Ben, Sen, O ve Telefon

Çev:Melike Erdem Günyüz

Telefon numaraları benzemez birbirine
ama hepsinde insan sesi
kötü günler
benzemez birbirine
birinde kendin susarsın
birinde telefon
Dün senin telefonun öldü. Yalnız insanlar ölmez. Telefon nu­maraları da ölür. Ömür boyu pek çok rakamı unutacaksın: Nüfus cüzdanının numarasını, son işindeyken aldığın maaşı, dos­tunun arabasının plakasını, dünya ile ay arasındaki uzaklığı, yaşadığın şehrin nüfusunu… Daha başka rakamları. Hepsini unutacaksın, bu beş rakamdan başka hepsini. Bu beş rakam senin için çok değerli bir hediyeydi. Beş rakam, onun sesi ve telefon ahizesinden gelen menekşe kokusu…
Siyah telefon ahizesini kaldırdığımda bazen sanki bir rüyanın içine dalardım. Bu kara ahizeyi bıraktığımda ise sanki bir tabu­tun kapağını kapatır gibi olurdum.
Şimdi artık bu telefon numarası yok. Yani var ama benim için yok. Benim için bu numara girilmesi yasak bir bölge. Parmağı­mın altında telefon katranına yerleşen bu beş rakam, artık aşıl­maz bir mesafedir, kilometredir, mildir. Bu mesafenin beşde dördünü geçebilirim. Dört rakamı çeviririm ama son rakamı asla. Beşinciyi çevirmeyeceğim. Senin numaran benim için ar­tık kilitli bir kapı. Ben onun anahtarını kaybettim.
Seni görmeyebilirdim de. Telefon ediyordum, sesini duyuyor­dum ve diyordum ki: “Elin neden böyle soğuk?”
Seni hiç görmeyebilirdim, uzaklardan böyle hissediyordum. Sahil köylerinde oturanların denizi görmeseler bile onun sesini duymaları gibi.
Şimdi niye deniz kayboldu? Yok oldu.
Bin defa tekrar edilen durum: Ben, sen, bir de o, elbette. Ama bir de telefon.

Her şey Rasim’in düğününde başladı.
Firuz tostuna devam ediyordu:
–  Biz beş arkadaştık. Tam o filimdeki gibi, hatırlar mısınız, on­lar da beş kişiydi? Ben, Kemal, Murat, Rasim, Seymur. Bizi bir bir fethettiler, bir bir boyunduruğa aldılar. Bak bunlar yaptı, bizim hanımlar. Hele evde daha büyük yükümüz var, çoluk çocuk. İşte böyle, yük bize ağır bastı. Hepsi gülüştüler. “Bugün de biz Rasim’i kaybettik. Yazıklar olsun.
Tabiî ki ben şaka yapıyorum. Mutlu olsun Feride, Rasim. Ben size saadet, can sağlığı, uzun ömür diliyorum. Çoluklu çocuk­lu olasınız. Sizin sağlığınıza içtik, yine içeceğiz. Şimdi bu ka­dehleri ben son yiğidin sağlığına, bizim canımız, ciğerimiz Seymur’un sağlığına kaldırmak istiyorum. Bekardır, sultandır. Sağ ol, var ol, hür ol, bizim gibi kafeste olma.”
Hepsi bana baktı, gülüştüler. Kadehlerinin sesleri arasında ta­nıdık yüzleri görüyordum, dostlarımın yüzlerini. Yüzlerinde se­vinçli, biraz da şaşkın bir ifade vardı.
Misafirler dağılırken biz hepimiz Firuz, Kemal, Murat hanımla­rıyla ve ben yalnız çıktık. Uyuyan şehrin sokaklarını adımlıyor­duk ve birden Firuz’un karısı koluma girdi.
–  Seymur, senin düğününü ne zaman yapıyoruz?
–  Uzak gelecekte.
–  Neden? Yoksa sen bu gevezenin sözlerine mi inandın? Şı­marık bir tavırla kocasının kolları arasına girdi. “Aile hayatının cehennem olduğunu mu zannediyorsun?”
Firuz;
–  Kendine uygun bir kız bulamıyor, dedi.
–  Gerçekten mi? Çocuklar duydunuz mu? Gelin Seymur’a bir kız bulalım. Senin için Bakü’nün en güzel kızını bulsak evlenir misin?
–  Mutlaka, dedim. “Ancak bir şartım var. Hemen şimdi bula­caksınız, Yoksa sözümden dönerim.”
Kemal,
– Gözümün nuru, dedi. “Gecenin bu vaktinde sana nereden kız bulalım? Sokaktan bulmayacağız ki. Hem gecenin bu sa­atinde sokakta gezen kızı sen almazsın.
–  Evet, dedim. “Hakikaten doğru söylüyorsun. Onun için bu meseleyi kapatalım.”
–  Benim bir fikrim var, gelin Seymur’a telefonla kız bulalım. Bakın burda bir kulübe var.
–  iyi fikir, dedim. “Ama benim hiç kapikliğim yok.” Her taraftan bana iki kapiklik uzattılar. Kulübeye girdim.
–  Numarayı söyleyin.
Firuz;
–  Hadi aklına gelen numarayı çevir, dedi. “Meselâ…” Birden sözünü kesti. “Yok dostum bana yutturamazsın.
Kaynananla anlaşamazsan benim yakama yapışacaksın.”
–  Korkak, dedim. “Mesele de burda işte. Evlenmek ciddî bir iştir. Hiç kimse sorumluluk kabul etmez. Kemal hadi sen bir numara söyle. “
–  Benim bir teklifim var, diye Firuz’un karısı söze karıştı. Onun her zaman bir teklifi olurdu. “Hiç kimse kendi üstüne sorum­luluk almak istemiyor. Gelin sorumluluğu paylaşalım. Herkes bir rakam söylesin.”
Firuz;
–  Çok güzel, dedi. O her zaman karısının tekliflerini beğenirdi. “İki.”
Ben ikiyi çevirdim.
Firuz’un karısı;
–  Dokuz, dedi.
Kemal;
–  Sıfır, dedi ve karısına baktı. “Sen de söyle.”
–  Ben? Ne söyleyeyim ki, bilmiyorum… Hadi dört.
Murat;
–  Beş, dedi.
Murat’ın karısının bir şey söylemesine gerek kalmadı çünkü ahizeden kesik kesik sinyal sesi gelmeye başlamıştı.
–  Nişanlım uyuyor, dedim. Hepsi gülüştüler. Ahizeyi yerine as­tım. Yolumuza devam ettik. Yavaş yavaş dağılmaya başlamış­tık. Herkes kendi evine gitti, ben, nedense kendimi çok yalnız hissediyordum. Deniz kıyısına doğru yürümeye başladım, uzun bir süre ıssız bulvarı dolaştım. Karanlık denizi ve uzaklardaki rengârenk şamandıraları seyrettim. Birden çevirdiğim telefon numarası aklıma geldi. Saat gecenin ikisi olmuştu. Yakındaki telefon kulübesine girdim. İki kapikliği attım ve numarayı çe­virdim.
Zil çalıyordu. Telefon açıldı ve bir kadın sesi işittim. Uykulu bir ses değildi, sanki azıcık yorgun, azıcık şaşırmış gibiydi.
–  Evet?
–  Merhaba!
– Merhaba! Kimsiniz?
–  Ben sizinle tanışmak istiyorum.
Tokat gibi yüzüme çarpacak sert bir cevap bekliyordum. Ya da yüzüme kapanan bir kapı gibi ahizenin kapanmasını. Ama ne kızdı ne de telefonu kapattı. Sesi önceki gibi sükûnet içindeydi. -Tanışmak için vakit biraz geç değil mi?
–  Geç mi? Hayır asla. Tam zamanı. Ben şimdi çok yakın bir ar­kadaşımın düğününden çıktım. Bu benim son bekâr dostumdu. Bugün onun düğünü değil sanki yası vardı.
–  Vay vay vay! Neden öyle düşünüyorsunuz? Siz evli değilsiniz galiba.
–  Hayır, siz evli misiniz?
Güldü.
–  Tanışmamızın daha ilk dakikasında her şeyi bilmek mi isti­yorsunuz?
–  Bağışlayın. Sakın beni telefonla başkalarını rahatsız eden ki­şilerden sanmayın. Nedense yalnızlıktan canım sıkıldı. Telefon edeyim, biriyle konuşayım istedim.
–  Peki benim numaramı nereden buldunuz?
–  Tesadüfen. Aklıma gelen numaraları çevirdim işte.
–  Çok garip.
–  Biliyor musunuz, biraz içkiliyim de bu sebepten kendimi çok yalnız hissediyorum.
–  Olur tabîi. Bunda ayıplanacak bir şey yok.
–  Sizinle görüşebilir miyim?
–  Hayır, bakın bu mümkün değil. Gelin böyle konuşalım. Şim­di vakit çok geç. Evinize gidin, bir güzel uyuyun. Sabah uyan­dığınızda bütün sıkıntınız uçup gidecek. Göreceksiniz.
–  Ama ben sizi görmeyi çok istiyorum. Hiç olmazsa konuşma­ma izin verin.
–  Telefon numaramı biliyorsunuz. Sabah uyandıktan sonra yi­ne benimle konuşmak isterseniz, telefon edersiniz, konuşuruz.
–  Gerçekten mi?
–  Gerçekten. Şimdi hayırlı geceler.
–  Hayırlı geceler. Sabah sizi arayacağım.
Gülünecek şey ama telefonu kapatıp boş, ıssız sokakları dola­şırken artık yalnız olmadığımı hissediyordum. Benim de bir ya­kınım var.
Ertesi gün tabîiki telefon etmedim. Bütün gün yüzlerce işle uğraştım ve her şeyi unuttum. Bir kaç gün sonra iş planının görüşmeleri sırasında laboratuvar müdürümüzle aramızda çok şiddetli bir tartışma geçti. O, aynı zamanda benim bilim danışmanımdı.
Görüşmeden sonra Firuz beni evlerine götürdü. Onunla aynı enstitüde çalışıyorduk. Yolda bana akıl veriyordu. “Her şeye hemen parlama. Haklı bile olsan haklılığını ifade etmenin türlü türlü yolları vardır. Herkesi kendine düşman etmekle kimseyi kendine inandıramazsın. Birisinin doğru konuşmadığını gördü­ğün zaman ona “Siz bu meseleye her yönü ile bakmamışsınız, bana öyle geliyor ki bu konuyu bir kere daha incelerseniz ba­na hak vereceksiniz.” diyeceksin. Yoksa senin gibi, hiç bir şey anlamıyorsunuz, hiç bir şeye inanmıyorsunuz, bilgisizsiniz, ca­hilsiniz. ” Ona göre de…”
–  Ona göre de, dedim. “Senin bu siyasetçiliğin beni çok rahatsız ediyor.”
–  İyi, görüyorum ki seninle adam gibi konuşmak mümkün de­ğil. Hadi bize gidelim de çay içelim.
Firuz’un karısı;
–  Biliyor musun, diyordu, “Hiç birimiz öğretmiyoruz. Bu sözle­ri nereden öğreniyor bilmiyorum, kendisi buluyor, anne, baba diyor.”
Daha bir yaşına yeni girmiş olan oğlundan söz ediyordu. Firuz öteki odada ev kıyafetlerini giyip geldi.
–  Doğrusu, dedi. “Çok garip. Biliyor musun ben yeni bir fikir geliştirdim. Bana öyle geliyor ki dili çocuklar yaratıyor. Büyük­ler değil, sadece çocuklar. Biz büyükler de onların düzelttikleri kelimelerden yararlanıyoruz. Seymur amcası, söyle bakalım nerede böyle şirin bir çocuk gördün, kimin böyle bir oğlu var?”
Telefon numarasını hatırlamayı ne kadar da çok istiyordum. İkinci yarısı hatırımdaydı, ilk numarayı da hatırlıyordum. Üçün­cü rakam sıfırdı. Peki İkincisi neydi. Bir türlü bulamıyordum.
–  Semaye, bakar mısın sen o akşam hangi rakamı söylemiştin?
–  Hangi akşam, hangi rakam?

Açıklamak zorundaydım. Bir sürü şakalara, gülmelere, takıl­malara sabretmek mecburiyetinde kaldım. O kadar çok ko­nuştular, bana akıl verdiler ki … Ama hepsi bir yana kapıdan çıkarken Semaye,
–  Ha, aklıma geldi, dokuz. Benim troleybüsümün numarası.
–  Alo, selam benim.
–  Selam, kimsiniz?
–  Ne çabuk unuttunuz. Hatırlamıyor musunuz, ben daha önce sizi aramıştım, üç gün önce, yine bu vakitler?
–  O zaman sesiniz başkaydı, dedi ve alaylı bir şekilde ilâve etti “Belki bu defa konuşan başka biridir. Geçen defa evlenen kişi­nin dostu yalnızlıktan şikâyet ediyordu. Can sıkıntısından tele­fon maceralarına kuşanmıştınız.”
Sert ve kesin konuşmayı beceriyordu.
–  Yemin ediyorum ki benim. Geçen sefer sesim sarhoş sesiydi. Onun için tanımadınız. Şimdi tanıyabildiniz mi?
–  Evet, şimdi tanıdım. Başka biri zannettim, bağışlayın.
Gayet emin güldü. “Demek bugün ayıksınız.”
–  Ayıkken sizi arıyorum ki benim hakkımda yanlış düşünmeye­siniz. Sonra alkolik olduğumu zannedersiniz. Ben ayda yılda bir kere içerim.
–  İyi ki aradınız. Bu akşam ben de çok sıkılıyordum. Radyom bozuldu.
–  Siz her gece böyle geç mi yatarsınız?
–  Evet, gece yarısına kadar radyo dinlerim. Ama bugün radyo­mun düğmesi bozuldu hiç ses vermiyor.
Uzaktan piyano sesi geliyordu. Çok uzaktan.
–  Siz sorulara cevap vermeyi sevmiyorsunuz ama söyler misiniz, gecenin bu vaktinde kim piyano çalıyor?
–  Ah… güldü, “Bizden değil, komşudan geliyor, illet bir kız. Sabahtan akşama kadar çalıyor. Duvarlar çok ince, bu sesler beni sinirlendiriyor. Radyo çalışınca hiç olmazsa bu sesi işitmi­yorum.”
–  Radyoda ne dinliyorsunuz?
–  Radyo evimin içi gibidir. Bak burada gece konseri var.
Onun radyo dalgalarının üzerinde gezen parmaklarını görüyor gibiydim. “Burada da kesik kesik melodiler, uzak okyanusların üstünden uçup geliyor. Burada tufan uğultusu, burada da an­lamadığım bir dilde konuşmalar. Burada her zaman konuşma olur. Konuşmacı şaka yapıyor, dinleyiciler de gülüyor, alkışlı­yorlar ama ben ne dediğini anlamıyorum. Burada da adamla kadın çok yavaş, fısıltıyla konuşuyorlar, mikrofondan nefesleri­ni işitiyorum. Radyo çok garip bir şey. Sanki bütün dünya be­nim odamda. Şarkılar, tiyatrolar, uçaklar…”
–  Uçaklar mı ? O neden?
–  Dinleyin, dedi. Anladım ki susup dinliyor. Ben de kulak ver­dim ve biraz sonra uçak seslerini işittim. Sanki uçak bizim evin üstünden uçuyordu. Acaba onun evi hangi semtteydi, şehrin hangi tarafında?
–  Radyoyla uçaklar akraba değil mi? diye safça sordu.
–  Nereden akrabalar?
–  Gökyüzünden, dedi ve yine sustu. Şimdi ahizeden uçak gü­rültüsü değil yine önceki yeknesak sesler geliyordu.
–  Hep ben konuşuyorum sizse susuyorsunuz. Siz de bana bir şeyler anlatın.
Kendime çok şaşıyordum, ben bu yabancı kadınla hiç kimseye söylemediğim şeyleri niye konuşmaya başladım bilmiyorum. İş yerindeki sıkıntılarımdan, eski dostum Firuz’dan günden güne uzaklaştığımdan, danışmanımı niçin sevmediğimden, toplantıda ona ağzıma geleni söylediğimden ve daha bir yığın şeylerden. Onu hiç ilgilendirmeyen şeylerden. Niye ben bunları ona anla­tıyordum? Ben de bilmiyorum. Ama kendimi de tutamıyor­dum.
Birden kendime geldim. Onunla vedalaşıp telefonu kapattım. Eve doğru yürürken düşünüyordum. Bunu kime anlatsan inanmaz. Doğrusu bu ya hiç tanımadığın, yüzünü bile görme­diğin bir insana kalbini açmak hiç olacak şey mi? Ben onun hakkında ne biliyordum? Hiç! Tek bildiğim geceleri radyo dinlemeyi seviyor, komşusu ise piyano çalıyor.

Bu hikayenin kahramanlarından biri telefondur. Telefon hak­kında bir kaç söz söylemek istiyorum. Son zamanlarda tele­fonlar üzerinde çok düşündüm. Onlar bana garip ve değişik şekillerde görünüyorlardı. Bizim dairede, müdürün odasında, masanın üstünde siyah bir telefon var. Kabloları her zaman bana dinamit lokumu gibi gelirdi. Müdürün daima telaşlı, da­ima endişeli, korku dolu gözlerine baktığımda bu telefonu geç patlayan mayın gibi görürdüm. O her sesten, her hareketten ürkerdi. Ona bu mayın -telefon- her dakika kötü bir haberle patlayabilir gibi geliyordu. Bir gün açıp ona; “İşten çıkarıldınız, veya karınız kaçtı…” diyecekler.
Özlük işlerinde bir telefon vardı. Ama diski rakamsız, bağlı, si­yah bir daire idi. Yani mühürlenmişti. Bu telefonun, tekerleksiz bir araba, unvansız bir mektup gibi yardımsız ve aciz oldu­ğunu düşünüyordum. O sanki itaatkârlığın, pasifliğin, tembel­liğin simgesi idi. Onunla seni arayabilirler ama sen hiç kimseyi arayamazsın. Bunun tam tersi telefonlar da var. Sen arayabilir­sin ama seni arayamazlar. Ara, ağzına geleni söyle, hatta küfret, kim seni tanıyacak? Telefon aletleri cezasızlığın, sorum­suzluğun, aklına eseni yapmanın aracı gibidir. Onların üstün­lüğü, bombardıman uçağının silahsız gemi üzerindeki üstünlü­ğüne benzer.
Bilir misiniz evimde telefon olmamasına ne kadar üzülüyor­dum. Elime geçen iki kapiklikleri Hacı Gara gibi hasislikle birik­tirip saklıyordum. Tanıdıklardan iki kapik topluyor, fırsat bul­duğum zaman paraları bozdurup iki kapikliğe çeviriyordum. Her gece onu arıyordum. Daima geç vakitlerde. Bu, alışkanlık ve adet haline gelmişti. Bu sohbetlere çok alışmıştım, onun bi­raz yorgun, biraz alaylı, biraz kederli sesine, duvarın öbür tara­fından gelen yeknesak müziğe, radyonun güçlü sesine, uçak gürültülerine…
Şimdi onun hakkında bazı şeyler öğrenmiştim. Ama çok az şeyler. Adı Medine’ydi, yalnız yaşıyordu.Gözleri elâ, ayak nu­marası otuz beşti. Bundan başka da bir şey bilmiyordum.
Bir defa sordum:
–  Kaç yaşındasınız?
–  Eh, koca karıyım. Çocuklarım, torunlarım var, dedi ve sesin­den anladım ki benimle dalga geçiyor. Ne yaşından, ne işin­den, ne de ailesinden konuşmak istemediğini fark ettim. Ben de inat edip sormuyordum ama yine de yirmi dokuz yaşında ve bekar olduğumu, bilimsel araştırmalarla uğraştığımı biliyordu.
Bir tek adımı bilmiyordu.
Nedense ona asıl adımı söylemedim. Başka bir ad söyledim: Rüstem. Neden bilmiyorum. Belki onun da gerçek adı Medine değildi. Başka bir şeydi.
–  Biz ne zaman görüşeceğiz?
–  Görüşüp de ne yapacaksınız? dedi. “Böylesi kötü mü? Sizi bilmem ama benim için bu telefon görüşmeleri çok hoş. Hayatıma yeni bir şey getirdi. Artık belli saatlerde telefon beklemek çok hoşuma gidiyor. Te­lefon eden kişiyi hiç tanımıyorum, yüzünü de hiç görmemişim bunun için açık açık konuşabiliyorum, o da kalbindekileri bana anlatabiliyor. Beni hiç görmeyin, nasıl olduğumu da hiç düşünmeyin. Böylesi fena mı? Görüşürüz, birbirimizi beğenmeyiz her şey bozulur gider. Birbiri­mizi beğenirsek yine her şey değişir, adileşir, bayağılaşır. Gelin ilişkimi­zi bu şekilde sürdürelim. Sizi temin ederim ki böylesi daha iyi. Bu ko­nuyu konuşmaktansa işinizi anlatın. O mesele ne oldu? Davanızı soru­yorum, halledebildiniz mi?”
–  Hayır, dilekçe verdim, oradan ayrılıyorum.
–  Nereye?
–  Bilmiyorum. Siz ne iş yapıyorsunuz?
O, cevap vermedi, uçak sesleri işitiliyordu.
Yeni yılı Firuz’un evinde karşılıyorduk. Yeni gelinle damat -Rasim’le, Feride- de gelmişlerdi. On ikiye on kala masanın arkasına geçtik. Ma­sayı Firuz’un karısı diğer kadınlarla birlikte çok güzel hazırlamıştı. Ben herkesten geç gelmiştim. Hava soğuktu. Karlı, buzlu sokaktan sonra evin sıcağı, aydınlığı insana daha hoş geliyordu.
Saat on ikiyi vurdu, birbirimizi kucaklayıp öptük. Herkes herkese mut­luluklar diledi ve Firuz, “Bu yıl tarihi bir yıl olacak. Seymur evlenecek.” dedi. Birer kadeh daha içtikten sonra Firuz beni kenara çekti. O ak­şamdan içmiş tam sarhoş olmuştu. Bir kadeh de benim sağlığıma içe­ceğini söylüyordu:
–  Senin sağlığına içiyorum, her zaman böyle kal. Mert, prensipli. Fakat biraz da uyumlu ve iyi geçimli ol, ileriyi görerek yaşa. Biliyorum içinden bana gülüyorsun. Belki de nefret ediyorsun. İyi biliyorsun ki ben de bak bütün bunlardan -o parıl parıl parlayan yeni mobilyalarını gösteri­yordu- ya da Semaye’nin kürkünden dolayı benliğimi satmışım. Hayır! Ben hiç bir zaman vicdanımın tersine bir iş yapmam, hiç bir zaman da vicdanımın kabul etmediği sözü söylemem. Buna emin olabilirsin. Ama, biraz ara verdi, “Ama adamın aklının başında olması lazım. Horoz gibi her dakika ortalığa atılmaması lazım. Kenara çekileceğin, susacağın yer var, öne çıkıp sözünü savunacağın yer var. Bazı bozuk işlerde taviz vermen gerek yoksa daha büyük işleri yapmaya yol bula­mazsın.”
–  Belki de sen haklısın. Benim için bu hak hesap meselesi çok zor bir me­sele. Burda geri çekil, orda ileri çık ben böyle idmanlarla baş edemem.
O elini salladı.
–  Tamam tamam gel içelim. Yeni yılda nerede çalışacaksın?
–  Gazetede, dedim. “Dün emrim verildi.“
–  Kendini bilmek iyidir, ama bana sorarsan boşu boşuna gittin.
O piyanonun arkasına geçti, çalmaya başladı, karısı da bizim radyonun son türkülerinden birini söyledi. Birden aklıma piyanonun sesi ve sonra da radyo geldi.

–  Tost söylemek istiyorum, dedim.
Hepsi şaşkınlıkla bana baktılar, şimdiye kadar hiç tost söylediğimi gör­memişlerdi.
–  Bakın, biz hepimiz burdayız, bir arada, rahatımız da yerinde. Gelin şimdi düşünelim bakalım bu akşam yalnız olanlar ne yapıyorlar? Mese­lâ, nöbetçiler, demiryolu bekçileri.
–  Kim kim? diye oradan buradan seslendiler.
–  Demiryolu bekçileri, dedim. “Evet o bekçiler ki tren cetvellerini ezbe­re bilirler, tenha, ıssız gece vakitlerinde, karda kışta yola çıkıp trenlere yol verirler.”
Rasim,
–  Dinlemeyin, arkadaşımız sarhoş, dedi.
Hepsi birden güldü. Firuz ba­na baktı ve ayağa kalktı.
–  Durun durun, dedi. Sanki bir şey hatırına gelmiş gibi. “Rica ederim gülmeyin, mesele ciddidir. Demiryolu bekçilerinin sağlığına demeliyiz değil mi Seymur?”
–  Hayır, dedim. “Ben bekçilerin sağlığına demek istemiyorum. Sözümü ağzıma tıkadınız. Ben başka birinin sağlığına içmek istiyorum ama alay etmek yok!”
– Tamam, hadi ne diyeceksen de…
–  Ben yalnız yaşayan birinin sağlığına içmek istiyorum. Şimdi o radyo­nun önüne oturmuş, bütün radyo programlarını takip ediyordur. Bek­çilerin trenlerin karşısına çıktıkları gibi o da radyoda konserlerin karşısı­na çıkar. Bütün dünya onun odasındadır, bütün dünyayla birlikte o yi­ne tektir.
Kadehi bir yudumda içtim.
Hepsi sessizdi, şaşkınlıkla bakıyorlardı, ama hiç bir şey söylemediler. Bi­raz sonra da başka şeylerden konuşmaya başladılar.
Koridora çıktım, numarayı çevirdim ve beklemeye başladım. Ahizeden ses gelmiyordu. “Bu da senin yol gözetleyicin.” diye düşündüm. Boşu boşuna onun derdini çekiyorsun. O yeni yılı acaba karşılıyor mu? Niye karşılamasın ki. Numarayı tekrar çevirdim. Yeni yılını Moskova saatine göre tebrik etmek istiyordum. Cevap vermedi. Bir saat sonra tekrar aradım. Prag saatine göre yeni yılını kutlamak istedim, yine cevap ve­ren olmadı. Bir saat daha geçti. Yeniden aradım. Nereye göre yeni yıl­dı bilmiyorum belki Grinviç saatine göredir.
Nihayet sabah beş buçukta sokaktaki kulübeden aradığımda cevap aldım.
–  Atlantik saatine göre yeni yılınızı kutluyorum, dedim. Ne demek iste­diğimi anlamadı, ben de açıklamadım.
–  Siz misiniz? Ben de kapıdan yeni girdim.
–  Biliyorum. Bütün gece sizi aradım.
–  Arkadaşımdaydım.
–  Önemli değil, dedim, “Yeni yılda size önemli bir şey söylemek istiyo­rum. Ben sizi seviyorum. Hem de delicesine seviyorum.”
–  Evet, dedi ve güldü. “Çok mutlu bir haber. Yeni yıl kötü başlamıyor.”
–  Siz benim için çok değerlisiniz, canımsınız, hayatımın ta kendisisiniz. Ne söyleyeceğimi bilmiyorum, ama ben hiç kimseyi böyle sevmemiştim. Biliyorum, size komik geliyor, biz birbirimizi hiç görmedik. Ama elimde değil, demek ki böylesi de oluyormuş. Ben sizsiz yaşayamıyorum.
–  Daha doğrusu benim telefonumsuz, dedi. “Biliyorum, bu sözler boş sözler ama onları işitmek çok hoş.”
ilk defa konuşmalarımız müzik sesleri olmadan devam ediyordu. Sa­bah oluyordu. Vaktiyle konservatuarda okuduğumdan aklıma şöyle bir benzetme geldi: Hayatın romantik nağmesi, beyaz ve siyah perdeleri, gündüzlerin ve gecelerin, güzel, aydınlık günlerin ve kötü, karanlık günlerin birbirini takip etmesi gibi.

–  Sizi ne zaman göreceğim? Siz görüşmeyelim diyorsunuz. Bu sevginin en güzel tarafı birbirimize telefon hattıyla bağlı olmamız. Güzel bir ilişki.
–  Tek taraflı ilişki, dedi. “Yani siz bana telefon edebiliyorsunuz ama ben size edemiyorum.”
–  Tamam, onun için de benim sizi görmem gerekiyor. Adresinizi verin hemen şimdi geleyim.
–  Sizden rica ediyorum, dedi. Sesine bir hüzün çökmüştü. “Rica ede­rim bu sevinci benden esirgemeyin. Bir sürü insan bana aynı şeyi teklif ediyor. Eğer siz de ısrar ederseniz sizinle selamı sabahı keserim.” Sus­tu, sonra ilave etti, “Ama size çok alışmıştım. Siz kocamın ölümünden sonra bana yakın olan, beni anlayabilen ilk insansınız.”

Ocak’ın ikisinde yeni işime geldim. Bütün gün büyük bir yazıyı redakte ettim, akşama doğru sekretere verdim. Sabaha mutlaka hazır olması gerektiğini söyledim. Özlük işlerinin yanında büyük bir liste asılmıştı. Çalışanların isimleri ve telefon numaraları yazılıydı. Göz ucuyla listeye bakarken birden şaşırıp kaldım. Sanki tanımadığım insanlar arasında birden tanıdık bir yüzle karşılaşmıştım.
–  Velizade kimdir? diye sordum.
–  Bizim sekreter. Şimdi yazıyı ona verdiniz. Ne oldu, bir şey mi var? Pencereden baktım. Elâ gözlü sekreter merdivenden iniyordu. Topuklu ayakkabıların, tık, tık, tık sesleri geliyordu ve ben onun ayakkabı nu­marasının 35 olduğunu biliyordum.
Bu tam masal olabilecek bir durumdu. Kader bizi işyerinde karşılaştır­mıştı ama o, bu konuda henüz bir şey bilmiyordu. Şimdi o, daktilosun­da benim verdiğim uzun yazıyı yazarken bu yazıyı ona benim verdiği­mi bilmiyordu, yani benim verdiğimi biliyordu da, benim o olduğumu bilmiyor, hayır, daha doğrusu, nasıl söylemeli ben, benim.
Kendimi tutamıyordum. Bu yeniliği ona sezdirmek istiyordum, kulübe­den onu aradım. İlk defa böyle erkenden aramıştım ama cevap veren olmadı. Zararı yok, her zamanki saatte ararım, sürpriz olur.
Gece tekrar telefon ettim.
–  Merhaba, iki saat önce sizi aradım.
–  Niye öyle erkenden aradınız? Arkadaşımdaydım. Elimde işim vardı, onlarda yaptım.
Gülmemi zorlukla tutarak.
–  Ne işi? diye sordum.
–  Eve iş getirdim. Yeni müdürümüzün emri.
–  Yeni müdür?
–  Evet bugün yeni şube müdürü geldi.
–  Olamaz! Ben gülmemek için kendimi zor tutuyordum. “Yeni şube müdürünüz nasıl biri?”
–  Ne diyeyim vallahi. Nedense beni pek açmadı. Çok kibirli. İlk karşılaşmada bir şeyler söylemek çok zordur. Herhalde…
Şaşırıp kaldım. İşin bu tarafı hiç aklıma gelmemişti.
–  Neden hoşunuza gitmedi?
–  Hiç, ilk intibalar çok defa yanıltıcı olur. Belki de iyi adamdır. Herhalde kendini öyle gösteriyor. Uzun boylu, yakışıklı bir çocuk. Yüzü de güzel ama sanki biraz kibirli… İnsana yukarıdan aşağı öyle bir bakıyor ki. Konuşurken de emrediyor: “Sabaha kadar hazırlayın!”
İlk defa o kendi işi hakkında ağzından söz kaçırmıştı. Ama ben bu sö­ze yapışıp arkasından başka şeyler de sormadım. Artık o söylemese de ben biliyordum.
–  Sizin işiniz ne oldu, diye sordu. “Yeni işinize başladınız mı?”
O anda garip bir oyuna başladığımın farkında değildim, hiç düşünme­den hangi kuvvet beni böyle cevap vermeye itti bilmiyorum:
–  Hayır, biliyorsunuz fikrimi değiştirdim. Eski yerimde kaldım.
Sabahleyin ilk defa Medine’yi, benim Medine’mi gördüm. Onu dün de görmüştüm. Ama dün bu yüz başka yüzlerden biriydi, gerçi güzel bir yüzdü ama özel bir sebeple diğerlerinden ayrılmıyordu. Sıradan bir yüz… Belki ona güzel denilebilirdi, ama nedense solgun, tutuk bir gü­zellikti bu. Bütün bunlar dündü.
Bugün her şey bambaşka. Temize çektiği kağıtlara bakarken çaktırma­dan kendisini de seyrediyordum. Onun şu anda gördüğüm dış görü­nüşü ile bu kadar yakın, mahrem sesi arasında, gerçek varlığıyla tele­fondaki varlığı arasında bir ahenk, bir uygunluk kurmaya çalışıyordum. Ona çok yumuşak, çok hassas davranıyordum ve bu değişikliğin far­kında olup olmadığını çok merak ediyordum. Bunu öğrenmek için ak­şamı bekliyordum. Telefon saatini.
–  Size ilk intibalar çok defa aldatıcı olur dememiş miydim? Meğer ne kadar sevecen, ne kadar hassas bir insanmış.
–  İkinci karşılaşmaya da çok inanmayın. O da aldatıcı olabilir.
–  Yok yok. Dün onun gözlerinin içine bakamamıştım. Bugün baktım. Öyle bir bakıyor ki sanki ben fark etmedim. Biliyor musunuz bakışları o kadar temiz, o kadar akıllı ki…
–  Kıskanıyorum sizi ha! dedim.
Bu oyun böyle başladı. Ben artık bu oyunun kurallarını da biliyordum. O ise her şeyden habersizdi. Artık hiç bir şey yapamazdım. Olaylar be­nim kontrolümden çıkmıştı. Tıpkı posta kutusuna atılan mektup gibi. Bu oyunun büyük güçlükleri vardı. Bütün sözlerini, ifadelerini, düşün­ce tarzlarını değiştirmen gerekiyordu. Telefonda başka bir kişi, işyerin­de başka bir kişiydim. Her ikisinde de kendine özgü bir dünyası, bir davranışı, bir psikolojisi vardı.
işyerinde tamamıyla başka bir adamdım. Yardımsever ama araya me­safe koyan bir adam. Telefonda bana benim hakkımda konuşuyordu, her hareketimi, her adımımı, yüzümün her ifadesini tahlil ediyordu. Çoğu zaman konuyu ben açıyordum ama son zamanlarda artık benim başlamama gerek kalmadığını hissettim. Kendisi hevesle Seymur Bey’den söz açıyordu. Rüstem’e uzun uzadıya telefonda Seymur hak­kında konuşuyordu. Ama Seymur’a hiç bir zaman Rüstem’den bahset­miyordu. Onun telefon hayatı hakkında kimsenin bir bilgisi yoktu. Bu­na sevineyim mi, üzüleyim mi bilmiyorum. Bazen bana öyle geliyordu ki, onun bu konuyu hiç kimseyle konuşmamasının sebebi bana karşı duyarsız ve ilgisiz olmasındandı. Bazen da aksini düşünüyordum. O bunu en hassas, en kıymetli, en gizli bir duygu gibi saklıyor, hiç kim­seyle paylaşmak istemiyor, diye düşünüyordum. Şaşılacak şeydi, duygu­larım karmakarışık olmuştu. Düşünün ki Seymur yani ben, onun telefon konuşmalarını kıskanıyordum. Gece telefon sohbetlerinde ise beni, yani Rüstem’i, onun Seymur hakkındaki uzun sohbetleri kızdırıyordu.
Bir defasında ona;
–  Gelin, dedim, birbirimize “sen” diyelim. Uzun zamandan beri tanışıyo­ruz.
–  Tamam, hadi, diye telefonda cevap verdi.
–  Sağol, sana hayırlı geceler, dedim ve çocuk gibi sevindim. Şimdi Me­dine benimle “sen” diye, onunla ise “siz” diye konuşuyordu.

Birden aklıma geldi ki, ilk defa kendi hakkımda kendimdeki ikinci “ben” hakkında yabancı bir insanmış gibi düşünüyordum.
–  Sen biraz ondan hoşlanıyorsun gibi geliyor.
–  Ne biliyorsun? diye işveyle cevap verdi. “Belki o benden hoşlanıyor.” Hırsla telefonu kapadım. Üç gün onu aramadım, işyerinde ise o gün heves­le gevezelik ediyorduk. Oranın eski çalışanlarından biri yanıma yaklaştı:
–  “Boş yere kendini yorma.” dedi ve gülümsedi. “Hiç kimse bizim bu küçük hanımın kalbini fethedemedi.”
Üçümüzde güldük. Medine gittikten sonra arkadaşım devam etti:
–  Rahibe gibi bir şey. Hiç kimse onun kalbine yol bulamadı. Vefalı ka­dınmış. Kocası bir kaç sene önce öldü.
Kocasının pilot olduğunu bir uçak kazasında öldüğünü öğrendim.
O gün işten geç çıkmıştım. Kapıdan çıkarken Medine’nin daktiloda ya­zı yazdığını işittim. Uzun, nazik parmakları vardı. Daktiloda yazı yazar­ken insana piyano çalıyormuş gibi geliyordu.
Gece telefonla aradım.
– Selam!
–  Selam! Demek senin öyle sinirlenmen de var. O gün ahizeyi neden öyle çarptın. Sen istediğin kadar sinirlen bugün Seymur beni eve kadar getirdi.
–  Nasıl? Diye şaşkınlıkla sordum. Şaşkınlığımın samimiyetine inanabilir­siniz.
–  İşim çoktu. Geç çıktım. O da beni getirdi. Çok kibar bir adam.
“Daha doğrusu kabanın, aptalın biri.” diye düşündüm. Yazıklar olsun, o geç kalmıştı, bense vedalaşıp ayrıldım, evine götürmeyi hiç akıl ede­medim.
Fakat başka bir şeyi anlamıştım. Ona teklif etseydim “hayır” demeye­cekti, hatta belki hoşuna gidecekti. Belki de sinirlendiği için böyle söy­lüyordu. Belki de telefonu yüzüne kapattığım için beni, yani Rüstem’i, kıskandırmak için böyle konuşuyordu. Belki o bana, telefondaki arka­daşına da ilgisiz değildi. Ancak bunu nasıl anlayabilirdim? Bunu hiç öğrenebilecek miyim? Tahminler, zanlar içinde şaşırıp kalmıştım. Ama yeni bir şeyi öğrenmiş, bir daha ki sefer o işten geç çıktığında ne yap­mam gerektiğini biliyordum.
Tenha, insansız sokaklardan geçerken sordum:
–  İşinizin olmadığı akşamlar ne yapıyorsunuz?
–  Evde oturuyorum, dedi.
–  Öyle tek başınıza, yalnız mı oturuyorsunuz?
–  Evet, ne var bunda? Okuyorum, radyo dinliyorum.
Acaba radyo hakkında söylediklerini şimdi de söyleyecek mi? Fakat başka bir konudan söz açtı, ben de ona minnettar kaldım.
–  Bu da benim pencerem, diye üçüncü katı gösterdi.
–  Belki merdivenler karanlıktır, müsaade edin yukarı çıkarayım.
–  Hayır, dedi.
Ama ben reddedilmek istemiyordum.
–  Belki beni evinize davet edersiniz?
–  Memnuniyetle, ama bugün geç oldu. Saatine baktı. Asabileşmeye başladığını hissettim.
–  Geç mi? Siz böyle erkenden mi yatıyorsunuz?
–  Hayır, ama… Çok rahatsızdı, söyleyecek bir şey bulamıyordu.
–  Pekala, madem ki siz bana bir bardak çay ikram etmek istemiyorsu­nuz, gelin biraz daha gezelim.
Cevap vermedi. Bir kaç defa evin önünden geçtik. Evine girmeyi çok istiyordum. Telefon konuşmalarından bana bu kadar yakın olan bu elâ ışıklı evi, radyoyu, yumuşak koltuğu görmeyi çok istiyordum.

Evine davet etseydi belki de o gün her şeyi anlatacaktım.
Apartmanın kapısından ayrılırken elini hızla bana uzattı.
–  Şimdilik hoşça kalın Seymur Bey. Çok teşekkür ederim. Hayırlı geceler.
Gülümsedi. Aceleyle içeri girdi.
Arkasından ayak seslerini dinlerken birden aklım başıma geldi. Onun niye bu kadar aceleyle ayrıldığını, telaşlandığını, sıkıldığını, niçin sık sık saatine baktığını birden anladım. O, telefon saatine yetişememekten korkuyordu. Benim telefonuma.
Bir kaç gün sonra bizim sorumlu müdür, üretim konusunu görüşürken ahmakça bir çıkışta bulundu. Ben söz aldım ve onu allak bullak ettim. Cevap vermedi. Fakat birdenbire ona acıdım. Kaç yıldan beri gazetede çalışıyordu. Şimdiye kadar hiç kimse onunla böyle konuşmamıştı, hele de insanların içinde. Görüşmeden sonra kendimi çok huzursuz hisset­meye başladım. Birincisi tamamen haklı değildim, İkincisi Firuz’un tenbihlerini hatırladım, üçüncüsü de bu işten ayrılmak istemiyordum, çünkü Medine burada çalışıyordu. Neticede sorumlu müdürün odasına gittim ve özür diledim. Gece Medine’yi aradığımda hangi konudan söz edeceğini biliyordum.
–  Biliyor musun Rüstem, -sesinde bir canlanma, bir heves vardı- bizim Seymur biliyor musun ne kadar mert bir insan. Bugün ben görmedim ama herkes olanlardan söz ediyor. Görüşme sırasında bizim sorumlu müdürü azarlamış. Ağzını açıp gözünü yummuş. Ağzına geleni söyle­miş. Herkes bunu konuşuyor. Şimdiye kadar hiç kimse onun bir sözü­nü iki etmemişti. Hem de bu kadar insanın içinde azarlamış.
–  Biliyorum, dedim, bu tipte insanları ben iyi tanırım. İnsanların içinde ateşli nutuklar atarlar, ağızlarına geleni söylerler ama yalnız kaldılar mı gidip özür dilerler. Senin Seymur da insanların yanından ayrılıp, kimse­ye görünmeden gidip ayağına kapanıp yalvarmıştır.
Üzüntülü bir sesle;
–  Niye böyle söylüyorsun? dedi. “Sen niye onu sevmiyorsun?”
–  Şu sebeple ki sen onu seviyorsun. Ben de seni seviyorum.
–  Çok güzel. Hepimiz birbirimizi sevelim de.
–  Tabiî, sen şaka yap. Onunla görüşüyorsun, yüz yüze konuşuyorsun, sinemaya gidiyorsun.
–  Sinemaya? Onunla sinemaya gittiğimi nereden biliyorsun?
–  Gitmemen için bir sebep yok.
Güldü. Belli ki bu fikir çok hoşuna gitmişti.
–  Benimle ise sadece telefonda konuşuyorsun.
–  Biz bu konuyu daha önce halletmemiş miydik?
–  Sen benim hakkımda ona hiç bir şey söylemiyorsun değil mi?
–  Sen ne konuşuyorsun? Ben bu konu hakkında hiç kimseye, hiç bir zaman bir kelime bile söylemeyeceğim. Bu benim için, nasıl desem.. Bir an sustu, düşündü. “Mukaddes bir şey.”
Ertesi gün birlikte sinemaya gittik. Film pilotlar hakkındaydı. Medine çok kederlendi. Belki de kalbini boşaltmak ihtiyacı duydu ve bulvardan eve doğru yürürken ölen kocasını anlatmaya başladı: “Bizim bütün ömrümüz gökyüzünde geçti. Gökte tanıştık. O pilottu bense sıradan bir yolcu. Sonra her zaman onunla birlikte olayım diye hosteslik yap­maya başladım. Evlendik. Bakü’den Moskova’ya, Moskova’dan Bakü’ye uçuyorduk. Uçakta gizli bir yer bulup birbirimizi öperdik. Ben hamile kalınca izne ayrıldım. Son defa onu uçağın merdivenine kadar götürdüm.”

Ayrıldıkları zaman dudakları arasında hiç bir mesafe yoktu ama bu mesafenin hayatla ölüm arasındaki mesafe olduğunu bilmiyordu. Ebe­dî gökle, onun hiç bir zaman dönemeyeceği ebedî gökle, yer arasında. Medine’nin onu daima bekleyeceği yer arasındaki mesafe…
Uçak havalandığında Medine onun arkasından su serpti. Uçak tarihin­de ilk defa modern bir uçağın ardından, bundan bin yıl önceki adet üzerine su serpiliyordu. Sonra o göğe doğru havalandı. Ardından yağ­mur yağmaya başladı.
Medine durdu, bir şeylere kulak vermeye başladı. Biraz sonra uğultu­ları ben de işitmeye başladım ve anladım ki o, bu sesi herkesten önce işitiyor. Gökyüzünde hareket eden rengârenk ışıklara bakıyorduk. Me­dine,
–  Onun mezarı orada. Kadınlar kocalarının mezarını ziyarete giderler, ben de gökyüzüne bakıyorum, dedi.
Medine anlatmaya devam etti. Bazen akşamları havaalanına giderek bir kenara dayanıp inen kalkan uçaklara bakarmış. Sonra da çocuğu­nun ölü doğduğunu söyledi. Kocasının bu yadigârı da elinden yok ol­muş. Elimi yüzüne götürüp yanaklarındaki gözyaşlarını sildim, sonra de deli gibi onu öpmeye başladım.
O;
–  Yok, yok istemiyorum, diyordu. O anda gitgide bu sözleri daha bü­yük bir güçlükle söylediğini hissettim.
Evine bıraktım ve hemen telefon etmeye koştum.
Sesi heyecanlı biraz da neşeliydi. O anda ben de bütün romantiklere, havada, yerde, denizde ölen bütün zavallılara acımaya başladım.
–  Biliyor musun, dedim. -Şimdi işyerinde de onunla “sen” diye konu­şuyorduk- “Dün ayrıldıktan sonra seni telefonla aradım ama meşgul­dü. Gecenin o saatinde kiminle konuşuyordun öyle?”
Hiç beklemediğim bir şekilde rengi kaçtı, yüzü gerginleşti, ama kendi­ni çabuk topladı ve dedi ki:
– Yanlış numarayı düşürmüşsündür. Eve geldiğim gibi yattım.
–  Dün seni rüyamda gördüm.
–  Hayırdır, hayatta yüzünü hiç görmediğin insanı rüyanda görmek na­sıl oluyor?
–  Sesini gördüm rüyamda. Bir de radyonu.
–  Radyoyu düşünebiliyorum ama sesimi nasıl gördün, hiç aklım almı­yor? Sence ben nasılım? Benim nasıl biri olduğumu hayal edebiliyor musun?
–  Elbette, uzun boylu, uzun saçlı. Onun aslına uygun olmayan şeyler söylüyordum.
– Aferin sana! dedi. “Tam tamına doğru hayal etmişsin. Şimdi ben her gece senin rüyana gireceğim.”
–  Anlaşılan sen yalnız benim rüyama girmiyorsun.
–  Yine mi başladın?
–  Hayır, biliyorsun, derler ki Mehin Banu her gece yüz kişinin rüyasına girermiş. Senin trajın nasıldır?
–  Ben tek trajda ve ancak senin rüyana girerim. Sen benim canımsın.
–  Sana sonsuz minnettarım.
–  Canım benim. Bir meseleyi sana danışmak istiyorum. Ama rica ede­rim sinirlenme, telefonu da atma.
Ben bu konuşmayı üç günden beri bekliyordum. Üç gündür neden bu konuyu açmadığına şaşırıyordum.

–  Dinle. Ama önce yanına kalp ilacı al.
–  iyi, kalbimi sıkıştırma.
–  Peki. Üç gün önce Seymur bana evlenme teklif etti. Kalbin yerinde mi?
–  Hayır! dedim. “Ne cevap verdin ona?”
–  Henüz hiç bir şey söylemedim. Sana danışmak istedim. Sen benim en yakınım, en kıymetli dostum, sırdaşımsın.
Kadın psikolojisi gariptir. Başkasına âşık olursun ama sen de en yakın dost, en yakın arkadaşsındır.
–  Mümkün değil! dedim. En garibi şu ki ben samimi değildim. “Hiç kimseye gitme, ya da bana gel. Ben seni seviyorum. Hay Allah, keşke telefonda evlenmek olsaydı.”
O kahkaha attı. Garip ve yapmacık bir şekilde gülüyordu.
–  Akıllı çocuk ol. Sen hâlâ küçük bir çocuksun.
–  Ben? Sen beni hiç görmeden nasıl bilebiliyorsun?
–  Hissediyorum. Her şeyden hissediyorum. Senin sesinden, haysiyetinden, bana olan ilginden. Yalvarırım hep böyle kal. Büyümeye heveslenme.
–  Nereden biliyorsun? Belki ben senin Seymur’undan daha büyüğüm.
–  Yok yok! Kadının hisleri hiç bir zaman onu aldatmaz.
Bu tam bir komediye benziyordu. Ama benim gülmeye hevesim yok­tu. Doğrusu sıkıntı, acı hissediyordum.
–  Yapma Medine, diyordum. “Şimdi ben ne yapacağım? Kocan gece telefon etmemi istemeyecektir.”
–  Düşünür, bir çare buluruz. Telefonla konuşmak ihanet değil, günah değil. O zamana kadar senin de evinde telefon olacak, ben sana ederim. Ona nasıl anlatabilirdim ki. Bu hiç bir zaman mümkün olmayacak bir işti.
–  Beni anla! diyordu. Sesi ciddi ve kederliydi. “Bak, siz erkekler her za­man yalnızlıktan şikayet edersiniz. Ben buna gülüyorum, çünkü siz gerçek yalnızlığın ne demek olduğunu hiç bir zaman bilemezsiniz. O öyle bir yalnızlık ki ancak çeken kadın bilir. Gece uyanırsın, duvarlar üstünü üstüne gelir. Üzücü şeylerden konuşmayalım. Ne dersen onu yapacağım, istiyorsan hayır derim.”
Ben ona ne diyebilirim? Sustu, sonra uçak uğultusu işitmeye başladım ve anladım ki gerçek cevap işte bu uğultudaydı. Hiç bir zaman, bizim hiç birimiz, ne ben Rüstem, ne de ben Seymur onun ölen kocasının yerini tutamayacaktık. O akşam işten sonra ilk defa beni evine davet etti. Girişi ve merdivenleri biliyordum, ama dairenin kapısını tanımıyor­dum. Karanlıkta başka bir kapıyı çaldım. Açan olmadı. Kibrit çakıp ka­pının üstündeki not defterine yazılmış “anahtar komşuda” sözünü okudum. Yazıyı görür görmez piyano sesi aklıma geldi ve yanlış kapıyı çaldığımı anladım. Dönüp karşıdaki kapıyı çaldım.
Radyosu, yumuşak koltuğu, ışığı her şey benim hayal ettiğim gibiydi.
–  Seymur şimdi sana güzel bir müzik bulacağım, dedi. “Sen dinle, ben de çay koyayım.”
Sonra ben onu sardım, öptüm, okşadım. Ona kadınlığını hoş ve çetin bir sızıyla tattırdığımı hissediyordum. Duvardan, tam dibimizden piya­no sesi gelmeye başladı. Birden kollarımın arasından sıyrıldı ve bir şeye kulak vermeye başladı. Ben de dinlemeye koyuldum. Bir kaç saniye sonra ben de bu uğultuyu, uçak sesini duyacağımı biliyordum. Fakat uçak sesi yoktu. Birden bire Medine’nin hangi sese kulak verdiğini an­ladım. Medine telefonu dinliyordu. Bu vakitlerde o arardı.
O, yani ben.
Artık o hiç aramayacak, ama bir an şüphelendim. Ben de beklemeye başladım. Br mucize istedim, istedim ki telefon çalsın.
Telefon susmuştu.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Çizgi-4 / Behice Kolçak Şark
Eylülde Yeniden ve Yine Ölebilmek! / Nesrin Çaylı
Anlamak ve Anlamak / Bilal Kemikli
Haberin Olabilsin Diye / Feride Sezer
t = m / Şahin Taş
Tümünü Göster