Mevlânâ, harf ve mânâ arasındaki ilişkiyi kap ve su metaforuyla izah eder, ona göre harf kaptır, mânâ ise o kabın içindeki sudur. Harf, zaman ve mekan kaydı bulunmayan o engin hayal denizinin içindeki bazı anlam adacıklarını gün yüzüne çıkaran bir kaptır. Kap ancak hacmi oranında su alır. Dolayısıyla kelimeler, söz, tasvir, tavsif, tahlil ve terkibe dönüştükçe mânâ yeni bir mahiyet kazanıyor. Ancak bu mânâ, içine aktığı harf kabının kalıpları içerisinde, söz ve mânâ sanatlarının elverdiği oranda genişleyen ve daralan bir alana hapsolmuştur. Bu itibarla lisan, her ne kadar bir iletişim aracı olarak beni öteki ile yakınlaştıran ya da uzaklaştıran bir unsur olsa da, mânânın zindanıdır. Mânâ, Mevlânâ’nın nitelendirmesine göre hâmûşluk halinde, yani kelimenin tükendiği, lisanın işlevini yitirdiği bir noktada özgürlüğüne kavuşacaktır. Bu susma (samt) hali, aslında yeni bir dil alanına kapı açıyor; bu dil sukutun dili (voice of silence)dir. Sûfi, bu yeni dil alanını keşfetmiş, hayal denizinin enginliklerinde kaybolarak (fenâ), biçimin formel yapısının o daraltıcı dünyasından kendi gerçekliğine (fark) ulaşmış bir kişidir.
Kendi gerçekliğine tecrübi bilgi ile ulaşan sûfi, farkındalığının ötesinde kendi dilini de keşfeder. O bir kâşiftir. Kendi metafizik düzlemi içerisinde yaptığı keşiflerle, varlığın mânâ ve mazmununa vakıf bir hale gelir. Böylece, bilen (alim) ile bilinen (malum), onun anlam dünyasında bire dönüşür; zihin ile göz yek-aheng bir mahiyet kazanır, görünenle algılanan, hissedilenle seyredilen bir olur. Bu itibarla o bir kimyagerdir; zıtları bire dönüştürerek kendini yeniden inşâ ederken, diline de bu inşâya paralel olarak gelişen hayal dünyasını yansıtacak bir seviye kazandırır. Bu dil, kendi aralarında sükûtun dili olmakla beraber, benzeri tecrübeyi yaşamamış diğer hemcinslerle olan ilişkide kuş dili (mantıku’t-tayr) olarak anlam kazanır. O yaşadığı hali bildirmek, keşiflerini, metafizik serüvenini ve bireysel öyküsünü anlatmak ve kendiliğinden haber vermek durumunda kaldığında kuş dilini kullanacaktır. Kuş dili, İbn Arabi’nin ifadesiyle, remz ve semboller dilidir. Bu dile sahip olan büyük şâirimiz Yunus,
“Ben bir acep ile vardım/ Benim dilim kuş dilidir/ Kimse halim bilmez benim/ Benim ilim dost ilidir” der.
Dil, halin bildirilmesidir. Şiir, tam da burada, sûfinin diline tercüman olur. Zira ancak subjektif dünyanın eseri olan şiir, içten dışa doğru bir iletişim kurmak niyetinde olan sûfinin kazanımlarını objektif düzleme taşır.
Şiir; bir mânânın, semboller, ritimli sözler ve uyumlu sesler yardımıyla aktarılma eylemi içerisinde şekillenen bir ifade biçimidir. Bu sanat yeteneğinin iki temel unsurundan biri özne olan şair, ötekisi ise, aktarılmak istenen mânâdır. Halini şiir formatında terennüm eden sûfi, tasavvuf şiiri olarak nitelendirdiğimiz bu şiir vadisinin öznesidir. Diğer bir ifadeyle şiir ve okuyucu ilişkisi bağlamında sûfilik, şairin sadece bir sıfatıdır. Bununla birlikte sûfîler kendilerini şair olarak nitelendirmezler. Çünkü şair, kelimelerle oynayan bir söz mimarıdır; hangi kelimeyi nereye koyacağını, hangi sesin nerede ahengi oluşturacağını çok iyi bilir. Keza o, kalemiyle hayal denizine lafız libası diken bir terzidir. Oysa sûfinin, şiirle olan ilişkisi, bu meydanda bir hüner göstermek değildir; o şiiri dil ortamına uygun bir form olarak görmüş, onu kullanırken halini ifade etmekten öte bir amaç da gütmemiştir. Bu sebepten o, kendisini âşık ve ârif olarak nitelendirir. Şiiri de hakikat erbabının şiiri (şi’r-i erbâb-ı hakikat) olarak isimlendirilir. Hakikat erbabı olan ârif ve âşığın şiirlerinin derlenmesiyle oluşan divanlar ise, divân-ı ilâhiyâttır.
Kısaca işaret edildiği çerçevede sûfi ve şiir ilişkisi, sûfinin şiire olan yaklaşımı, mistik muhayyilenin şiir sanatına tesiri ve şiir ve metafizik düzlem etrafında kaleme alınan Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç’ın “Sûfi ve Şiir, Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası” (insan Yayınları: İstanbul, 2004) adlı kitabında ayrıntılı bir şekilde incelenmektedir. Aslında tasavvuf düşüncesi üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanıdığımız Mahmut Erol Kılıç’ın, özel ilgi alanlarından olan dinler tarihi ve felsefi birikiminden de izler taşıyan bu kitap, sadece sûfi şiirin poetikasını tespit etmekle kalmaz, aynı zamanda Osmanlı şiirindeki tasavvufi etkiyi yetkin bir üslupla ortaya koymaya çalışır.
Osmanlı toplumunun gündelik hayatında belirgin bir yere sahip olan tasavvuf, sûfinin entelektüel dünyasını beslemenin yanında halk irfanını da etkilemiştir. Böylece toplumsal zihni kodların inşasında temel yapı taşlarından biri olmuştur. Bu bakımdan “Sûfi ve Şiir”, Osmanlı şiiri ve sanatının felsefi arka planına dair önemli bir açılım sunmaktadır. Ancak kitap hazırlanırken taranan divanların sayısı biraz daha zenginleştirilmiş olsaydı, belki daha ufuk açıcı örneklere ulaşılabilirdi. Ama bu haliyle de önemli bir boşluğu dolduracağından şüphe yoktur. Daha önce kitap üzerinde iki ayrı değerlendirme yazısı kaleme alan Hilmi Yavuz’un da dikkat çektiği gibi, bu kitap, Türk şiirinin anlam dünyasına etki eden İbn Arabi, Mevlânâ ve Yunus konteksinde getirdiği açılımlar bakımından da önemlidir. Öteden beri söylenegelen “Osmanlı şiirini anlamanın yolu tasavvufi öğretiden geçer” savını doğrulayan “Şairler ve Şeyhler” bölümü, İbn Fâriz, Feridü’d-din Attar ve Molla Câmi gibi şair, düşünür ve sûfilerin örnekliği ile zenginleştirilebilir.
“Sûfi ve Şiir”in, daha önceki dönemlerde zihnimi meşgul eden pek çok soruya cevap verdiği gibi, yeni sorular sormama da imkan verdiğini ifade etmek isterim. Bunda yazarın edebiyat bilimine dışarıdan bir bakış sunmasının yanısıra, tasavvufi ve felsefi birikiminin etkili olduğunu da söyleyebilirim. Bizler Osmanlı şiirine sadece filolojik çerçevede biçimci ve şerhçi bir bakışla yaklaşıyoruz. Yahut da son dönemlerde sıkça örneğini gördüğümüz gibi, şiiri tarihsel bir malzeme olarak okuyup, şaire içinde yaşadığı dönemin tanıklığını tevdi ediyoruz.
Oysa şairin söylemek istediği anlam, şekilci ve anakronik bakışımız arasında buharlaşıyor. Kitap, özelde sûfi şiirinin, genelde Osmanlı şiirinin ritmik ve formel dünyasının arkasındaki öze dikkatlerimizi yöneltmeyi bize öneriyor. Sûfinin kelime kabında, nice anlam suyu vardır! Bu bakımdan “Sûfi ve Şiir”, bakmak, anlamak ve görmek için önemli bir giriş denemesidir.