Metin Ünal Mengüşoğlu

-Sevgilim gözlerime bak ne görüyorsun ?
–  Çapaak!

Her sanatçı söylediklerinin karşılık bulmasını ister. Ben de is­terim. Aşağıya aldığım bir çeşit sanal söyleşi şiir okuyucusu­nun işi ciddiye aldığı zaman nelere kadir olduğunu belirtme­si bakımından önemli sayılmalıdır. Bana bir şiirle ilgili olarak bir şekilde ulaşan sorular ve talep edilen izahat, aslında sanat hayatımızda şairlerden çok okuyucuda bir uyanış sağlamış gibi görünmektedir. Okuyucunun meseleyi ele alırken baş­vurduğu yöntem şiirin fehm edilmesi açısından tehlikeli bir girişimi işaret ediyor olsa da bundan yararlı sonuçlar çıkaca­ğına bizi inandırmalıdır. Okuyucu sorusunu daha iyi anlaya­lım diye, şiirle kendisi arasında sanal bir gerçeklik ilişkisi kura­rak yöneltiyor sorusunu. Sorusunun katlanılabilir yanı, şiir meselesini kavramanın sınırında dolaşıyor olması. Soru şöyle:

“Kelime anlama sadece işaret edebilir. Anlam olamaz. Ben de kelime miyim sizde?”

Kelime ve anlam meselesini çözmeye bu kadar yaklaşmışken, dönüp şiirin hitap ettiği şeyi (nesne desem yine bir alınganlık olacak) sadece bir kelimeye indirgemeye çalışmak, ihtimal, önceleri yaşanmış bir ruh kırılganlığının o şiirde bulduğu ge­dikten dışarıya sızması ve bu sebeple şiire yahut şairlere karşı şimdiye kadar okuyucuda gelişmiş güvensizlik duygusu ile açıklanabilir. Ancak okunmak ve sanatçı için harcanan zama­nın hesabını bu şekilde çıkarmaya çalışmak hem okuyucu, hem şair için tehlikeli olsa da okuyucunun şiirle bu kadar ya­kın ilişki kurabilmesi bakımından hem şiir hem de okuyucu için sevindirici bir gelişmedir. Şair için mesele gayet basittir. Şair hep söylenegeldiği gibi, iç âleminde meydana gelen ve insanlarla paylaşmak zorunda olduğuna inandıklarını ancak şiirle ifade edebiliyor.Hatta ancak değil hususen yapıyordur. Sonuçta bir şairdir. Şiiri de kelimeleri kullanarak söylüyor. An­lam denilen de sonunda ancak kelimeler aracılığıyla ortaya çıkan ve ifade edilen bir şey değil midir?Şiir olarak şairin söy­lediklerinden bir sonuç çıkarmak yerine neden kendinize ait bir sorumluluklar ve zorunluluklar alanı üzerinde söz üret­mesini istiyorsunuz (?) diye sorulmalıdır okuyucuya. Hatta sizin kendinize ait bir anlam alanınız olmalıdır, ki şairin size yüklediğini farz ettiğiniz değerlerin sergileneceği, hiç olmazsa bina edileceği bir mekan bulunsun. Bu alan yoksa şairin söy­lediklerini koyacak bir yer tabii ki bulamazsınız. Bulamayınca da bu sorumluluğu şaire ve (yine hadi diyelim muhatabı siz olan duygularına) söylediklerine yüklüyorsunuz. Oysa siz söy­lenenleri kendinize yakıştırdınız. Görünen o ki ihtiva ettiği mânâya karşı tutacağınız bir aynanız da var. Bunda yanlış bir şey tabii ki olamaz. Ancak o zaman neden şiirde mutlaka adınızı arıyorsunuz. Bu şiire ve şaire haksızlık değil midir?

Mutlaka somut cevap arıyorsanız onun yeri şiirin kendisi de­ğildir. Bu soruyu bizzat şairin kendisine veya kendi içinizde canlı tutmaya çalıştığınız aynanıza sormalı değil misiniz? Çünkü sizin niyetiniz şiirdeki meseleyi hayatın dümdüz, imgesiz, îmâsız bir alanına taşımak gibi görünüyor. Siz yahut bir başkası: Eğer şiirde kendinizi bulduysanız, zaten şair ve şi­ir için önemlisiniz demek değil midir? Önem meselesini ken­dinizle tartışın. Ve eğer şiirde kendinize yer bulduysanız, kendi aynanıza dönün ve siz “bu şiire önem veriyor musu­nuz” diye kendinize sorun. Bu şiire derken şiirde bulduğunu­zu vehmettiğiniz kendinize işaret etmek istiyorum. Önemsiz­seniz şiirde bunu nasıl fark etmediniz veya yine şiire dahil ol­duğunuzu nereden çıkardınız (?) diye sorarak, bu defa şiiri anlamak yerine, şairin zihin koridorlarını kuşatmaya ne hak­ları olduğu üzerinde ikinci bir bilgi almaya çalışmalıdır.
Şair bir karşı atakla kendini izaha yeltenebilirse de bunu yap­mamalıdır. Çeşitli sebepleri var bunun. Birincisi sanatçının eserine ait sırların didiklenmesine izin verdiği gibi bir ihtimali akla getirir. İkincisi zihninde meydana getireceği hesaplaş­ma alışkanlığı şiirin temel bilgi ve görgü kanallarını izlemek­ten okuyucuyu alıkoyar. Sonunda kendi açısından elde ede­ceği yararı da şiirin amacı olan hassasiyetleri ıskalayarak yiti­rir. Ben bu yüzden meseleyi şiir alanından düz yazı alanına çekip tartışmayı daha uygun buldum.
Her sanat okuyucusu ile bir değer ifade eder. Sanatçının ha­yatı, bir çeşit kopyalama işidir. Ancak kopyayı aldıktan sonra o hayatı mutlaka bozmak zorundadır. Yani sanat aslında bir değiştirme işidir. (Cümleyi tam hatırlayamadığım için böyle ifade ettim. Ancak tespit Fatma Hoca hanıma aittir.) Bu ba­kımdan hayatta her zaman karşılaştığımız nesneler sanatın içinde hiç beklemediğimiz ve tanımadığımız yüzleriyle ortaya çıkarlar. Şöyle de denilebilir: Sanatçı için sonuç bir fotoğraf karesi gibidir. Yani bir çeşit kopyadır. Ancak fotoğrafın çekil­diği andaki hiçbir nesne tam yerinde değildir. Mesela soka­ğın dünkü hali yoktur. Üzerindeki toz bugün başkadır. Dün başkaydı. Dün oradan neşeyle geçen birinin bugün cenaze namazını kılıyor olabiliriz, v.s. Sanatçı bu fotoğrafı daha uzun ömürlü kılmanın yollarını bu ihtimallere aldırmadan, daha doğrusu onları hesaba katmadan çeken ve saklayan adamdır. İhtimal bize o fotoğrafı sunarken de üzerinde ken­dine göre değişiklikler yapacaktır. Peki bu değişiklikler nasıl yapılacaktır? Sanatçının hayal gücü ile. İşte burada yine yu­karıdaki müzâkerede taraf olan okuyucuya verilecek en ikna edici cevabı bulmak mümkündür. İnsan hayatının kendi ger­çeği bile sadece o insanın bulunduğu yer ve zamanda değil­dir. Kaldı ki sanatçının olsun. Hem sıradan insanın, hem sa­natçının hayatlarına biçim veren başka hayatlar vardır. Sanat­çının bu aradaki belki imtiyazlı durumu, diğerleri gibi hep dışa bakarak, dışarısıyla birlikte yürütmediği yürütemediği iç hesabıdır. Buradan şu sonuca gidebiliriz. Gidebiliriz diyorum varabiliriz demiyorum. Çünkü okumak da okunmak da bir yürüyüştür. Anlamak için durmak gerektiği söyleniyor. Evet durmak gereklidir. Duruşumuzu hesap sormadan ve bu he­sabı bir başka hesap için yapmadan durup anlamak gereki­yor. O zaman muhtemel sonuca birkaç cümleyle değinmeli­yim. Sanat, özellikle şiir iki sahili olan bir deniz gibidir. Bir ya­kasında şair ötekinde de okuyucu vardır. Okuyucunun bize kendini şiirin içine katma cesaretini göstererek sorduğu soru aynı zamanda karşılıklı sorumluluk alanlarını da ihtar etmek­tedir. Bu alanları iki tarafın da iyi koruması şiirin yararına ola­caktır. Çünkü şiir de bütün sanatlar gibi yapıları itibariyle kaypak bir zeminde gelişirler. Gerçeklikleri bile ne kadar katı olursa olsun sırlar ve gizliliklerle doludur. Bu bakımdan sa­natçıya ait gizliliklerin, hem sanatçı hem de okuyucu tarafın­dan itina ile korunması gereklidir. Yukarıdaki örnekte soru­lan ben miyim sorusuna verilecek cevap evet bile olsa, sana­tın bilgi alanlarının bu denli hırpalanması hem okuyucu açı­sından hem de şair açısından bir çok tehlikeyi barındırmakta­dır. Bu tehlikelerden en önemlisi şairin şiirine dair bilgileri or­taya saçıp sanatını harcıalem hâle getirmek ve önemsizleştirmektir. Bir sihirbazın şapkadan tavşan çıkarışını tekrar ettir­mek, hele bir de o hüneri nasıl yaptığına dair bilgileri ondan istemek en basitinden en mükemmeline kadar bütün sanat­çılar için aşağılayıcı bir hareket sayılmalıdır.
Şiirini henüz sağlam bir temele ve mecraya oturtamamış şair için tehlikelerin en büyüğü böyle bir ruh halidir. Bu ruh hâli kuşatılmışlık duygusunu tetikler. Sanatçı bu kuşatmayı yar­mak için bir çok yolu denemeye kalkacak, her deneyi başarı­sızlıkla sonuçlanacak; bunun sonucunda ya şiirden vazgeçe­cek, yahut şiir onu bırakacaktır.

Bu yollar şu şekilde sıralanabilir:

1-Şair her söylediğini büyük bir sorgulama karşısındaymış gibi düşünerek, her söylediğine bir de şerh yazmaya kalkacaktır.
2-Bir müddet sonra bu şerh yazma işinden yorulup, şiirini daha açık, çok sıradan deneme metinleri gibi kaleme ala­cak; bu durum giderek şiirin önemli unsurlarından bazılarını ( mesela imge, anlam, derinlik v.s. Burada mazmun, mânâ gibi unsurları bir birine katmadığıma da özel dikkat isterim) boş vermesine ve böylece şiiri düz yazı olarak ele almasına sebep olacaktır.

Bu iki yol şiirimizin seksen yılının bir başka macerasıdır.
Bu yolu şairler kendileri mi seçmişlerdir? Ben pek sanmı­yorum. Bunda okuyucunun sorduğu ve cevap beklediği bu çeşit soruların olduğu kadar, bu sorulara cevap yetiştirme telaşına kapılan şairlerin ve yayıncıların da payını unutma­mak gerekir. Okuyucu sorduğu soruların çok fazla ciddiye alındığını görüp, şairi kendi oturduğu yere, dinleyiciler arası­na yani sadece heyecan ve gerektiğinde kendini jiletli, bağırtılı ve alkışlı tepki alanına çekmiş, şair de bu heyecana kapıl­manın ihtimal piyasa şartlarına göre, maddi (parasal) ve ma­nevi (şöhret) değerler olarak kendisine geri döndüğünü gö­rünce veya sanınca işin ucunu bırakmıştır. Özellikle son za­manlarda yaygınlaşan televizyon ve radyo kanallarındaki şiir programlarının temelinde şiire ait kişilikli alanları özellikle ıs­kalama ve sahih şiiri ülke gündeminden çıkarma gayretleri aranmalıdır. Böylece şiir gündelik kelimelerle söylenebilen, herhangi bir müphem alanı bulunmayan ve en fazla beş yüz kelimeyi ihtiva eden bir ağlama duvarına döndürülebilmiştir.
Bu işin bir de kendine göre bir takım hassasiyetleri gözeten, arada bir mânâ ve mazmuna dayalı gibi görünen yanı vardır ki, bu yazının asıl konusu bu olmalıdır. Nitekim bu kadar sö­zü etmekten muradımızın da lafı buraya getirmek olduğu an­laşılmış olmalıdır. Yukarıda sıraladığımız tezlere bu şiiri kat­mak bir çok bakımdan yanlış ve haksız olabilirdi. Çünkü bu şiirin beslenmeyi murad ettiği alanları aslında doğru seçmiş olduklarını ve sahih gıdalarla beslendiklerini inkar etmemeli­yiz. Çünkü ilk elde söyledikleri, şiirin mükemmel örnekleri ol­masa da şiir sırasında sayılabilecek ciddi şeyler söylüyorlardı. Yukarıda iki madde olarak sıraladığımız kategoriye hiçbir za­man girmediler. Şiirin okuyucuya ulaşması sırasında her şairin veya sanatçının düştüğü tuzağa düşmediler. Aksine o tuzak­lardan kemâl-i ciddiyetle uzak da durdular. Ancak bu defa bir başka tuzak bekliyordu onları: Şiirle vatanı kurtarmak.
1970-1980 arasında ülkemizde gelişen siyasî ve kültürel ha­yat, zaten henüz bir temele ve kişilikli bir mecraya oturma­mış sanatı, fikrî bir kapışmanın içine adeta iteledi. Büyük ide­olog ve kanaat önderlerinin de bilerek veya bilmeyerek bir ucundan bulaştıkları bu kapışma fikir ve düşünce sahiplerini bölümlere, kamplara ayırdı. Bu ayrışma fiiliyatta olduğu ka­dar,sanatta da kendini gösterdi. Öyle ya, tarihimizde ikinci bir kırılma yaşıyorduk. Ve bu kırılmadan en fazla müessiriyet payını sanatçılar almalıydı. Aldılar da. Bir yanda sokak arala­rında bir nesil kendi ülke toprakları ve üzerinde yaşayanları hiç hesaba almayan bir takım ellerin ve ceplerin menfaatleri için bir birini boğazladılar. Bir yanda da agoralarda elde silah salâh-ı vatan için bekleşen kalabalıklara birileri nutuklar attı­lar. Bu arada geçmişiyle ilgisi, yine o eller cepler yararına ke­silmiş olan sanat ve kültür erbâbı, vatanı yeniden kurtarma­nın telaşına düştüler. Tabir câizse durumdan vazife çıkardı­lar. Bu arada âlâyişsiz fakat derinden derine, Firavun’un bey­nini kemiren karınca sabrıyla geliştirilen çok önemli bir iki mektep, bu fikir ve düşünce yoksunu hareketlerden berî ola­rak varlığını sürdürdü. Ancak İsmet Özel’in sonradan edebî iktidar diye adlandıracağı gerçek durum, sanat ve şiirimiz bu büyük mektebin kurucusu olan şairimizin deyişiyle “hatırasız ve geleceksiz bir iç deniz gibi” olduğundan, hadiseleri ihâta edemedi. Bu sebeple şairler ve yazarlar hemen halâs-ı vatan için kolları sıvadılar. Geleneksizlik işte burada kendini göster­di. Şiir geleneğimizin görgüsünü bırakın sadece bilgisine vâkıf olsalar, şiirin gayeleri gerçekleştirme kullanılmasının mümkün olup olmadığını bilirlerdi. Bu durum uzun süre et­kisini gösterdi. Sonuçta şiir çoğu zaman sloganlarla idare edilen bir sanat haline getirildi. Şiirle dâvâ anlatılamaz mı? Anlatılır. Ancak saf şiirin feda edilmesi tehlikesi göze alınma­lıdır. Mehmet Akif Ersoy da ancak dehâ ile açıklanabilecek bir meseledir. Ve bu yazının konusu dışında tutulmalıdır.
Bu durum günümüzde de hükmünü sürdürmekte gibidir. Günlük dinî, siyâsî kavga ve hadiseleri bazen kızıştırmak, ba­zen bir tarafa cesaret ve güç aşılamak için şairlerin göreve çağrıldığı ve şairlerin şiirleriyle bu davete koştukları görül­mektedir. Yazının başında bize sorular yönelten okuyucunun ciddiyeti ve iyi niyetiyle benzeşmese de, bu çeşit söylemler okuyucu ve şairler arasında rağbet bulmaktadır. Bir şairimizin işaret ettiği gibi her hangi bir metinde başörtüsü, Kudüs, Bosna gibi isimlerin geçmesi o metnin şiir olarak kabul gör­mesine yetmektedir. Bu durum şiirin ve şairin kaderi deyip geçilebilecek bir durum değildir. Şiirine saygı göstermek şa­irin görevi olduğu kadar, okuyucunun da sorumluluk alanını ilgilendiren bir meseledir.
Bu kadar sözü, bu tuzağın, ihtimal son anda farkına varmış ve biraz vakit geçmiş olsa bile şiirini kurtarmaya çalışmış biri­nin şiirine birlikte bakmayı teklif için ettim. Başarılı olup ol­madığını yukarıda sözünü ettiğim okuyucu düzeyindekilerin karar vermesini bekliyorum. Bundan önceki yazılarımda da ifade etmeye çalıştım: Ben şiiri kendime göre okuyorum. Şair nasbetmek gibi bir derdim ve niyetim yok. Ayrıca böyle bir niyetten edeb ederim. Ancak şiirin okuyucuyla tanıştırılma­sında hatır gönül işinin, dostların kendi hususî sohbetlerinde geçerli olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden okuyucu ve şair­leri en başından memnun etmek gibi bir düşünceyi taşımadı­ğımı ve bunu reddettiğimi ifade etmek isterim.
Bir gece/söz kesilir/ birer fincan/ kahvedir içilen/ dağılır dü­nürler ordusu/ dağılmaz/ efkârı/ iki yüreğin/ bir gece yeniden gelinir/bu kez oğlan’la birlikte/ kız kaçar/gürültüyle/çarpılır/ ardında kapılar/ kalır/ rengârenk/ bir elmada/ izi dişlerinin.
( Çamurlu Bir Irmak. NİŞANLILAR. Shf. 34)

Yukarıdaki mısralarda tasvir edilen hayatı ve heyecanları yaşı kırkın altındakiler bilmezler. Okuyup öğrenseler de türkü bil­meden bu hâli idrâk edemezler. Çünkü bu hâl şiirin kendisi gibi bir idrak halidir. Şairler yukarıda uzun uzun nakletmeye çalıştığım sorgulama hadisesini, kendi içlerinde baştan yapa­madıkları ve bu hesabı yerli yerine oturtamadıkları için boca­lamışlardır. Çünkü o sorular bir mübtedi entelektüel olarak kendi müşahede alanlarında sürekli karşılarına çıkar. İhtimal bu soruları önceden kendilerine sormadıkları için hayatları sürekli olarak bu sorulara savunma cevapları aramakla geçer. Şiirimizin en tehlikeli boğazı burasıdır. Bu boğazda esen rüz­garın meydana getirdiği cereyan garip bir tecelli olarak insa­nın zihin derisini kendisine ait hayatiyet alanlarıyla her hangi bir bağı kalmayacak şekilde bir yel gibi alıp götürür. Benim çağdaşlarım içerisinde bu zihin ameliyesinden tam geçerken uyanıp kendini kurtaran çok az şairden ve insandan biridir Metin Ünal Mengüşoğlu.

Metin Ünal Mengüşoğlu’nun genel kanı olarak düştüğü zannedilen tuzak (buna bazen ben de katılıyorum. Metin Ünal Mengüşoğlu’nun bu yazı dizisini sürdürürken bana sitemle söylediği ” Ragıp Garcı beni yazmaz”( Garcı’yı özellikle Harput söyleyişi olarak yazdım)sözünden bunu biraz kendisinin de içinde itiraf ettiği sonucuna vardım. Benim Metin Ünal Mengüşoğlu’nun olmadığı bir Türk şiir macerasını düşünmeyeceğimi beni tanıyanlar bilirler. Me­tin Ünal Mengüşoğlu’nun içi cehennem gibi kavrulan her Anadolu gencinin hayalindeki cengâverlikten nasibdâr ol­masının şiirini dâvâsına feda ettiğini kim kabul etmez. O dönemlerde gençlerin çoğu bu fedakarlığı kendi canları ile yaptılar. Bu hengame ortasında aydınların bir kenarda olan biteni seyretmesi beklenemezdi. Sorulması gereken soru şu idi: Peki biz bütün bunları ne için yapıyoruz? Bu so­rulamadı. İçinde yaşadığımız durumda böyle bir sorunun sorulmasının gerektiğini daha iyi hissediyoruz.
Metin Ünal Mengüşoğlu şiiri, çeşitli sorulara cevap arayan, verdiği cevapla tatmin olmayan bir telaşın yoğurduğu, hatta belki de yoğurmaya fırsat bulamadığı şiirdir. Hayatın bütün alanlarını kuşatmayı hedefleyen, bunlara ait bilgi ve görgüle­ri sindirmeye fırsat bulamadan tartışmayı hedef almıştır. Ar­kasına dönüp baktığında sanırım şairin kendisi de, bu alanla­rı sahiplenmenin, bu alanlara dair bilgi ve görgüleri edinme­den olamayacağını anlamış olmalıdır. Konumuz şiir olduğu için özellikle buraya vurgu yapma ihtiyacındayım. Çünkü cengâverlik sonuçta bir kıyıcılık işidir. Haklı haksız, bir feda (nefsi yahut muhatabı) eylemini gerektirir. Oysa şiir

“belki de düşünmeye fırsat bulamadan sevmek/… bürünmüş işte yağmur taneli entarisine/diyerek İstanbul’u hissedebilmek olmalıdır.
Neden sanki yeniden gelmek istedim bu yazlık sinemaya / ve babasıyla oturuyor sandım O’nu her zamanki locasında/ üste­lik beyaz perdede Samanyolu filan da yok/yok içimin haliçle­rinden gelen ılık rüzgar/ lezzetin yerini tevbeler aldı/ tütün çiğnemiyorum artık Yeni Harman Yenice/ yokların hızla ço­ğaldığı günlere yaklaşıyorum/ Saçlarım yok mesela eskisi ka­dar saçlarım da yok/ bazı dişlerim, emziğim,kırmızı kadife ye­leğim/ korkum yok en önemlisi/ KURTULDUKTAN SONRA MÜTHİŞ KEYİFLER DUYDUĞUM KORKULARIM.
(Çamurlu bir Irmak. Bir Hayatın Yeniden İnşası. Shf. 60)

Son mısrayı büyük yazdım. Bir insanın korkularını, özellikle korktuğunu bu kadar sade ve emin bir şekilde insanlarla pay­laşmasının insanlığına dikkat çekmek için. Bunu ancak bir şair yapabilir. Bu şiirin tamamı için açıkçası sorumluluk almamalı­yım. Şiirin bu bölümü kadar derinlik taşımamasından değil. Söylemde düştüğü açmazları işaret etmek için söylüyorum. Bu durum Metin Ünal Mengüşoğlu’nun hikaye yazarlığına ve­rilebilir. Çünkü bu şiirin tamamında olduğu gibi bir çok şiirin­de şair, okuyucunun idrakinden şüpheye düştüğü; yahut ken­di şiirine bir daha dönüp yeniden taşları temizleme zahmetine katlanmayı göze alamadığı için, şapkadan tavşan çıkardığını çoğu zaman açıklamalı olarak yeniden yapmaya başlıyor. Ara sıra tavşanı, bazen de şapkayı ve hatta şapka devrimiyle ilgili düşüncelerini bile izah ihtiyacı duyuyor: “Neden sanki yeni­den gelmek istedim bu yazlık sinemaya/ İnşaata sokmadılar beni öyle üzüldüm ki”
Sanatın bir yaratıcılık olduğunu yeniden neden söyleyelim? Ancak şairleri anlatırken bunu sık sık hatırlamak ihtiyacında­yız. Bu bize şairliği yanında ilme olan ilgisi ve hassasiyetini hep bir adım önde taşımış olan Metin Ünal Mengüşoğlu gibi ustaların eserlerini bina ettikleri temelleri anlamak bakımın­dan büyük kolaylık sağlayacaktır. Metin Ünal Mengüşoğ­lu’nun ilim hassasiyetini ve bu hassasiyet sebebiyle bir çok ilim ve irfan gurubuyla yollarının çatıştığını biliyoruz. Şiirindeki didaktik edâyı bu yanına bağlamak bizi yanıltır mı?

Muskalara inanmam, tütsülere üfürüklere/ doktorlara da inanmam,yalnız yapayalnızken, çok gizli dualar belki/bunlar­dan biri olmalı benim umarım/ bir de beni her türlü övgüye karşı uyaran âyetler
(Çamurlu Bir Irmak. Dünya ile birlikte dönüyorum. Shf.59)

Alıştığımız her şey sorgulanmalı, diyorum/ gözünü iyi açmalı insan neme lâzım/en amansız, en acımasız düşman bile/başedemeyeceğini anlayınca seninle/ her zaman sinsi ve usulca
Sokulmaz mı/Senin evrenine
( Çamurlu Bir Irmak. DUVARLAR. Sfıf63)

Buna benzer bir çok mısra bize şair Metin Ünal Mengüşoğ­lu’nun sanki bir “İMAM”lık peşinde olduğu hissini verebilir.
Ben bunun böyle olduğuna inanmıyorum. Bununla birlikte, açıkçası bazı söylemlerinden kuşkuya kapılmadım da değil. Bunun kimseye zararı olmaz. Ancak şairi bazen arabesk söy­lemlere mecbur bırakabilir. “İçi nankörlerle dolu bir kavanoz bu dünya “/ (Duvarlar. Shf 64)
Rabbim ben de ozanım/ bir çıkış yolu arayan kulun/ ikimizin arasında bir ayna/ öyleyse Şeytan/seni bilmeme engel/ve hep kendimi gösteren
(Çamurlu Bir Irmak. BENDE OZANIM. Shf.30)

Şairleri böyle maceralara sürükleyen bir çok sebebin yanın­da, okuyucunun büyük payı olduğu düşüncesini taşıyorum. Şairler söylediklerinin anlaşılamadığını düşünerek yeniden yeniden söylemek telaşına düşüyorlar. Olmazsa şiirlerini uzun hikayelere ve neredeyse nasihat kitaplarına dönüştü­rüyorlar. Şiiri sahih bir yol olarak ciddiye alanlarsa, bir başka yönteme,şiirleriyle anlatamadıklarını hikayeler aracılığıyla anlatmaya başvuruyorlar. Ben bu yöntemi deniyorum. Bir çok şaire de salık verdiğimi hatırlıyorum. Ancak bu yolun bir de tersi vardır ki o tehlikeli bir yoldur. Başarı şansı çok azdır. Hikayelerinde söyleyemediklerini şiirlerinde söylemeye kal­kışmak. Metin Ünal Mengüşoğlu’nun hikayelerini okuyanlar bunu rahatlıkla görebilirler.
Bu bir de Metin Ünal Megüşoğlu’nun şiirlerinin arasında ih­timal kendisinin de unuttuğu duygu ve söylemler var. Bun­lara bakınca bu kadar zahmet ve ezâ çekmiş bir şiirin değil­se de şiiriyetin nasıl böyle ayakta kalabildiği sorusuna cevap bulunabilir.

Beynimizin kurdunu öldürmek için
anam karlı pekmez yedirirdi her yaz
o zaman daha küçük ve beyaz dişlerimiz
alır giderdi başını ağzımızdan
bense neyi hatırlasam ondan utanıyorum
kızlardan, komşunun tavuğundan, kerpiç duvardan
faytoncu Alo dayının atından.
( Çamurlu Bir Irmak. Yurdumuz Taşra. Shf. 15)

Bunlara bakarak da Metin Ünal Mengüşoğlu’ndan yeni bir hamle ve şiir beklemek hakkını kendimizde bulmalıyız. Ve sö­zü bir Diyarbakır hoyratından alınma bir mısrayla bağlamalıyız.

Şimdi gelmiş söylemenin çağına.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Övgü ve Yergi Hepsi Bir Arada / Veysel Karani
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -1/1 / Şiraze
Ben ve Siz -II / Beyza Genç
Su / Murat Kahraman
Ateş Susmaktır / Selami Şimşek
Tümünü Göster