Farkedemeyişin boşluğunda bir hoşluk yaşamaktayız.
Ve her şey bir farkedişle başlayacak.
İnsana, insanın varoluşsal anlamına ve alanına yönelik çabaların mevcut işleyiş içinde bir kıymeti kalmamıştır. Modern kapitalizmin öncülüğünde global evresine giren yeni yaşamın insana soluk aldırmayan acelesi, çılgınca bir ritmle insan varlığını hiçlik duygusunun ve çaresizliğin öldürücü boşluğunda kıstırmayı başardı.
İnsan; hangi iklimde olursa olsun dünün dünyasında yeryüzünün efendisi olan insan, bugün sadece madde ve para ekseninde karşılık bulan nesnel ilişkiler ağı içinde yaşamını sürdürmek zorunda bırakılmıştır. Korkunç yalnızlıkların ve yabancılıkların karanlık kucağında ontolojik bir bitiş, bir tükeniş yaşanmaktadır.
İnsanın neredeyse hiçbir anlam dünyası, hiçbir anlam derinliği kalmadı. Dün, insanın eşya anlamında sahip olduğu fazlaca bir şeyi yoktu. Zaten tüm yalınlığı, doğal zenginliğiyle bir büyü, bir bitimsiz düş tonunda/tadında akıp giden cennette böyle hırdavatlara, ıvır zıvırlara gerek de yoktu. Ama varedilmişlerin en asili olan insan, tüm sessizliğine, tenhalığına rağmen bütün bir yeryüzünü dolduruyor, anlamlandırıyor, süslüyordu.
Allah’ın (mutlu olmak için büyük-küçük tüm ayrıntılar hesap edilerek) yaratıp kendisine bahşettiği cenneti; insan o üstün zekasıyla cinnetler ve cinayetler cehennemine çevirerek sonunda yaşanmaz kılmayı başardı. Başardı da ne oldu? Ruhunun derinliklerinde insan varlığıyla yaşamaya razı olmayıp sözde tanrılık iddiasıyla dünyayı yeni baştan, yepyeni bir tasarımla inşaya koyulan bu nankör, bu kıskanç, bu zavallı varlık ruhunu yonta yonta, kazıya kopara yükselttiği ışıltılı yaşamın bir türlü aydınlatamadığı karanlık dehlizlerde acınacak bir halde yorgun, üstelik beyin kanaması ve kalp spazmı geçirir halde varoluşa doğru şuursuz çırpınışlar yaparak, esasen kendini aramanın fakat bir türlü bulamamanın dindirilemeyen sancısını çekmekte. Sağlıklı algılama düzeneğini, anlama, anlamlandırma yeteneğini kaybettiğinden, o kısır döngüye tekrar girmekte tahtını yine anlamsızlığa, hiçliğe kurmakta.
Fark edememekte,
Oysa her şey bir farkedişle başlayacak.
Yitirdiği değerlerin, kaybettiği güzelliklerin farkına varamamakta, daha da kötüsü beyhude bir çabayla dönüp dönüp bu yitirilişi hazırlayan, hızlandıran saiklere sarılmaktadır.
İnsan kendi varlığının, mekanik düzeneğin eline ve emrine teslim edilemeyecek asaletini bir farkedebilse, o zaman her şeyi değiştirecek bir güzide başlangıcın ilki gerçekleşmiş olacak.
Gaflet, bir farkedemeyiş hastalığı olarak aklımızı,duygularımızı ölümüne sindirmiş durumdadır.Demek oluyor ki aklın ve ruhun yeniden uyanıp güç kazanması gafletin ölümü olacaktır. Kitleler bugün hakikati dışlayan gündelik hayatın değirmeninde her şeyi öğütüp un ufak eden çevrintisinde ufalanıyor,yontuluyorsa bu trajedi,insan varlığımızı pusuya düşüren gidişata katılmamızı hiç olmazsa eleştiri getirmemizi, buğz etmemizi, tutarlı çıkışlar arayışımızı şimdilik mümkün kılmayan akıl tutulmasından, bilinç eksikliğindendir.
Farkediş, bilincin diri kalmasıyla mümkün olur.Algı organları,algı mekanizmaları işlevsiz olanların herhangi bir bilinç sahibi olmaları,ileri aşamalarda yüksek bilinç inşa etmeleri mümkün değildir.Yüce Kur’an “gafil olanlar “dan söz ederken onların algı yeteneklerinin dumura uğradığına dikkatimizi çeker “Onların gözleri vardır görmezler,kulakları vardır işitmezler,kalpleri vardır idrak etmezler.” İşte mesele bu,vehamet burada.İnsan kendi varlığını anlamlı kılan duyma, düşünme yeteneğini yitirince, her an yeni bir farkedişle hakikatin anlam alanına birey olarak katılma , o alana bir şeyler katma imkanını da yitiriyor. Varlığını amaçsızlığın çukurundan kurtarıp kendi fıtratına , aşka ve aşkınlığa doğru coşkulu hamleler yapacağı yerde, kendi yapıp ettikleriyle çökerttiği ruhunun yıkıntıları arasında, sonu bilinmez tükenişlere doğru gidişini esrar içmişcesine aptal aptal seyrediyor.
Ey insan seyrettiğin kendi tükenişindir! Ayet bu gafil tipleri “Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. ” diye nitelendiriyor. “hatta onlardan da aşağıdadırlar. ”
Bu aşağılık hal,insan varlığından soyunarak tanrılık tahtı elde etme çabasındayken terk ettiğin akıl, izan, irfan, erdem gibi hassasiyet ve meleke yoksunluğunun sana kazandırdığı yeni mevkiindir.
Bu düşüş,bu kör kuyu senin öykün, kendi arzunla üstelik arzularından başka ölçülere itibar etmeyerek yazdığın, muazzam bir gayretle yaşadığın kendi kederindir,ey insanoğlu! Farkedemiyorsun.
Oysa her şey bir farkedişle başlar. Belki Musa asasını yine atar, farkedişleri engelleyen tüm perdeler aralanır,
Büyü bozulur belki, oyun, oyalanma biter,
Önce büyücüler inanır,
Gerçeğin tahtına kurulmuş yalanlar çöker.
Her şey tanı bir fark edişte başlayacak.
Böyle bir başlangıç için hangi zemin araştırılmalı, hangi imkanlar kullanılmalıdır? Cevabı hangi yönde, duyarlıkta olursa olsun geniş araştırmalar, açıklamalar gerektiren bir soru bu. Sanattan felsefeye, sosyal psikolojiden fıkha, kelama siyasete kadar tüm pencereleri açmak gerekecektir. Amacım bu sorunun cevabını aramak değil. Ayrıca buna ne imkânım ne de takatim elverir. Duyarlılık sahibi her insan, eninde sonunda mevcut düzen (i) içinde sürüp giden hayata karşı sorgulama başlatır. Bu sorgunun tabanında içimizdeki ve dışımızdaki gerçekliklerin yüzleşmesi, tartışması vardır. Farkedişler işte bu tartışmalar sonucu oluşur, olgunlaşır. Bazen de fark ettiklerimizle bir tartışmayı başlatmış oluruz.
Duyarlık ve farkediş… Muazzam akıntı ve geçişlerle birbirini besleyen bu iki alan sanat için, sanatçı için en elverişli alandır. Sanat, duyarlığın estestik hüviyet kazanmasıdır.
Sanat bir yönüyle fark ediştir. Sanatçı fark etmekle işe başlar, sonra da fark ettirmeye hissettirmeye koyulur. Bu çaba bölüşme, paylaşma arzusundan kaynaklanır. Aslında gizliden gizliye de bir yoklama faaliyetidir bu. Eseriyle sanatçı bize bir ses vermiştir. Bakalım biz ona nasıl mukabele edeceğiz? Bizden nasıl bir yankı gidecek ona? Sanatçı (aydın) bir yerde durmuş bakınmakta, bize kendini göstermektedir. Bir bakıma buluşmanın ilk hareketi ondan gelmiştir. Peki biz nerede durmaktayız? Sanatçı, örneğini şair de bunu merak etmektedir zaten. Birbirimizi fark ettik mi? O halde fark ettiklerimizi paylaşabiliriz artık. Karşılıklı iletişim ve etkileşim içinde bir anlam alanı oluşacak demektir. Fark ettiklerimizi paylaştığımız bu geniş alanın sınırları düşlerimiz, düşüncelerimiz, hayallerimiz boyunca uzayıp gider. Bu kapsamıyla “anlam ” kavramı yazarda ve okurda sonsuz, esnek ve zengin mahiyete sahip olur/olmalıdır. Anlam nedir, nasıl oluşur, belirleyenleri, değişkenleri nelerdir gibi sorular ve sanat etkinlikleriyle bulacağımız karşılıkları “farkedişin estetik boyutu ” üzerine yeniden düşünmeyi gerektirmektedir.
Sorumuzu tekrar soralım: Farkediş için hangi zeminler araştırılmalı, hangi imkanlar kullanılmalı? Çoklarının tecrübeyle fark etmek arasında doğrusal ilişki kurduklarını müşahede ettim. Farkediş bütünüyle ampirik bir olgu mu? Tecrübelerimizle mi fark ederiz? Yoksa fark ettiklerimiz bizi tecrübe sahibi mi yapıyor?
Doğaldır ki burada kavramları netleştirmemiz gerekecektir. Biz burada sanatsal ve entellektüel anlamda bir tecrübeden ve duyarlıktan söz ediyorsak tecrübenin farkedişi, farkedişin tecrübeyi artıracağını, hızlandıracağını söylemeliyiz. Yok eğer gündelik yaşam içinde tanımlanan bir tecrübeden söz edilecekse meseleyi kısa bir değiniyle vuzuna kavuşturmakta yarar umuyorum.
Tecrübe bir anlamda fark edişler toplamıdır.
Eğer yaşam varoluşun coşkun, tekrarsız akışının adıysa tam ve mütekamil anlamıyla en azından bu dünya için mutlak bir tecrübeden söz edilemez. Yeri gelmişken herkesin kendi tecrübesini edindiğini yani bir başkasının tecrübesinin bana yaramayacağını söylemeliyim. Tecrübe geç fark edilendir. Geç fark edersin taşın sert olduğunu. “Su insanı boğar ateş yakarmış ” Güzel. Herkes taşın sert olduğunu fark edecektir, suyun boğuculuğunu, ateşin yakıcılığını, iyi de şair bunu fark etmiş, aynı tecrübeyi kullanamaz mıyız? Kullanamazsın. Tecrübe paylaşılmaz, kişiye özeldir. İlla yaşamak gerekir. Anlarsın. Çokluk anladığında iş işten geçmiş olur. Sana kırılan kafanda izler, yüreğini yakan bir ateşin artık hatıralara savrulmuş külleri kalır, içini inciten, burkan. Heybende bu incinmelerini biriktir. Veremlere doğru mor sancılarla atan kalbinin sızılarından bir koleksiyon yap.
Tecrübe edinmeyi aynı suda iki kez yıkanma yanılgısıyla anlayanlar, zaman içinde suyun da kendilerinin de değiştiği gerçeğini unutanlardır. Tarih dediğimiz zamanın akış mecrası içinde, her an yepyeni oluşumlarla karşılaşıyor, değişiyoruz. İşte bu noktada tecrübe ölçebildiğimiz, değerlendirebildiğimiz kadarıyla dünden bugüne yarına içimizde ve dışımızda o akışın yönünü, yatağını tahmin etmemize yarayabilir. Geçmişte vuku bulmuş bir hadiseyi hazırlayan ya da hazırlamış gibi gözüken sebeplerin benzer arzda tekrar oluşması tarihin tekerrür edeceği anlamına yorulmamalı.
Doğruları, daha tutarlı bir ifadeyle realiteleri, kendi koşulları, kendi ortamına göre değerlendirmelidir. Her bir olayı hazırlayan koşullar farklıdır. Tarihsel olaylar bir defaya mahsus olaylardır. Bu kapı aralığından geçerek katıldığınız yaşam, ona özgü espirisiyle sizi çoğu zaman şaşırttı, şaşırtmaya devam edecek. “Gemlik’e doğru denizi göreceksin sakın şaşırma ” diyordu Orhan Veli. Bir yönüyle büyü de burada değil mi? Bu gizemli süreç içinde ve her defasında fena yakalanıyoruz. Daha doğrusu hazırlıksız yakalanıyoruz. Aşklara, acılara, başarılara, bozgunlara, ihanetlere, çukura düşmelere, uçup gitmelere, çoğunluk evet hep hazırlıksız yakalanıyoruz.
Sözün kısası her defasında acemisi olduğumuz bir hayatı yaşıyoruz. Hayatın ustası olduğunu söyleyenler varsa bu ustalığı hangi derin sırları çözerek kazandıklarını izah etsinler. Bugünün tecrübelerini yarın için kullanabileceğinizi nasıl temin edebilirsiniz? Hayat her gün değişiyor, her sabah yeniden kurulan, her gün yeni bir başlangıç olan dünyada, bugünün bilgisi, bugünün doğrusu yarına eskiyorsa, kendinizi yenilemek var olmanızın gerek koşuludur. Tecrübe, neyin tecrübesi, hangi meçhulün, hangi esrarın keşfi ile kazanılan mucize? İşte açık yüreklilikle söylüyorum, benim tecrübem bilgisizliğin tecrübesi olabilir belki… Cehalete övgü mü yapıyorum? Elbette değil ama “bilme ” noktasında yaşamın ustası olduğunu söyleme acemiliğiyle gülünçlüklere tanık olmuyor muyuz? Bildiğim her şey beni başka bilgisizliklerin eşiğine bırakıyor. Bildiklerimiz bilmediklerimizi çoğaltıyor, bilgisizliğimizin farkına bildiklerimizle varıyoruz.
Belki de bilgiyi bilgisizlikten, bilgisizliği bilgiden yonta yonta tecrübe dediğimiz alanımızı genişletiyoruz. İşte burada tecrübenin neye endeksli olduğunu, neye denk düştüğünü bir kez daha düşünebiliriz, iyi ki hayatın bildiklerim üzerine çektiği esrar perdesini aralama ustalığını gösteremeyecek kadar acemiyim. Acemilikler ustasıyım. O yüzden olacak varoluş coşkusunu hep hissediyorum. Hayat elimden tutmuş götürüyor beni. Bu gidişten çoğu kez arkadan iz sürerek yaptığım yürüyüşten şikayetçi değilim. Karışmayın. Bırakın her şey kendi büyüsüyle, tılsımı ile kalsın bir yanılsamayı farkedişimin gerçek zevkine vardığımı söyleyebilirsiniz-. Gerçek üzerine yanılgılar kutsa- maktansa, gerçek bir yanılgı olan yaşamın tadına varmalı diyorum. Acısıyla tatlısıyla yaşamın tüm cezbesini, tüm cazibesini içimizde duymak… İyi ki bilmiyorum, yaşasın bilgisizlik! Kelimelerle, bilimle, zihinle kurulan bilgisizlik… Gaybın kapıları açılsaydı ve bilseydik olacakları, ne olurduk, ne halde olurduk bir düşünün? Hayatlarının önünden gidenler hiçbir şeyin gizli kalmadığı dünyaya nasıl dayanırlardı acaba? “Yarını düşünme ” diyor İncil, “onun telaşı kendine yeter ” Bu ayet de bana yeter. Hayatın önünden gittiğini söyleyenler acaba aklı havada gidenler mi dersiniz?
Bazen bilmezlik öyle işime yarıyor ki. Kendi dünyamda bilgelik tahtımı bilinmezlik ve bilgisizlik üzerine kurmanın keyfini, sanal mutluluğunu yaşıyorum. Her yer Gemlik, her defasında Gemlik ve en olmadık yerde deniz çıkıyor karşıma. Bilmece de büyü de sürüyor, asıl bilmeniz gereken işte bu. Yaşamın bir bilmece, bir yönüyle dünyanın bir oyun, oyalanma olduğu … Hayat müthiş kurgulanmış bir oyun. Kendi oyunumuzu hayretle, heyecanla, nefesimizi tutarak izliyoruz.
Oyunda olduğumuzu derin bir unutuşla unutacak kadar statümüzü önemsiyor, rolümüzü ciddiye alıyoruz. Bazen yönetmenin doğrudan kendisi bazen gerilerden gizli-açık bir ses asıl yaşamı bize hatırlatmıyor değil. Ne ki, gerçeğin yerine ikame ettiğimiz yalan dünyalardan ve bu dünyanın uydurma değerlerinden kopmayı başarabilmek mümkün olmayabiliyor. Peki ne olacak? Bu trajik tablo hep böyle mi sürüp gidecek? Onu bilemem ama bilinmesi gereken derin unutuşlar içindeki toplum karşısında derin hatırlayış ve farkedişler ustası olarak sanatçıların görev ve sorumluluğunun daha çok arttığıdır, işte bütün bunları farketmekle başlayacak her şey.
İlk elden yaşamın mevcut ve genel kabul gören formatına aykırı şeyler söylediğimi peşinen kabul ediyorum. Doğallıkla işte tam burada sanki köklü bir eleştiri getiriliyormuş edasıyla “Yani, tecrübe edinmenin, onu kullanmanın-mümkünü yok mu? Akıl tecrübe edinmede bir işe yaramaz mı? ” türlü soruların zihinlerde uçuşabileceğini tahmin etmiyor değilim. Elbette mesleği icabı kurulu saat gibi rutin bir işleyişle her gün aynı işleri yapan örneğin kunduracılar, terziler, askerler, memurlar, işçiler vb. kendilerince tecrübe sahibidir. Bu tarz rutin uğraşları ‘adet’ kavramıyla kategorize etmek daha isabetli olur kanısındayım. Bilineceği gibi adet zihinsel bir çaba olmaksızın sayısız tekrarlar sonucu kazanılan alışkanlıklardır. Gündelik hayat, alışkanlıklarımızın kalıplarına döktüğümüz hayattır. Ama ben gündelik akışın dışında başka bir akıştan tabir yerindeyse bir dip akıştan, öz akıştan söz ediyorum. Hayata, kainata insana hasılı bütün bir varlığa dair değişmeyen özden(anlam), espriyi kavramaktan…
Köreltici ve indirgemeci modernist yaşam, insanı alışkanlıklarına çivilemiştir. Yaptığı işte boyutlu, yaptığı iş kadar olan insan bütün bir yaşam içinde ne kadar özgür, ne kadar derinlikli olabilir? Sartre Denemeler’inde bu basit ama köklü soruyu soruyordu. Canhıraş çalışmalarla dışımızda kurduğumuz yaşam çoğu zaman iç yaşantımızı yıkmak içinmiş meğer. Tatlı hayaller, boş avuntular satın almak için gerçeklerimizi vereduralım, yaşam gizliden gizliye alttan alta bizi kaçınılmaza doğru sürüklüyor. Tüm kaçınılmaza doğru. Olmaz sanılana, imkansız denilen, beklenmeyene, yalan sanılan, yoksayılana doğru adım adım gidiyoruz. “Aman ya Rabbim ne kadar yanılmışım, ne akılsızmışım ” diyeceğimiz günlere götürülüyoruz. Kendi payıma aklım, bu satırların yazarının aklı, başka değil sanki “Ah ne aptdalmışım ” dedirten olumsuzlukları farketmem için verilmiş gibi. Yine mi müştekiyim? Asla! Bu anlamda aklımın tecrübe edinmemde, tecrübelerimin bir bakıma ayrımına varmamda bana yardımcı olduğunu söylemeliyim.