Prof. Dr. Raşit Küçük ile Söyleşi

İslam Medeniyetini “Sevgi medeni­yeti” olarak tanımladınız. Bu isimde bir de eseriniz mevcut, bu ismi fazlasıyla hak eden İslam medeniyetinin temel taşları arasında sev­ginin yeri ve önemi nedir?

Benim bu eserimin ilk neşri yakla­şık on beş yıl önce idi. Aradan hayli zaman geçti, fakat sevgiye olan ihtiyaç her geçen gün daha arttı. Ne yazık ki insanlık sevgi üretme yerine sevgiyi öldürmeye yöneldi. Bir hususu belirtmem ge­rekiyor, İslam’ın geliştirdiği ve oluşturduğu medeniyete “sevgi medeniyeti” derken bir tanım veya tarif yapmadım. Bu medeniyetin öne çıkan en önemli unsurlarından birine vurgu yapmayı, dikkat çek­meyi hedefledim. Doğrusu bunun bence önemli bir sebebi vardı. Özellikle batı kamuoyu İslam’ı bir sevgisizlik, korku ve dehşet dini olarak algılıyordu. Bu durum, on­ların kamuoyunu oluşturan başta kilise çevreleri olmak üzere, sanat, edebiyat ve siyaset çevrelerince bi­linçli olarak geliştirilen bir stratejiy­di ve çok uzun bir geçmişi vardı. Bugün, o yaklaşım tarzının hangi sonuçları doğurduğunu ve dünyayı ne hale getirdiğini bir kere daha hep beraber görüyor ve yaşıyoruz. Ne yazık ki, batı bilim ve kültürünü mutlak gerçekmiş gibi algılayan, özellikle Kur’an ve Sünnet bilgisin­den uzaklaştırılmış, milletimizin kültürü ve geçmişi ile köprüleri atan insanlarımız batılıların söyle­diği her şeyi doğru zannediyor, bu yersiz, insafsız isnatlara onlar da inanıyorlardı. Durumun hal-i hazır­da, günümüzde de çok fazla de­ğiştiği kanaatinde değilim. Batılıların bu maksatlı karalamalarına ina­nıp kananlar, sıradan insanlar kesi­mi değil, “aydın” diye nitelenen ve toplumu yönlendirme hatta yö­netme durumunda olanlardır. Halk ise sistematik bir bilgiye sahip ol­masa bile irfanıyla dinin âlemi ku­şatan sevgisinin tezâhürlerini yaşa­yıp yaşatmaya çalışıyor. Esasen bü­tün dinlerin temelinde sevgi motifi çok önceliklidir. Fakat batının geç­mişindeki nefret ve vahşeti Hristiyanlık ortadan kaldıramamış, tam aksine dini de tahrif ederek kendi­lerine uyarlamışlardır. Bunlar üze­rinde uzun boylu durmanın yeri burası değildir; bu kadar ipucu ye­terli zannederim. Tekrar başa dö­necek olursam, İslam Medeniyeti birçok isimlendirmelerle anılabilir ve bunu hak ediyor. Meselâ dini­miz bize merhamet, şefkat, iffet, hayâ, insan şeref ve haysiyeti, ada­let, ihsân, infak gibi çok önemli değerler sunuyor, bunları gerçek­leştirmenin hem bütün yollarını gösteriyor hem yükümlülükler ge­tiriyor. Dolayısıyla “merhamet me­deniyeti”, “adâlet medeniyeti” gi­bi isimlendirmeler de doğru olur. Fakat sevgi bütün bunların ötesin­de, üstünde bir yer işgal ediyor. Burada sadece bir kısmını saydığı­mız bu güzel hasletlere sahip olan fertler medenî olma vasfını kaza­nabilirler ve üstün insan, kâmil adam diye anılmayı hak ederler. Bunların her birinin gerçekleştiği, hayata yansıdığı bir toplum da gerçek anlamda sevgi toplumu, medenî toplum olabilir. İslam bu­nu birden çok defa, birden çok coğrafyada gerçekleştirmiş ve in­sanlığa yaşanmış/yaşanabilir bir model sunmuştur. Aynı medenî unsurları içinde barındıran bir ya­pılanmanın yeryüzünün herhangi bir yerinde tekrar gerçekleşmesi için çaba sarf etmek gibi ahlâkî ve evrensel çapta bir sorumluluk taşı­dığımıza inanıyorum.

Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i seniyyede bize önerilen sevginin ölçüsü nedir? Bu sevginin sınırı ve ciheti hususunu biraz açar mısınız?

İslam gerçekçi bir din, hayatın için­de bir sistemdir. Kur’an ve Sünnet İkilisi bu gerçekçi oluşun bilgi ve belgeleridir. Kur’an’ın emirlerinin, yasaklarının, yani genel anlamda talimatının nasıl hayat/yaşam tarzı haline geldiğini bize sünnet göste­riyor. Bu sebepledir ki İslam alimle­ri sünneti Kur’an’ın hayata yansı­ması olarak nitelemişlerdir. Bu ni­teleme hem gerçekçi hem de son derece önemlidir. Böyle olmasaydı, Kur’an bir felsefî kuram kitabı gibi görülebilirdi. Biz, herhangi bir ko­nuda Kur’an’ın talimatı nasıl anla­şılmış, nasıl uygulanmış diye ba­kınca bunun cevabını müşahhas olarak Hz. Peygamber’in hayatın­da, sahâbenin hayatında, onları örnek alan daha sonraki Müslüman fert ve toplumların hayatında bulabiliyoruz. Bu örneklerde yaşa­ma çeşitliliği ve zenginliğini, deği­şen ve değişmeyenleri, değişim ve çeşitliliğin Kur’an-Sünnet sınırlarını zorlamadan ve meşrûiyet hudutları içinde olabildiğini müşahede edi­yoruz. Bu, bizler için, gelecek ne­siller ve insanlık için çok önem arz etmektedir. Sevgi için söylenebile­cek şeyler de bu genel yaklaşımın dışında değildir. İslam, insan olma­mızın gereği olan her türlü sevgiyi meşrû görür ve doğruya yönlendi­rici önerilerde, sapmaları önleyici tavsiyelerde bulunur. Çünkü sevgi­deki sapma, bütün sapıklıkların te­melini teşkil edebilir. Mesela sevgi sâikiyle peygamberleri ilâhlaştırma, Allah’ın oğlu, kızı, eşi vs. görme­nin ne büyük bir sapıklık olduğu­nu ve sonuçlarının insanları nerele­re götürdüğünü bir düşünelim. İş­te bu sebeple Kur’an ve Sünnet bi­zi ifrat ve tefrite düşmekten koru­yor ve her şeyi yerli yerince yap­mamızı sağlıyor. Bunun adı “sırât-ı müstakîm-dosdoğru yol” oluyor. Sevilmesi gerekenleri nasıl sevece­ğimizi Allah ve Resûlü’nün bize öğ­retmesi en büyük nimetlerden biri­dir. Buna uymayanların nasıl sevgi sapıklığına düştüklerini sıkça gö­rüp yaşıyoruz. Burada şunu özel­likle belirtmem gerekiyor: Sevgi, itikat/inanç, amel/dinin emirlerini yerine getirme ve ahlak temelin­den ayrı düşünülemez. Gerçek mânâda sevgi bunların her birinin yerli yerinde oluşunun, uyumunun neticesidir, zirvesidir.

Peygamber Efendimizin Kur’an’ın ifadesiyle “Üsve-i hasene” oluşun­da hadisi şerifte beyan edilen “mekarim-i ahlak” üzere bulunu­şunu söz konusu olduğunda ona olan sevgi hakkında neler söylersiniz?

Bütün peygamberlerin insanlığın en seçkin kişileri olduğuna iman, bizim inanç esaslarımız içinde yer alır. Hz. Peygamber’in konumunu buna göre değerlendirmek gere­kir. Üstelik O, en son ve en müte­kâmil dinin peygamberidir. Kur’an’ın pek çok ayeti bize pey­gamberi tanıtır, anlatır. Onun Al­lah katındaki mevkiini ve ümmet için, insan cinsi için önemini önce­likle Kur’an’dan öğreniriz. “Alem­ler için rahmet oluşu”, “ümmeti için üsve-i hasene, en güzel örnek oluşu” da Kur’an’ın bize öğütleyip öğrettiği özellikleridir. Yine Cenâb-ı Hak: “Şüphesiz ki sen yük­sek bir ahlak, en üstün hayat tarzı üzeresin” buyuruyor. Kendisi de “Ben ahlakın en üstününü ta­mamlamak için gönderildim” bu­yurmuştur. Allah, kendisinin sevgi­sini peygambere uymaya, ona tabi olmaya bağlamıştır. Örnek ve ön­der olanın sevilmesi, sevilenin de en ekmel, en üstün olması gerekir. Bu sebepledir ki, bizler Peygamber Efendimiz’in hangi sözünü okusak veya dinlesek, hangi davranışına muttali olsak, hangi özelliğini ve vasfını tanısak ondan hoşlanıyoruz ve ona karşı sevgimiz, saygımız, bağlılığımız daha da artıyor. İşte bizde, inanan bireyde, zorlamaksı- zın oluşan bu hal, sevilenin, örnek alınanın mükemmelliğinden kay­naklanıyor. Ayrıca bu sevgi, imanı­mızın gereklerinden biri olma özel­liğini de taşıyor. Netice itibariyle Peygamberimizin: “Ben, sizden bi­rinize, anasından babasından, ço­luk çocuğundan, hatta kendi nef­sinden daha sevimli olmadıkça gerçek anlamda Mümin olamazsı­nız” sözünün mahiyetini iyi düşü­nüp kavramak gerekiyor.

İnsanlığın serüvenine İslam hangi açılımları sağlamış, İslamın beşeri­yete teklifleri neler olmuştur? Asrı­mızda bu tekliflerin önemi nedir?

Bu sorunuzun son derece kapsam­lı olduğunun siz de farkındasınızdır. Esasen İslam, insanlığın Hz.Adem’den bu yana yaşanmış serüveninin belki bir tarihi değil, ama bir muhasebesi, mutlu bir ge­leceğin nasıl inşâ edilebileceğinin de koordinatlarını ortaya koyan gerçekçi projeler mecmuasıdır, de­sem maksadı ifade edebilmiş ola­bilir miyim bilemiyorum? Gerçek­ten Kur’an ve Sünnet’in verilerini böyle okumak, böyle değerlendir­mek; geçmişe, güne ve geleceğe Müslüman’ca bir bakışın, insanlığa bir çıkış yolu önermenin temelidir diye düşünürüm, işte bu çerçeve içinde İslam’ın insanlığın önüne koyduğu açılımlar, bunalım üretici tezler değil, gerçekçi, her asırda, her coğrafyada, her toplumda uy­gulanabilirliği olan ve temelde iyi insan, mutlu toplum, huzurlu bir dünya eksenli önerilerdir. Bunlar İlâhî vahiy kaynaklı öneriler olup, beşerinkilerle mukayese edilemez. Yine de ben kendimce önemli gör­düğüm birkaç noktanın altını çiz­miş olayım: İslam’ın en önemli özelliği “tevhid dini” oluşudur. Bundan dolayı hiçbir alanda dînî ile din dışı, maddî ile manevî ara­sında asla ayırım yapmaz. Böylece her tür insanı hedef alır ve her fer­de hitap eder. İnsânî birlik ve be­şerî eşitliği esas alır. Nitekim Kur’an, dindeki kardeşlik dışında Hz. Adem’den gelen bir kardeşli­ğin olduğunu da inananlarına açıkça beyan eder. Böylece İslam bütün insanlığı büyük bir aile gibi telakkî eder ve muamelesi de ona göredir. Her insanı İslâmî tebliğin muhatabı görür. Önemli gördü­ğüm bir başka husus, Kur’an’ın, şahsî fazilet, bireyler arası fazilet, toplumsal ve evrensel fazileti özenle öne çıkarması ve bunların zemininin en mükemmel şekilde oluşmasının formüllerini insanlığa takdim etmesidir. Asrımızda bun­ların ne derece önemli ve lüzumlu, hatta günümüzde ne ölçüde zaruri olduğunu, hemen şimdi işe başla­manın kaçınılmazlığını okuyucula­rın, aklı başında her insanın takdi­rine bırakıyorum. Şartlar ne kadar olumsuz görünürse görünsün, bu­na ihtiyaç vardır ve insanlık, eğer insanlık şeref ve onuru diye bir şe­yi tamamen kaybetmek istemiyor­sa, bu kurtuluş nefhasına bîgâne kalmayacaktır. İnsanlık tarihindeki büyük hamlelerin, kurtuluş hare­ketlerinin ve çıkış yollarının en olumsuz şartlar içinde arınıp bu­lunduğunu da unutmayalım.

Bugün dünyada sevginin durumu ile İslam’ın insanlığa sunduğu ve tarih içinde ete kemiğe bürünmüş olan sevgi kıyas götürür mü? Aradaki farklar neler?

Günümüzde yaygın, küresel çapta, örnek nitelikte, herkesin gözünün önünde, özlenen ve özenilen bir sevgiden söz etmenin mümkün ol­madığını belirtmek zorundayım. Benim bugün için genel anlamda görüp müşahede ettiğim manzara, tam bir sevgisizlik tablosudur. Şu anda dünya hakimiyetini ellerinde tutan emperyalist/baskıcı güçlerin insanlık için sevgi namına en kü­çük bir iyilik bile üretemeyecekleri çok açık, kesin ve net bir şekilde görülmüştür. Ne yazık ki birçok in­san sevgiyi kalp ve gönülden, akıl ve idrakten, edep ve iffetten çok ama çok uzak, nefsî ve süflî duy­guların tatmini olarak anlıyor. İşte bu anlayış sevgiye karşı en büyük ihanettir. Ulvî ve yüce bir duyguyu kalpten, gönülden, akıl ve idrak­ten soyutlayıp, ayağa düşürmek ve -çok özür dilerim- cinsel organları­na indirgemek kadar hamâkat ve insanlık dışı bir seviyesizlik olamaz. Bireysel anlamda gelinen nokta bu olunca, toplumun veya toplumla- rın yönelişlerinin de sağlıklı olması düşünülemez. Ben, sağlıklı bir dînî inanç ve vahiy kaynaklı bir ahlak sisteminin insanlığa doğru ve ku­şatıcı bir sevgi sunabileceği inan­cındayım. Çünkü böyle bir sevgi­nin merkezinde Kâdir-i Mutlak olan Allah bulunacaktır. O zaman bütün meşrû sevgiler merkezin et­rafında bir hâle oluşturacak, sade­ce insan cinsini değil, bütün yara­tıkları, canlı cansız her şeyi kuşa­tan bir sevgi anlayışı âleme yayıla­caktır. Kur’an bunun evrensel re­çetesi, sünnet müşahhaslaşmış şekli, sahâbe seyir tablosu, Müslü­man toplumların tarihi -müspet ve menfilikleri, iniş ve çıkışları ile- ib­ret aynasıdır. Doğrusu ben bunları ifade ederken, İslamiyet dışında bir dinin ve Müslümanlar dışında bir toplumun gerçek anlamda bir “sevgi medeniyeti” inşâ edemeye­ceği inancında olduğumu bir kere daha vurgulamak isterim. Çünkü İslam ve Müslümanlar dışında bu­nu yeryüzünde yaşatmış, gerçek­leştirmiş bir başka din ve toplum bilmiyoruz. Bu şartlarda, bu Müs­lümanlarla mı denilebilir? Bunun çaresi, İslam’a uygun Müslüman insan inşâsından geçer. Müslü­manlar benliklerine dönmeye ka­rar verirlerse, bu gerçekleşecektir.

Ben, Merhum Mehmet Akif’in de­yimiyle “sadr-ı İslam’a rücû etme­nin” bir geri gidiş değil, tam aksi­ne ileri sıçrayışın basamak taşı ol­duğuna inananlardanım. “Ceketi­mizin astarı içinde kaybettiğimiz hakikati” uzaklarda aramaya ge­rek yok diyorum. Netice itibariyle İslam’ı, İslam dışı şeylerle mukaye­se anlamsız. Çünkü İslam her şe­yiyle evrensel ve kuşatıcı, başkaları böyle olduklarını iddia etseler de anlamsız kalıyor; çünkü kuralları ve prensipleri buna müsait değil. Dün ve bugün dünyayı ne hale ge­tirdikleri ortada! Batının elindeki bu üstün tekniğe, üstün bir ahlâ­kın eşlik etmesi gerekiyor. Bu gerçekleşebilse dünya huzur ve kurtu­luşa erer. Mümkün mü? İçimden ve gönlümden niçin olmasın de­mek geçiyor. Dün gerçekleşmeyen bugün gerçekleşebilir mi? Bu yön­deki çaba ve gayret doğrusu çok kutsal bir uğraştır. Çünkü bizim görevimiz bütün insanları İslam’ın aydınlığına çağırmaktır.

“Büyük Ortadoğu Projesi” ve Ortadoğu’da yaşananlar… Kendine özgü bir medeniyet olan Batı ve köklerinden koparak Batıya enteg­re olmaya çalışan bir Türkiye… Medeniyet bağlamda neler söyle­mek istersiniz?

Bu konuşmayı, önce Afganistan daha sonra Irak’ta cereyan eden olaylar sebebiyle hissiyatımızın çok öne çıktığı bir sırada yapıyoruz. Bazen hissimiz aklımıza galebe edebilir, ama bunda bir sakınca da görmüyorum. Sizin evinizi, yerinizi, yurdunuzu nasıl tanzim edeceğini­ze dair bir projeniz yoksa, birileri gelip size bir proje dayatır. Her za­man ve çok konuda ifade etmeye çalıştığım gibi, tabiat boşluk kabul etmez. Ortadoğu, insanlığın ilk neş’et ettiği bu topraklar, tarih bo­yunca çok macera yaşadı. Bugün için, medenî olduğunu iddia eden bir dünyada, en medenî kendileri olduğunu söyleyenler tarafından tarihinin en kötü, en acımasız ve en ahlâksız istîlâlarından birini ya­şıyor. Afganistan ve Irak’ta insanlık iflasını ilan etmiş bulunuyor. Umarım netice bu coğrafya ve insanları için geçmişte birçok kere olduğu gibi yeniden kendine dönüşün, kendisi oluşun, kendini buluşun bir vesilesi olur.
Ayrıca buralara, bu toprakların sa­hiplerini öldürmeye gelenler uma­rım ölenlerin kanında dirilir ve in­san olma onuruna kavuşurlar. On­larca yıl süren Haçlı Seferlerinin vahşî batıya kazandırdıklarını dü­şününce aklımdan bunları söyle­mek geçiyor. Yıllar önce okudu­ğum bir kitabın adı “er-Ridde velâkin lâ Ebâ Bekr”, Ebû Bekir’i Ol­mayan Ridde, idi. Bugün “Salahaddin’i Olmayan Haçlı İstilası” içindeyiz desem, acaba çok mu abartmış olurum? Ne yazık ki İs­lam dünyası bir dağınıklık, bir pej­mürdelik içinde. Derme çatma devletçiklere bölünmüş, birliği, bü­tünlüğü kaybolmuş, birçoğu yöne­timleri ile halkları arasında uçu­rumlar olan bir manzara sergiliyor. Medine’den mahrumuz; problem­lerimiz büyük çapta bunlardan kaynaklanıyor. Her şeyi yeniden düşünmek zorunda olduğumuzu idrak etmemiz gerekiyor.

Sorunuzun Türkiye ile ilgili kısmına gelince, bizim batılılaşma macera­mız yeni bir sevda değil, artık asır­ları geride bırakmış bir olgudan bahsediyoruz. Biz batı medeniyet havzasına dahil olmak istedikçe, onlar bize ait olduğumuz medeni­yet havzasını hatırlatıyorlar. Bugün için de değişen çok fazla bir şey yok. Esasen birçok şeyimizle batıya benzedik ama hâlâ batılı olama­dık. Demek ki bir medeniyet deği­şikliği sadece benzemek ve benze­tilmekle olmuyor. Çünkü medeni­yetin ana unsuru kültürdür; bunun içinde dininiz, millî örf ve âdetiniz, gelenekleriniz, tarihiniz, felsefeniz, hayat tarzınız velhasıl her şeyiniz var. Bunlardan vazgeçmeniz, de­ğerleriniz olarak kabul ettiğiniz şeyleri terk etmeniz hem mümkün değil hem anlamsız ve gereksiz. Fakat bütün bunları koruyarak ve kendimiz olarak batı ile birlikte ol­mamız, yani bugüne kadar olduğu gibi ilgi ve ilişkilerimizi devam et­tirmemiz, daha ileri safhalara taşı­mamız, gerçekten bir medeniyet­ler arası uzlaşma projesi geliştir­memiz belki mümkün olabilir. Bu­rada illa benim gibi olacaksın, benden olacaksın gibi dayatmala­rın her iki taraf için de bir yararı yoktur.
Medeniyet değiştirmeye kalkma­nın da alemi yoktur, bu mümkün de değildir. Türkiye, hem batılı hem doğulu, hem dindar hem çağdaş olmayı sürdürebilmiş bir ül­ke, Türkler de böyle bir millettir. Bu sadece bugüne ait bir görü­nüm değil, tarih boyunca bu özel­likleri taşıdığımız bir gerçektir. Bi­zim Avrupa’da oluşumuz İstan­bul’un fethinden hayli öncelere dayanır. Bu işin bir boyutudur. Bir diğer boyutu ise, Ortadoğu’ya ve hattâ daha ötesine yönelik yanı- mızdır. Bu coğrafyaya yeni bir dü­zen gelecekse, yeni bir şekil verile­cekse, bunun Türkiye olmaksızın olabilmesi mümkün değildir. Esa­sen bu görevi Türkiye ifa etmeli idi. Ne yazık ki, bunun böyle olma­ması için Türkiye çok uzun süredir çeşitli açılardan güçsüzleştirilmiş, zayıflatılmış ve önü kesilmiş bir ül­kedir. İşte tam böyle bir zamanda bölgeye çekidüzen verilmek iste­niyor ki, bunun zannedildiği kadar kolay olmayacağı, olsa bile devam­lı olamayacağı anlaşılmaktadır. Her hâlükârda işin Türkiye’ye düşece­ği gibi bir hissiyatım var. Bunun bi­zim için zor bir görev olduğunu müdrik olmakla beraber, Türki­ye’nin fonksiyonunu icrâ edebile­cek bir başka alternatif ülkenin bulunmadığını da bilmek duru­mundayız. Bu işler birilerini büyük göstermekle, sırtını sıvazlamakla olmuyor, tarihi geçmişiniz, biriki­miniz, tecrübeniz, kabul görmeniz sizi birtakım şeylere zorluyor. Buna hazır olmanız gerekiyor, işte bu noktada tarihi sorumluluklarımızı hatırlamamız, macera merakı için­de olmaksızın ülkemiz, bölgemiz ve dünya sulhu açısından görev üstlenebilecek bir seviyede bulun­mamız gerekiyor. Bu vadide söy­lenecek çok şey var, fakat zan­nedersem bir hayli uzattım, şim­dilik bu kadarla yetineyim.

Bu vesile ile bana bazı duygu ve düşüncelerimi söyleme imkanı ver­diniz. Size teşekkür ediyor, başarılar diliyorum.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Çizgi-6 / Behice Kolçak Şark
Hikmet Burcunda Bir Şair / Şahin Taş
Gecenin İçindeki Aydınlık / Hasan Tiyek
Öptüğüm Etekler / Sami Uluğ
Ölüm Çıkınları / Selami Şimşek
Tümünü Göster