Rüzgarın biraz asabi biraz hırçın darbeleri sessiz gecesine eşlik etmişti.Yüreğindeki savruluşlar gibi, savrulmuştu bahçesindeki her bir ağaç.Endişelenmişti, kendisine endişelenişi kadar onlar adına. Hırpalanmışlar mıydı acaba? Bu vehminin yerini bir başka düşünce alıvermişti hemen.Sanmıyorum, dedi. Sanmıyorum. Her yaratılmışa bahşedilen acizlik kadar gücü de birlikte barındıran özellik geliverdi aklına. Kendisini seyredişinde gördüklerinden yola çıkarak… Bir gün doğuşu ile batışı arasındaki anlarda ne çok iniş çıkışlar yaşardı. Ne çok umutsuzluğun ve karamsarlığın, içini yakışlarında, dualarda felah bulup rahatlardı. Rahatlardı da hayata yeniden tutunuverirdi. Öylesi bir tutunuş ki; hüzünlerinin varlığından şekva etmemecesine… İçindeki med-cezirleri ile sarmaş dolaş olmayı nasıl da öğrenmişti. Kara tüllü gecelerden biri daha geçmişti. Avuçlarını sıktı, elinde yüreğindeki değerlendirmelerden eser yoktu elbette. Zihin karmaşasının artıkları ve tortusu da. Yüreğim dedi, ne çok şey barındırabiliyor içinde ve ne çok sırrımı saklıyor. Zihnimde ne çok hesap yapılıyor da hiçbir muhasebe memurunun altından kalkamayacağı bir bilanço çıkıveriyor. Hallolanlar, ertelenenler, devredenler…
Sımsıkı kapalı ellerini yavaşça açtı ve yeni güne merhaba demek için yüreğindeki sır saklayışlarına uyumlu evinin kalın, sonbahar renkli perdelerini yavaş yavaş açtı. Her sabah içeri hücum eden hüzmelere inat, odanın loşluğuna orantılı bir akşamüstü edası ile karşılaşınca duraladı. Öyle ya; mevsim artık sonbahardı!
Birden kocaman evin sessizliği, dışarının ışıltısız, grimsi rengi yalnızlığını hatırlattı. Gece boyu yüreği ve zihni ile olan hasbihalinden fırsat bulup da fark edemediği yalnızlığını! İşte bu halet-i ruhiye ile sessizce başını pencerenin buğulu camına dayadı. Bir o kadar buğulu , bir o kadar puslu ve bir o kadar grimsi uzaklara takılı olduğu halde gözleri… Öylece kaldı bir süre. Şehrin kalabalık ve işlek caddelerinden birine açılıyordu dünyevi ikametgahının penceresi, içindeki yalnızlığa inat. Biliyordu; içindeki yalnızlığında, ikametgahı gibi dünyevi olduğunu.
Gözlerinde görülebilen sadece şehre sinmiş grilikti. Sadece bu idi görebildiği.Bir gök gürlemesi ve ardından “Kün fe yekûn” emrine amade sağanak yağmuru. Griliği yıkamak istercesine telaşlı bir şekilde indirişi ve beraberinde getirdiği bir orkestra ritminde olduğu kadar uyumlu, ama bir obuanın yapayalnız çıkardığı ürkütücü sese benzerliği ile irkildi, irkilmek miydi bu acaba? Yoksa farkındalığı mı? Ezbere bakışlarının duaya dönüşmesi için bir gong çalışı mı? Anlık düşündü, anlık üşüdü, anlık ürktü ve yine anlık gözlerindeki sadece griliği görebilirlilik kayboldu. Ne garip, dedi biraz sesli. Ne garip! Düşünceler ve hisler kelimelerle ifade edildiğinde paragraflar tutar da, iç alemdeki tezahürü saniyeler alır.
Mevsim artık sonbahar, dedi yeniden. Eylül yas tadında, hüzün ritminde bir ay… Bir veda hali var sanki telaffuzunda bile. Yoo hayır, dedi kendine, itirazı yine sesliydi. Eylül ; gidişlerin dönüş olduğu, her gidişte dönebilmek için birikmektir! Yok oluş zannedişlere bir şaka! Öyle bir şaka ki; fark edildiğinde hayıflandığımız ! Bir dengenin aksi tezahürü! Yeniden gidişlerin gidişlere inat dönebilmeklere birikiş! Dönebilmek için gidiş! Yaşayabilmek için ölüşün mesajı! İsteksiz ayrılıklarda gözlerde barınan ıstırap ile sevdanın dansı gibi! Eylül!
Bir istasyonda uğurlanan sevgilinin dönmek üzere gidişinde ayrılığında sevdasına özlemle birikmesi gibi. Boşlukta sallanan ellere yüreklerdeki yorgunluk ve hüzün kadar umudun düşmesi gibi! Bir annenin gurbete giden evladının ardından, ayrılığa inat yüreğinde sevginin ve şefkatin acı ile alev alışı gibi! Öyle bir alev ki; dumanının muhatabı sevdalısından gayrisi değil. Alevin yakışı,kalanla giden arasındaki farkındalık tılsımının ağıtla işlenmiş bir oya gibi yürekleri süsleyişi…
Mevsim artık sonbahar. Eylül diğer mevsimlerin,hüznünü, yükünü bir sünger gibi emen, onları tüm gri tonlarından arındırıp gökkuşağının bütün renklerini hediye edebilen, rengarenkliği diğer mevsimlere layık görmesini bilen, kendinden vazgeçip ;tıpkı mü’min kardeşin, kardeşine duası gibi, önceliği diğerine verebilecek kadar asil… Kasvete, grimsiliğe, hüzne gönüllü…Acziyetin, pişmanlığın, tevazunun, kendinden vazgeçmişliğin timsali…
Bir misyoner edası ile “bende ölür, baharda yeniden canlanır toprağa bahşedilmiş her bir nebat ve bu bir ibrettir!” der Eylül. Aylar içindeki mahzun hali, omuzlarına yüklenen böylesi bir misyondan mıdır acep? Hani nisan pek nazenindir, temmuz ise kıpır kıpır! Ümitler, sevinçler, planlar, yaza tahsis edilmiştir. Temizlenip arınmak ve yenilenmek ise bahara! Eylül öyle mi ya? Biraz sonbaharın ilk ayı, biraz yazın ardından gelişinin pek de hoş karşılanmayışından telaffuzunda bile gülümsetmez. Dile düştüğünde kekremsi bir eda ile söyleniverir işte.
Aşklara, yeni başlangıçlara bahar yakıştırılır da ayrılıklar Eylül’e kondurulur hep. Yine Eylül de sahiller bomboştur. Yalnızlığa terk edilmiştir, nice sevdalıları ağırlayan o kayalar, ahşap banklar… Hatta pespembe pamuk şeker satan şekerciler bile gelmez olurlar artık sahillere. Kağıt helvacı da öyle. Yoksa baharın rengi pembe, yazın rengi turuncu mudur? Peki Eylül ne renktir? İşte düşüncelerinin burasında, yine diline düşüverdi sesli bir kelime; Sarı… Bir çınar ağacının el ayasını andıran, kaderi çizgilerle nakışlanmış haliyle, yerde ve bazen de kavalyesi rüzgar tarafından davet edilmişliği ile ayakları yerden kesilmişcesine dans eden sararmış yaprağı geldi gözlerinin önüne. Ve hemen ardından da keyifsiz ve halsiz olduğu anlarda kendisine endişe ile ” sararmışsın” deyişler… Hastalığa isnat edercesine! Yoo, dedi haksızlık bu!
Eylül hastalık değil, solmuşluk değil, yeniden ve yinelerin önsözü! Eylül, yağmurdur, yağmur sınırsız sayıda katre, her bir katrede billuri yansımalar sır dolu, gizem dolu, bereket dolu… Var oluşun başlangıcı, yazın yakıcılığı, kuraklığı ve savrukluğunun tamircisi, tesellisi…
Mevsim artık sonbahar! Sonbaharları sevişini bildi. Eylül’ü de öyle! Ve gözlerinde sevmişliğin tebessümü… Bu tebessümle yıllar yılı penceresinin yanı başındaki yaşlı şeftali ağacına takıldı gözleri. Islanmışlığında ışıldayan yapraklarına bakarak. Nasıl da arınmıştı. Nasıl da canlanmıştı. Zikrin gönlün pasını silişi gibi, diye geçirdi içinden. Öyle ya tüm mahlukat gibi şeftali ağacı da lisan-ı hal ile tesbih ediyordu. Duaları vardı arınmışlıktan yana kimbilir belki de! Ve rahmet inivermişti de göklerden, o işlek caddenin, aldırmaz ve telaşlı bir çok atılan adımın çıkardığı toz ile kirlenmişliğinden arındırıvermişti işte onu. Dünyevi kirlerden Rabb’in ikramı ile.
Akşamsefaları, ortancalar da öyle… Bulutların güneşi saklayışı, akşamsefasını, sabah keyfine dönüştürüp, rengarenk duaya durmuşlardı. Oysa bu vakitler yumuluverirdi çiçekleri, tıpkı içe dönüş gibi. Benim gibi, diye düşündü. Onlar da hala uyanık ve az sonra güneşle birlikte onlar da içe dönecekler bende olduğu gibi! Ve yine bütün gece çiçeklerinin açışı ile yüreğinin ve gözlerinin açıklığı ile ilinti kurup, Akşamsefalarına benziyorum, dedi gülümseyerek. Mevsim artık sonbahardı ve akşamsefalarının bahardan kalma son demleri, ta ki bir yeni bahara dek ! Yağmurla arınmışlıklarında hala pembeli, beyazlı ebruli hallerinde hüzünden ziyade, gülümseyen halleri bilmelerinden olsa gerek. Her şeyin zıddı ile kaim olduğunu! Dirilebilmek için, ölmek gerektiğini! Lev-i mahfuzdan bir cüz taşırcasına zıddı ile kaimliğin nisbeti… Diriliş hükmünün, ancak ölebilmekle tecelli edişini! Kalu Bela’dan beri nişanesini takındığımız akdimizin vuslat ile hitam etme arzusunun vesikası Eylül… Ölebilmeli ki , uhreviyet evine girebilmeli. Tıpkı cüz-i aşklarımızın vuslatında dünya evine girmek gibi. Bu teşbih onu bir kez daha gülümsetti.
Yaşarken ölümü sevebilmek Eylül!
Susuzluktan çatlamış toprağın bağrına teselli Eylül!
Yüreklerde, yokluk ile varlığın, hayat ile ölümün müzakeresinin yapıldığı büyük platform Eylül!
Her gidişlerin, terk edilmişlik olmayışının garip bir anlatısı Eylül!
Farkındalığın misyoneri Eylül!
Ve mevsim şimdi sonbahar! Seviyorum, dedi düşüncelerinin bu anında biraz seslice, Eylülleri ve ve sonbaharı. Seviyorum. Ölebilmeyi arzulayışın en asil şeklini seyredişimden olmalı… Bir de otantik renkleri seviyor oluşumdur bana Eylülü ve sonbaharı sevdiren, dedi. Ama hayır o renkleri sevişi de Eylül’ü sevişinden olduğunu fark etti birden.
Çınar ağaçlarının yenilenmek ve yeniden dirilişe hazırlanabilmek için yapraklarını Eylül’de bir dans edası ile savuruşlarındaki renk; acı sarı…Bir başka mekanda, akşamsefalarının ve kadife çiçeklerinin yine ve yenidene niyetle dönebilmek için gidişlerinde toprağın rengi; toprak rengi… Yapraklarını dökmeyen, uzun ömürlü, kim bilir belki de ölmeden ölebilmeyi, varlığında yok olabilmeyi başaramamışlığımızı temsil eden kağuç ağaçlarının yağmur sonrası kah şarabi kah koyu yeşile bürünmüşlüğündeki renkler; bordo ve koyu yeşil…Kilimlerimize düşen, sonbaharlarla birlikte topraktan ayrılıp renge dönüşen bitki köklerindeki renkler; hardal sarısı, kiremit rengi… İbret sahifelerinin birbir açıldığı ay Eylül! Ve mevsim şimdi sonbahar! Bilinmeyen zamanlara mesaj! Bizce meçhul, Rabbimizce malum olana davetiye!
Ne çok şey geçiyor zihnimden, diye düşündü. Gözlerinde mutlu ve farkında bir tebessümle, bedeninde uykusuzluğun mahmurluğu, hareketlerinde dinginliğin aheste hali… Eylül’ ü sevişim bundan olsa gerek, dedi. İçe dönüşlerimin bu mevsime denk düşüyor oluşundan belki de.
Griliği yıkamıştı yağmur. Ve duaları arındırmıştı yüreğini. Gökyüzüne kaldırdı başını, umudun rengi düşmüştü sonbahar renkli gözlerine. Gökkuşağını arıyordu.Ama yoktu kısmetinde. İçindeki renkleri hatırlayıp gülümsedi ve uzaklarda bir yerde, bakmaktan öte, görebilmeyi bilen gözlerin ebemkuşağının nazlı halini düşledi.Ebemkuşağı da derlerdi ya hani… Vakur bir eda ile rengarenkliğin de salınmıştır da , doyumluk değilim dercesine bir göz kırpışı kadar işveli öylece kayboluvermiştir.
Dünyevi yalnızlığı, hasbihali ile zengin bir ruh haline dönüşüvermişti. Ve gözleri gülümseyerek birkaç saat önce yaslandığı penceresinden griliklere inat, rengarenk bir sevinçle ayrıldı. Şairin ; ölümü çocukça bir sevinçle barındıran iki mısrası düştü dilinden, hatta biraz muzip bir eda ile;
“O dem çocuklar gibi sevinçten zıplar mısın?
Toprağın altındaki saklambaçta var mısın?”
Gönlünde çocukça bir sevinç, içinde vuslat arzusu, umutları, tövbeleri, dilinde duaları vardı.
Yüzünde Eylül!
Yüreğinde Eylül!
Ellerinde Eylül!
Hatta ela gözlerinde bile Eylül vardı!