Beykoz yolu üzerinde ilerliyordu. Yüreğinde duygularının kalabalığı, yanında kimsesizlik…Sağ tarafında yeşillikler arasında saklanan yalılar, beyaz ahşap konaklar. Saklandıkları kadar, barındırdıklarının asaleti ile öylece boğazı izleyişleri…Sessiz duruşlarında, sessiz çığlıklar bezenmiş her bir yanlarına, hüzünlü bir gelin gibi. Yüreğinde sakladıklarını gözlerine düşürmemeye çalışan beyazlar içinde bir gelin. Sol yanında, şairin gümüş mangala benzettiği, yakamozların dans pisti boğaz… Gün batımının siyahi tülü bir abiye gibi düşmek üzere bağrına. Öylece bekliyor nedimelerin hanımını bezemesi gibi, abiyesinin giydirilişini, alışıldık, bilindik tavrıyla.Gözleri dikiz aynasına takılınca ardında kalan gün batımına hayıflanıyor. Gidiyor olmanın, dönüyor olmamanın esefi ile. Gülümsüyor, “ardımda kalan sadece gün batımı değil ki” derken . Ardımda kalan, kimselerim , düşlerim , umutlarım, dönüşümü bekleyecek kalemlerim, kağıtlarım ve kitaplarım. Beklemeyi bilmeseler de kendi bilişi kafi onun ardında bıraktıklarını hatırlamasına.
Gün yine ve yenidenlerle doğup batacak yaşadıkça; düşlerim, umutlarım her doğuş ve batışta ufku başkaca bir renk tuvaline dönüştüren güneş gibi renk değiştirecek, ton değiştirecek olsa da. Yola verdiği dikkatinden çalıntılar yapıyor. Kaçamak bakışlarla dikiz aynasından gün batımını izleyebilmek için. Bir kez de bu saatler dönmeli diye geçiriyor içinden. Salacağa inmeli yine bu saatlerde, yine yan koltuktaki kimsesizliği ile. Doyasıya izlemeli boğazda batan günü, yeniden gelişin ümidini taşıyışından ilham almalı. Bezginlikten ziyade, her akşam üstü yepyeni bir baloya gider gibi renklerini değiştirişinden, süslenişinden, asaletinden vazgeçmezliğinden…
Neden ısrarla gidiyorum, diye geçiriyor içinden. Gittiğim yerde beni bekleyenim yokken.Gül bahçesi kenarında pirinç bir masa, pirinç bir sandalye ve hiçbir yerde alamadığım tatta bir fincan çaya mı gidiyorum ben? Yoksa orada yaşanmışlıklara yeni senaryolar yazmaya mı? Garip diyor, her gidişimde bir başka kurgum oluyor o mekan için. İçinde biraz kırılganlık oluşundan olmalı, hüzünlü bir aşk düşleyiveriyor bu sefer. Hidiv Kasrı’nda yaşanmışlıklara bunu yakıştırıveriyor saniyelik bir anda. Tamam diyor seslice, tamam hüzünlü bir sevda olsa bugünkü masal. Bu akşam üstüne yakışan bir hayal ile… Arabayı kocaman çınar ağaçlarının gölgesine park edip, Arnavut kaldırımı taşlarıyla bezeli yolu, yeni senaryosunun kahramanlarını düşleyerek yürüyor. Ve hep aynı garsonların yüzlerinde tebessüm olan ev sahibi gibi kendisini karşıladıkları, her zamanki masasına oturuyor. ” Ona ne alırdınız?” sorusu sorulmuyor nicedir burada. Bundan memnun. Bu detay, yaşamından çıktığı için de öyle. Dudaklarına değdirirken fincanı, derinlemesine çay kokusunu çekiyor içine. Güllerin kokusu ile hemhâl olmuş bir koku dolduruyor içini. Gözleri kasrın pencerelerinde….
Elleri göğsünde kavuşturulmuş, salınan perdelerin kalınlığına inat bir zerafette, dupduru yüzüne hüzün yeli değmiş gözleri uzaklara takılı kalmış Mefkûre’yi görüyor. Ufukları seyredişinde ufuksuzluk. Karşı kıyılara bakan gözleri ufukları kaldırmışcasına daha daha uzaklarda elâ gözlerinde özlemin kalın buğusu, akmak üzere birikmişlik, dudaklarında hasretin kıvrımları, ellerinde çaresizliğin saklanışı koltuk altlarına sinerek… Ufak tefekliğinin zıddına kocaman bir asalet yüklü tüm duruşunda. Yüreğindeki kocaman sevdasından olmalı.
Yavaşça çekiliveriyor pencereden. Kasrın giriş kapısında, gözleri gecenin karasında Muhib beliriyor. İsmi ile müsemma, her hâli her tavrı ile . Yıldızı bol bir gece gibi parlıyor, gece karası gözleri…Çünkü o seviyor. Muhabbeti isminin anlamı gibi yüreğine ve gözlerine döşenmiş. Elleri arasında itina ile seçilmiş iki pembe gül. Biri kendi muhabbetinin âyinesi, bir diğeri Mefkûre’sinin. Çekinik adımları kasra yaklaştıkça iyiden yavaşlıyor ve duruveriyor öylece.Kasrın kapısında sonbahar renkli elbisesinin eteklerine hüzün düşmüş Mefkure’si. Onu her görüşünde yeniden görüyormuşcasına içini titreten heyecan ile karşısında.
Mefkûre’nin gözlerinde ertelenmiş bir hüzün, emanet alınmış bir gülümseyiş… Karmakarışıklık yerleşmiş yüzüne. Fırtına öncesi sakinliği tehlikesi bürümüş işvesini. Salınarak ilerliyor. Beyaz bir güvercin kanadını andıran elleri uzanıyor pembe güllere ve dudaklarına götürürken, emanet tebessüm emanetçisine iade edilmişcesine iki damla gözyaşı düşüyor pırlanta gibi, pembeye.
Pembede yas var, bahara inat ama Mefkûre’de elbisesi elâ gözleri ve gözyaşlarıyla uyum.Muhib yüreğinde yangın, gözlerinde merak, içinin açışılını nakşettiği bir ses ile :
“Sıcak bir yaz mıdır, belki bahar zerresi
Görmedim hangi renktir Eylül gözlerin
Sonbaharın hazan dolu sırlar ülkesi
Bilmedim hangi mevsimdir Eylül gözlerin
Gizem dolu diyarların kutlu eşiği
Âlemle yüklü yüreğin renkli deşiği
Sıcak ana kucağının tatlı beşiği
Bin bir türlü sır doludur Eylül gözlerin
Bilmedim hangi mevsimdir Eylül gözlerin.”
diye fısıldayıveriyor.
Islanmış bir ses ile akıveriyor Mefkûre:
“Bahara davet vardı sevdalı gözlerinde
siyaha yıldız düştü, gözlerine değince
Bende olan mevsimin adı nedir bilmedim
Seninle aşkı bilip, geceye yıldız dedim.”
“Hadi sabaha merhaba demeli.Gece karası esarete inat. Papatya renklerinde bir elbise ne de çok yakışacak sana ” diyor Muhip muhabbetle. Kurtul korkularından, seni yalnızlığa itmiş bu beraberliğinden , kurtul sonbahar renkli elbiselerinden. Islak yağmurlu gökyüzünü andıran bu bakışlardan. Terk edebildiklerin kadar olacaktır aşkın. Terk edebilmeyi başardığında aşkını onayacaksın. Hadi kurtul alışkanlıklarından. Bir sevgili ile gerçek sevda yolunda yürümeyi neden geciktirirsin? Neden esaretini sonlandırıp, hem muhabbetimizi hem de kendini mahkum edersin? Hani bende gülümsemişti yüzün, hani fark edişindim ben senin? Yeniden tutunuşundum hayata, hani benimle aşkı bilip, siyah geceye parlaklığın adını vermiştin, hani yıldız demiştin karaya. Bilir misin muhabbetle ahidleşmiş iki yüreğin, gerçek muhabbete gidişi el ele oluşlarındaki mânâyı bilmeyişinden olmalı gecikişin.
Sus dedi Mefkûre. Sus artık! Haklı bir sevdayı haksız kılan, zamansız ve aykırı yaşayışımdır. Sevdam bu aykırılığı taşısın istemeyişimdendir, sana gelemeyişim. Bir yük, bir ukde, bir kefen beyazlığının soğuk yası değmesin sevdama. Gitmelisin bir daha dönmemek üzere. Ben senin aldanışınım, ben sende yanılgıyım. Ben senin azabınım. Senin bende oluşun kadar gitmelisin. Ardına bakmadan. Ben esaretimden aldım bu sevdayı. Aykırı bir yüreğe düştü yüreğin.Bu aykırılık zulümden başkasını veremez bize. Bil ki bu muhabbet Rabb’e vakfedilmeli. Muhabbetullaha kalb olunmalı. İşte o vakit kefareti ödenmiş olacak. Sevda nasip oldu, O’na sevdalanmayı bilmek adına. Kefaretimiz olsun. Bu aykırı sevdamız için ayrılığımız.
Son kelime zorlukla bir alev gibi Mefkûre’nin dudaklarından ve hızla arkasını dönüp elinde pembe gülleri ile yepyeni bir hüzünle, kasrın kocaman giriş kapısında kayboluverdi. Arınmıştı, yasak sevdasına son vermekle. Arındırmıştı kendince kendini; ama yüreğinin yangını başkaca bir azap oluvermişti bir anda. Kalınca bir kitap seçti kitaplığından, arasını açtı gülleri için bir mekan oluşturmak adına. Satırlara dokunuverdi gözleri, üzerine gözyaşı damlamış satırlara.
“Şu halde Allah’tan bir şey umarak, Allah’tan korkarak sevenler, taklit defterinden ders okumaktadırlar. Nerede Hakk’ı ancak Hak için seven, garezlerden, marazlardan ayrılmış aşık? Fakat ister öyle sevsin, ister böyle… Madem ki Allah’ı diliyor onu Hakk’a çeken yine Hak’tır. Daima, “Allah’ın hayrına nail olayım* diye Allah’ı seven de; Allah’tan başkasına gönül vermekten korkup ancak O’nu seven de …Her ikisinin bu sevgisi, bu arayışı taraması da o alemdendir.” (3/376- 377/4595-4600/Mevlana)
Mefkûre’nin gülleri bu satırlar üzerinde kurudu, yüreği seccadelerde duruldu.
Muhib, yüreğinden dudaklarına salıverdiği dualarıyla öylece kalakalmıştı. Etrafında bahar, yüreğinde kış… Üşüyordu. Sevdanın rengini sormuştu bir keresinde Mefkûre ona; o ise “sevda ebem kuşağında ki renkler gibidir” demişti. Oysa şimdi bir avuç toprağın kara rengi kalmıştı; siyahı renkten saymazken. Ahh, diye içini çekti. “Ahh Mefkure ahh! Göz görmeyince katlanılır.”