Bir sanat eseriyle, ortaya konulsun ya da konulmasın insan ruhunun derinliklerindeki duygular, bir şuurla ifade edildikleri hallerinden daha fazla manayı yüklenirler. Bir kalpte ortaya çıkan bir duygunun paylaşılması, karşısındakine söylenen ilk sözden sonra ya geride bırakılan mekanda bir boşluk doğmasına sebep olur, yahut paylaşmanın verdiği ikinci bir heyecan dalgası olarak kendini yeniler. Bu büyük duyguların etki alanlarını biraz da kendileriyle birlikte taşıdıklarından dolayı olmalıdır. Bir fantezi gibi. Her duygu anının ortaya çıkardığı bir kalp kamaşması anının sonunda kalbin çok kısa bir zaman parçasında da olsa görevini yapamamasına benzer bir donukluk. Kalbin bir et parçası olarak kanı deveran ettirme görevi dışında bir eylemi… İdrakin bir kulaç ötesine ait mecburi olarak sözle ifade edilmesi gereken, ancak sadece sözle açıklanamayacak bir hâl… Sadece hâl… Üstâdın deyimiyle “Burnum değdi burnuna yokun” yahut” Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi/ Dilsiz habersiz sözü can gerek anlayası”
Bu iki tarifte de anlatılan şey, söz denilen hazinenin istimal edilmek üzere bulunduğu yerden alınıp işe yarar kılınması macerasıdır. Kalbimizde ortaya çıkan duyguları ifade edebilmemiz için aklımızın emrettiği anda baş vurduğumuz eylem, önceden belirlenmiş tariflerce çizilen sınırlara bilgi ve görgülerimizi uydurmaktır. Böylece onları belirli bir hâle getirerek işe yarar kılmak; yahut önceden belirlenmiş tariflere bilgi ve görgülerimizi yükleyerek yine işe yarar kılmak. Ama bu defa ortaya çıkan tenakuza bir çare bulmak. Burada tam da sanatın aslî hüviyetine rastlamak imkanına kavuşuyoruz. Yani kendimiz ve etrafımızı kendi idrak alanlarımızda biçimlendirerek, karşımızdakilerle paylaşmaya kalkıştığımız anda ilk yapacağımız işin, önceki her durumu bozarak yeni bir imâle girişmek olduğuna inanmak. Sanat değiştirmek demek. Yani görünen yapıyı bozarak işimize geldiği gibi bir başka biçim, şekil ve kişilikle insanlığın önüne çıkarmak. İhtiva ettiği her şeyi bir birine karıştırarak, önce aklımızı çelmek ve bizden her şeyi eski yerine koymamızı beklemek. Bu işi roman ve hikaye başka yöntemlerle yapar. Mesela roman hayata dair bütün biçimleri ve düşünceleri eski haline getirmek üzere bozar. Bunu toplumla paylaşır. Bozduğu her parçayı eski yerine koyarken, eski yerine dair bilgilere ulaşmamızı sağlarsa da oraya kadar bizi uzun ve zahmetli bir başka yoldan geçirerek götürür. Bunda amacı, bizim o bozuklukla ilgili olarak eski bilgilerimizi kendi içimizde tartışmamızı sağlamaktır. Bu iş bütün roman boyunca sürer gider. Hikayede de buna benzer bir ameliyeden geçilir, ancak hikayenin çapı ve sahip olduğu soluk itibariyle ele aldığı konuyu ve değişime ait süreci tartışma zemini bulunamayabilir. Bu, şart da değildir. Şiir içinse bunların hiç birine gerek yoktur. Şair bütün çevreyi ve
idrakleri bozar. Öyle ki şiirin bozduğu eşya bile kendini şiirin aynasında görse tanıyamaz. Bu yüzden şiir biraz zalim bile sayılabilir. Sebebi önüne gelen her şeyi işine geldiği gibi değiştirmesidir. Bu yüzden şiirde hakikat ve adalet duygusu aramak, sonunda okuyucuya bir bıkkınlık ve umutsuzluk hissi bile verebilir. Şiir okuyucusunun da karşılaşacağı tehlikeleri göğüsleyebilmesi önceden bu tehlikeleri tanıması ve buna göre tedbirler geliştirmesi ile mümkün olabilir.
Şiir hakikati bozar. Ancak kendi hayal ve düşünce alemine has bir eylemdir bu. Bu bozuş eyleminden önceden edinilmiş hayata dair efsanevi bilgileri ayıklamak gerekmektedir. “Koyun kurt ile gezerdi/ fikir başka başk’olmasa” imge cümlelerini tutup hayatın içerisine hakikat bilgisi olarak katarsanız, şu hakikat bilgisi ve soruyla karşılamanız kaçınılmaz olur: Yaratıcı, kurdu yaratırken ona kuzuları parçalama güdüsünü de birlikte vermiştir. Bu yüzden şu soru cevap beklemektedir: Bir: Kurtla kuzunun fikri nasıl bir olabilir? İki: Hadi oldu diyelim. Kurt ne yiyerek karnını doyuracak? Buna cevap ararken karşımıza çıkacak adalet duygusunun kemâliyle maruf halife Hz.Ömer’in ünlü sözü bize şiire ait alanın hakikatine delil olabilir mi? Oysa Hz. Ömer dahi bu sözü üstlendiği sorumluluğu tarif bâbında ifade etmiş olmalıdır. Eğer öyle olmasaydı bu defa yaratılışa ait bir gerçeği değiştirmeye kalkmış olmayacak mıydı?
O zaman demek ki şiirde uyumsuz görülen resimler şiirin içindeki bir hakikati ifade etmekten çok şiirin görevlerinden biri olan îmâ ve haber vermeyi amaçlayarak çizilmişlerdir. Şiirde çoğu zaman kullanılan sözcüklerin bile kesin gerçeklikleri yoktur. Şairin içinde canlanır ve her şey şairin önce kendisinde sonra şiirinde canlanır. Bu hayallerin hepsi şiirdeki değişme ve bozulma anını kollayarak, ona bir sıcaklık ve canlılık sağlarlar. Yani şiir genellikle Alaaddin Soykan’ın nefis deyişiyle “gerçeği yanıltma” teşebbüsüdür.
Şiirimizin yaşadığı bütün alt üst oluşlar şiir üzerinde yeteri kadar kafa ve gönül yorgunluğuna tahammül edemeyişimizden kaynaklanıyor. Bu yüzden hakikati bulma amacına yönelik her şiir hamlesi, kendi kendini yiyip bitiren ağacın dışarıdan görünen yanıltıcı canlılığı bize gerçekmiş gibi göstermekten ileri bir yarar sağlamıyor. O zaman sözün yükü, hayalin hızı kadarını kullanıp şiirin nefesini kesmemek gerekiyor.
Mimar Sinan Kostantiniyye’yi en güzel yerinden
Tutup öpmüş öpmüş İstanbul yapmıştır
Belki bir Şehzâdebaşı’nda belki Süleymaniye’de
Bir öpüş rüzgara karşı çınar
Bir öpüş çağlara karşı simya
Bir öpüş müziğin gül açımı
Bir öpüş denizin içindeki ses
Ya Üsküdar’daki Şemsipaşa
Tanrım o ne öpücüktür,beki de
İstanbul hiç böyle öpülmemiştir.
(Yolcunun gözleri parlıyor.Anıt öpüşler.shf. 35)
Bu yanlışlara dair misaller aramak yerine, sahih hassasiyetin ve şiir haline getirilmiş özene ve ciddiyete dikkat çekmeyi daha kolay buldum. Yukarıdaki şiir bizi bir kentin hayali hakkında aklımızın ve hayalhanemizin boş böğründen vuruyor desek yanlış söylemiş olmayız. Böyle bir şey bekliyor muyduk? Sanmıyorum. Çünkü şiirde bu mısraları okuyana kadar, bir kentin dışında, ona uzak; bir başka hayattan sesleniyor gibi durmak, öteki taraftan da bir kitap, bir mendil veya aziz bir hatıra gibi ondan hiç ayrılmamak gibi bir karşıtlığı yaşamadık. Belki yaşadık . Ama bize bu kadar samimi ve sahiplenilmiş bir İstanbul gibi gelmedi. Acaba o yüzden mi şairlerin hemen hepsi İstanbul’u sevdiğini söylerler de, İstanbul’u içinde bir sevinç gibi taşıyamazlar.
Yukarıdaki soruyu cevabını aramak için sormadım. Zaten Necat Çavuş içini bütün bir dünyayı alacak kadar geniş tuttuğu için İstanbul’u bu biçimde bize sunuyor. Yoksa İstanbul burada bir müessir olarak bulunmamaktadır. Aslında İstanbul’un durumuna müessir olan Necat Çavuş’un şiir nefesidir.
“ve işte renkler meşâlesi elleri
ellerinle bu şehre ışıklar taşıyorsun
bense iki şiir arasına düşerim
düşer ve derin ve küçük ve titrek
ve menekşe gözlerini izlerim”
Roman, insana dair şartları ele almadan insanı anlatmaya girişmez. Şartları ele ve göz önüne alırken de adalet duygusuna bağlı kalmak zorundadır. Bunun sebebi, olayları kahramanın ağırlığı altında ezmemek, yahut mekan ve zamana bağlı olan kahramanı ile ilgi kişisel yargılarında hukuku kollamak gayretidir. Bazen öyle olur ki, zaman ve mekanın uygunsuz ve yetersiz oluşu kahramanla ilgili bilgiler zihnimize ya bir devin yürüyüşü, yahut pire kadar küçülmüş bir sineğin vızıltısı olarak yerleşir. Bu yüzden roman insan konusunu soğuk kanlı olarak ele alır. Oysa şiir için tek gerçek yoktur. Gerçeklik de yoktur. Bu yüzden şiir sürekli bir yeniden oluşumun alanı olarak, soluyan bir toprağa benzetilebilir. Şair de bu toprağa bakarak şiirini oluşturur. Bazen de kulağını dayayarak derinliklerdeki sesi çıkarmaya çalışır. Necat Çavuş’un şiirimizdeki yerini de bu maharetiyle belirlemek yerinde olacaktır. Toprakla ilgili örneği vermemin sebebi de şiirinin her kelimesiyle toprağı andırmasıdır. Toprakta yaratılış hikmeti icabı gereksiz bir şey bulunmaz. Olsa da onu kendi hayatiyetinde eritir. Bunu da sessiz ve derinden yapar. O zaman üzerindeki bitkilerden toprağı göremezsiniz. Bu bakımdan bu şiir toprak gibi sapasağlam bir zemini işaret etmektedir okuyucuya.
“Ben ki şehrin en yolcusu en ulusuyum
bir aşk dakikasında kim göre kim anlaya.”
Burada bizi toprağa daha çok yaklaştıran bir başka sebep, kadîm medeniyetimize ait bilgi ve görgülerdir. Şairin hem bize hem kendine tuttuğu bir ışık var. Bu ışığı da yansıtmak için bir ayna kullanmıyor. Aynanın kendimiz olmamızı bekliyor bizden.
Seksenli yılların adları hep bir arada anılan beş şairinden biri Necat Çavuş. Diğerleri İhsan Deniz, Mehmet Ocaktan, Hüseyin Atlansoy ve Adem Turan. Çeşitli dergilerde boy gösterdiler. Benim açıkçası içimin almadığı yerlerde gördüm adlarını. Bu durum bana bir alan kesişmesi gibi geldi. Çünkü isimlerini bulaştırdıkları alanlar onların ilan etmeseler de şiirlerinde taşıdıkları ruha ve o ruhu besleyen kaynaklara yabancıydı. Nitekim o yabancı alanlar bazılarında kendi bedii bilgi ve görgü alanlarında ister istemez etkiler bıraktı. Ancak mensubu oldukları toprağın bereketi çeşitli tehlikelerden korunmalarını da sağladı. Onlar beklemese de, gerek kendi hayatlarını, gerekse sanat damarlarını besledikleri memelerin kerim bir alandan gıdalanıyor olması korunmalarına sebep oldu. Fakat yine onların kendilerinin de, onları izleyenlerin de çoğunda ruh merdivenlerini dayadıkları yapıya içten içe bir güvensizliğin esintileri kalmış gibi görünmektedir. Bu duruma kişisel zevkler alanı diyerek mazeret bulunabilir. Ancak topluma takdim ve teklif sadedinde yapılırsa, işin içinde bir bit yeniği aramak da onlara duyduğumuz güven ve sevginin bize verdiği bir hak olarak düşünülmelidir. Bu bir güven meselesidir. Üzerine temelini attığı medeniyete karşı kuşkuyu ifade ediyor olması tehlikesi vardır. Hadi açıkça söyleyelim edebî iktidarın girişeceği bir eylemde onların safında bir yer edinme gayreti diye de düşünülebilir. İtham etmek gibi olmasın ama ben böyle düşünenlerdenim. Bunun tartışma yeri burası değil kuşkusuz. Fakat Necat Çavuş’un şiirinin bize bu kadar yakın ve emin durmasının temelinde yatan olguyu anlatmak için bunları söylemek de gereklidir. Böylece Necat Çavuş’u yüz yıllık şiir maceramız içerisinde nereye oturtacağımıza da karar vermekte zorlanmayacağız.
“Oynamaktan vazgeçin! Bunlar işte,bunlar yüzümüzün son sahneleri: yol hayvanları dört nala koşuyorlar, alfabeyi sökerek ve hepsi akıllı ve bilimli çocuklarla.”
Herhangi bir şiirin belki ortalarında göreceğiniz bu söylemlerde, okuyucunun zihni sanki şairin kendi mülkü gibi kullanılıyor. Zihnimize saygısızlık mı saymalıyız bunu? Bence tam tersi, muhatabıyla aynı hassasiyet alanlarını ve hayat bilgilerini paylaştığı birileri gibi gördüğünden. Bizi şiirin içine çekmeye çalışmıyor. Çünkü bizi o duygu ve düşünce alanlarının dışında görmüyor. Biz şairin yabancısı değiliz ve ihtimal şiirin içine girmeye kalksak bize hoş geldin demeyecek. Dikkat edilirse Necat Çavuş’un şiirinde bizi hemen saran, şairin oturduğu yerden bakmak çok önceden edinilmiş bir alışkanlığımız gibi bir duyguya kapılmamızı da sağlayan bu hem-demliktir. Eğer şiiri biraz içinizde duymaya gayret ederseniz, birden siz de kendinizi aynı şeyleri söylüyor bulabilirsiniz. Söylemeseniz bile sanki önceden birbirini tanıyan dostlar gibi şiirle kucaklaşmanız da mümkündür.
“Ve sultan oturuyor orda, Zülküfül’den alınmış izin belgesiyle ve Sînâ dağından toplanmış ateşle, sesten ve yazıdan ve ateşten öteye,gül bahçesine çağıran bir nefesle ” (ölümden önceki sözler. Sezâi Karakoç. Shf. 30)
Bu ses sürekliliği bir başka şiirde sizi tık nefes bırakabilir. Fakat Necat Çavuş bize öyle bir oyun yapıyor ki, şiiri biz okumuyoruz gibi geliyor bize. Aksine şiiri sanki biz söylüyoruz da kendi karşımıza geçmiş bizi dinliyor. Bu yüzden şiir bir kaside gibi durmuyor. Kaside gibi dursaydı, ihtimal Sezâi ağabeyi övüyor deyip ikinci bir defa okumayı denemez, hatta belki de şiirin başlığındaki ismi görünce sayfayı çevirebilirdik. Zaten övmüyor da Sezâi Karakoç’u. O’nun içimize işlediği gergeflerin kıvrımlarında bizi gezdiriyor. Bize bir o renkten bir bu renkten söz ediyor. Ve öyle bir yere geliyorsunuz ki, ifrat sayılsa da iddia ediyorum: Ancak yine Sezâi Karakoç’un kârı olabilecek bir işi başarıyor: Bu kadim şiirimizde gazelin ulaştığı samimiyettir. Nitekim en mükemmel na’atlar gazel tarzında kaleme alınmış olanlardır. Şiirin kadim ve has damarlarından beslenmiş olan bir yapıyla karşı karşıyayız. Necat Çavuş bu zenginliklerle süslediği ruhundan her kelâm cesedine üfleyeceği ruhla can vermeye devam edecektir.
” Ve sultandır O, evini savunandır Batı yakasına karşı,
Ve çelik sanatı mı önemli gülümsemek mi, öğretendir,”
İlk elde her şairin kendi fikir ve ruh dünyasına dair propagandası olarak algılanabilir bu mısralar. Ancak öyle can alıcı bir ustalıkla söylenmiştir ki, birinden söz edildiğini savunmak bile şaşırtıcı olabilir. Necat Çavuş bütün şiir hayatı boyunca bize bunları yapmıştır. Sahici şiir okuyucularının Necat Çavuş’a duydukları güveni ben de
duyuyorum. Bu şu demek: Şiir okuyucu için, şairlerin duygu ve fikir alanlarında dolaşmak keyif verici bir iş olsa da şiirin kendi yapısından kaynaklanan (belki) tuhaflıklar okuyucuyu, geri dönüp yeniden algılama zorunda bırakabilir. Bunların tuhaf olmaları yanlışlıklar anlamında söylenmemiştir. Bu bir çeşit kelime ve imgelerle güreş tutmak gibi düşünülmelidir. Ancak Necat Çavuş bize öyle bir şiir bırakıyor ki, o alanda kendimiz geri dönmek için bahaneler aramaya başlıyoruz. Bu geri dönüşlerde onu diğer çağdaşlarından ve artık böyle okunmayı tarz olarak bize dayatan şairlerden ayıran yanını da ıskalamamalıyız. O arkadaşlar, bizi tabir caizse hemen zihnimizde beliren bir soru işareti ile başa döndürüyorlar. Necat Çavuş’un şiirinde ise ifade ve imge lezzetini yeniden duymak için dönüyoruz. Bu yönü ile yetmişli yıllardan sonra mazmun, istiare, teşbih gibi kadim sanatları kelimenin ve sözün belini incitmeden, artistlik tuzağına düşmeden şiirinin ruhuna sindirmiş üç beş şairden biridir.Bu yüzden kalbindeki kavgayı bile bir huzur içerisinde, gösteri merakına kapılmadan ifade etmeyi başarmıştır. Bu yüzden bu şiir, kalabalıklar karşısında çeşitli ses tonları ile icra edilmeye müsait bir şiir değildir. Necat Çavuş ve nicelerinin edebiyatımızda birer hazine olarak duran şiirlerinin revaç bulmaması ise ayrı bir bahsin konusudur.
Ben yukarıda da ifade ettim: İfrat sayılsa da benim Necat Çavuş’un şiiriyle eski bir dostluğum ve ünsiyetim vardır. Sahici şiir okuyucusunun duygularımı paylaştığına inanıyor ve Necat Çavuş’tan emperyalizmin, özellikle Amerika’nın tuzağına bir daha düşmemesini bekliyorum.
Okuyucuya YOLCUNUN GÖZLERİ PARLIYOR adlı kitabından bir şiiri mümkünse ezberlemeleri ricasıyla sunuyorum.
ARMAĞAN
Bir sabah rüzgarı miydin sabahın kendisi mi
Bir ışık mı yoksa ışığın ışığı miydin,ama şendin
Kelebek gibiydin sonsuz kanatlıydın sanki
Gönüller ülkesine uçarcasına girdiydin
Durun, dinleyin! Aşk konuşuyor
Şarkısını söylüyor zamanın doruğunda
Ve yücelikler ömürler gibi uzanıyor ardarda
Ben ki şehrin en yolcusu en ulusuyum
Bir aşk dakikasında kim göre kim anlaya
Son icadım nedir biliyor musun:
Elimdeki lambadan hep sen çıkıyorsun.