıştığım gibi, tabiat boşluk kabul etmez. Ortadoğu, insanlığın ilk neş’et ettiği bu topraklar, tarih boyunca çok macera yaşadı. Bugün için, medenî olduğunu iddia eden bir dünyada, en medenî kendileri olduğunu söyleyenler tarafından tarihinin en kötü, en acımasız ve en ahlâksız istîlâlarından birini yaşıyor. Afganistan ve Irak’ta insanlık iflasını ilan etmiş bulunuyor. Umarım netice bu coğrafya ve insanları için geçmişte birçok kere olduğu gibi yeniden kendine dönüşün, kendisi oluşun, kendini buluşun bir vesilesi olur.
Ayrıca buralara, bu toprakların sahiplerini öldürmeye gelenler umarım ölenlerin kanında dirilir ve insan olma onuruna kavuşurlar. Onlarca yıl süren Haçlı Seferlerinin vahşî batıya kazandırdıklarını düşününce aklımdan bunları söylemek geçiyor. Yıllar önce okuduğum bir kitabın adı “er-Ridde velâkin lâ Ebâ Bekr”, Ebû Bekir’i Olmayan Ridde, idi. Bugün “Salahaddin’i Olmayan Haçlı İstilası” içindeyiz desem, acaba çok mu abartmış olurum? Ne yazık ki İslam dünyası bir dağınıklık, bir pejmürdelik içinde. Derme çatma devletçiklere bölünmüş, birliği, bütünlüğü kaybolmuş, birçoğu yönetimleri ile halkları arasında uçurumlar olan bir manzara sergiliyor. Medine’den mahrumuz; problemlerimiz büyük çapta bunlardan kaynaklanıyor. Her şeyi yeniden düşünmek zorunda olduğumuzu idrak etmemiz gerekiyor.
Sorunuzun Türkiye ile ilgili kısmına gelince, bizim batılılaşma maceramız yeni bir sevda değil, artık asırları geride bırakmış bir olgudan bahsediyoruz. Biz batı medeniyet havzasına dahil olmak istedikçe, onlar bize ait olduğumuz medeniyet havzasını hatırlatıyorlar. Bugün için de değişen çok fazla bir şey yok. Esasen birçok şeyimizle batıya benzedik ama hâlâ batılı olamadık. Demek ki bir medeniyet değişikliği sadece benzemek ve benzetilmekle olmuyor. Çünkü medeniyetin ana unsuru kültürdür; bunun içinde dininiz, millî örf ve âdetiniz, gelenekleriniz, tarihiniz, felsefeniz, hayat tarzınız velhasıl her şeyiniz var. Bunlardan vazgeçmeniz, değerleriniz olarak kabul ettiğiniz şeyleri terk etmeniz hem mümkün değil hem anlamsız ve gereksiz. Fakat bütün bunları koruyarak ve kendimiz olarak batı ile birlikte olmamız, yani bugüne kadar olduğu gibi ilgi ve ilişkilerimizi devam ettirmemiz, daha ileri safhalara taşımamız, gerçekten bir medeniyetler arası uzlaşma projesi geliştirmemiz belki mümkün olabilir. Burada illa benim gibi olacaksın, benden olacaksın gibi dayatmaların her iki taraf için de bir yararı yoktur.
Medeniyet değiştirmeye kalkmanın da alemi yoktur, bu mümkün de değildir. Türkiye, hem batılı hem doğulu, hem dindar hem çağdaş olmayı sürdürebilmiş bir ülke, Türkler de böyle bir millettir. Bu sadece bugüne ait bir görünüm değil, tarih boyunca bu özellikleri taşıdığımız bir gerçektir. Bizim Avrupa’da oluşumuz İstanbul’un fethinden hayli öncelere dayanır. Bu işin bir boyutudur. Bir diğer boyutu ise, Ortadoğu’ya ve hattâ daha ötesine yönelik yanı- mızdır. Bu coğrafyaya yeni bir düzen gelecekse, yeni bir şekil verilecekse, bunun Türkiye olmaksızın olabilmesi mümkün değildir. Esasen bu görevi Türkiye ifa etmeli idi. Ne yazık ki, bunun böyle olmaması için Türkiye çok uzun süredir çeşitli açılardan güçsüzleştirilmiş, zayıflatılmış ve önü kesilmiş bir ülkedir. İşte tam böyle bir zamanda bölgeye çekidüzen verilmek isteniyor ki, bunun zannedildiği kadar kolay olmayacağı, olsa bile devamlı olamayacağı anlaşılmaktadır. Her hâlükârda işin Türkiye’ye düşeceği gibi bir hissiyatım var. Bunun bizim için zor bir görev olduğunu müdrik olmakla beraber, Türkiye’nin fonksiyonunu icrâ edebilecek bir başka alternatif ülkenin bulunmadığını da bilmek durumundayız. Bu işler birilerini büyük göstermekle, sırtını sıvazlamakla olmuyor, tarihi geçmişiniz, birikiminiz, tecrübeniz, kabul görmeniz sizi birtakım şeylere zorluyor. Buna hazır olmanız gerekiyor, işte bu noktada tarihi sorumluluklarımızı hatırlamamız, macera merakı içinde olmaksızın ülkemiz, bölgemiz ve dünya sulhu açısından görev üstlenebilecek bir seviyede bulunmamız gerekiyor. Bu vadide söylenecek çok şey var, fakat zannedersem bir hayli uzattım, şimdilik bu kadarla yetineyim.
Bu vesile ile bana bazı duygu ve düşüncelerimi söyleme imkanı verdiniz. Size teşekkür ediyor, başarılar diliyorum.